Geçtiğimiz hafta 12 ve 13 Nisan tarihlerinde İstanbul Aydın Üniversitesi’nin düzenlemiş olduğu Anayasa Çalıştay’ına katıldım ve yeni anayasada olması gereken ekonomik hükümler konusunda bir bildiri sundum.
Geniş katılımlı Çalıştay öncesinde Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç“Darbenin mahsulü olan anayasanın bugün yürürlükte olması aslında çok düşündürücü, biraz da üzüntü ve utanç vericidir. Yani onlarca sebep var ki, yeni bir anayasaya, artık parlamentonun yapacağı bir anayasaya ihtiyacımız var” demiş ve devamla şunları söylemiştir:
“Anayasa hepimizin anayasası, en temel belge. Yani beğensek de beğenmesek de böyle. Ama bugün artık bu anayasayı yeniden, yeni baştan daha demokratik, daha özgürlükçü, daha çağdaş, birey odaklı, neresinden bakarsanız bakın 1960 ve 1980 darbeleriden sonra yapılmış hazırlanmış ve kabul edilmiş bir anayasayı reddediyoruz ve yeni bir anayasayı TBMM‘nin yapmasını arzu ediyoruz.”
Arınç, TBMM Başkanı Cemil Çeçik’in bu yıl sonuna kadar da yeni anayasanın kabul edilme imkanı olabileceğini anımsatarak şu yorumu yapmıştır: “Bizler de aynı düşüncedeyiz. Meclis’teki temsil oranları, temsil edilen tüm siyasi partilerin yüzde 80’inin üzerindedir. Eğer bir anayasa yazımında ve uzlaşmasında başarı sağlarlarsa, yıllardan beri beklediğimiz ama bir türlü göremediğimiz bir hayali gerçekleştirmiş olacağız.”
Yeni anayasada, hukuk devleti, insan hakları, temel özgürlükler, yargının bağımsızlığı, pozitif ayrımcılık ilkelerine önem verilmelidir. Diğer taraftan, farklı görüşlerin siyasi partiler ve sivil toplum örgütleri aracılığıyla seslerini duyurabildikleri ve katkıda bulunabildikleri bir anayasa sürecinin de anayasanın içeriği kadar önemli olduğu unutulmamalıdır.
Anayasa sürecinde AB ile ilişkiler, dış politika ve dış ekonomik ilişkiler marjinal konu olacak gibidir. Oysa bunlar, küreselleşen dünyada iç politik konular kadar önemlidir.
1982 Anayasamızda ekonomik ve mali hükümler bir bütün olarak değil, aksine dağınık bir şekilde yer almıştır. Anayasada Mali ve Ekonomik Hükümler başlıklı bir Kısım bulunmakla beraber, bu düzenleme Ekonomik Anayasa olarak düşünülemez. Çünkü 1982 Anayasası, ekonomik ve mali hükümlerin tamamının tek bir Kısım’da toplandığı bir anayasa değildir.
Ekonomik anayasa somut kurallar bütünüdür. Anayasalarda soyut kavramlara yer verilmesi ekonomik anayasa felsefesi ile bağdaşmaz. Ekonomik anayasa, siyasi iktidarı sınırlamaktan çok siyasi iktidarın ekonomik konularda sınır tanımayan icraatlarına sınır getirerek küresel dünyada son zamanlarda sıklıkla ortaya çıkan krizlere karşı bir anayasal sübap etkisi yaratır.
Kısaca, günümüzün çağdaş anayasalarında ekonomik hükümler en az politik hükümler kadar önemlidir.
Küreselleşen ve krizlerin arttığı bir dünyada ekonomik anayasa yapmak diğer bir deyişle anayasaya ekonomi için bağlayıcı hükümler koymak önemlidir. Anayasada, siyasal iktidarın ekonomi yönetimine ilişkin yetkilerini düzenleyici, piyasa ekonomisinin kriz yaratmadan işlemesi için kurallar bulunmalıdır. Böylece ekonomik düzenin hukuki çerçevesini oluşturan kural ve kurumlar anayasal hükümler haline gelir ve siyasal iktidarın bu kuralları yok saymasının önüne geçilir.
Demokrasilerde iktidarlar çoğunluğa dayanarak ekonomik kuralları hiçe sayma alışkanlığındadırlar. Eğer yasama organında mutlak bir çoğunluğa sahip iseler, bu kurallar görmezden gelinebilir.
Oysa ekonominin iyi işlemesi için gerekli ilke ve kurallar anayasada olursa, bundan sapma olmaz. Ekonomik ve mali konularda saydamlığın sağlanması, ekonomi yönetiminin denetlenebilir ve hesap verebilir olması, hem demokrasinin yerleşmesi ve hem de ekonomide yolsuzlukların önlenmesi açısından önemlidir.
Türkiye’de Ekonomik Anayasa yapma konusu bugüne kadar gereken ilgiyi görmemiştir. Aynı durum Avrupa Birliği’nde geçmiştesöz konusu olmuştur. Avrupa Birliği’nde Maastricht Anlaşması (Avrupa Birliği Anlaşması) 1 Kasım 1993 tarihinde yürürlüğe girerek ekonomik anayasada olması gereken temel kuralları (Maastricht kriterleri) önemli ölçüde düzenlemiştir. Buna rağmen bazı Avrupa Birliği ülkelerinde son dönemde yaşanan krizlere engel olunamamıştır.
Brüksel’de 1-2 Mart 2012 tarihlerinde gerçekleştirilen AB Zirvesi’nde AB Devlet ve Hükümet liderlerinden 25’i yüksek bütçe açığına karşı Mali Sözleşme’yi imzalarken, İngiltere ve Çek Cumhuriyeti’nin sözleşmeye taraf olmayı reddetmeleri tepkiyle karşılanmıştır.
Bu gelişmeler, AB’de de tüm üyeleri bağlayıcı ekonomik bir anlaşmanın ne kadar gerekli olduğunu ortaya koymuştur.
Avrupa Parlamentosu Türkiye’nin yeni anayasa hazırlık çalışmaları sürecini desteklemektedir. Bu süreç Türkiye açısından gerçek bir anayasa reformu, hukukun üstünlüğü ve demokrasinin güçlendirilmesi, temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması açısından bir fırsat niteliğindedir.
Parlamento, 29 Mart 2012 tarihinde kabul ettiği ve Hollandalı Hıristiyan Demokrat Ria Oomen-Ruijten tarafından kaleme alınan Türkiye yıllık ilerleme raporunda yeni sivil anayasa sürecine destek vermiş, tüm siyasi parti ve diğer aktörlerin sürece yapıcı katkı sağlaması gereğini vurgulamıştır.
Rapor’da; yeni anayasa için bir model oluşturacak şekilde, tüm grup ve bireylerin haklarını koruyan, güçler ayrımını garanti altına alan, yargının bağımsızlığını ve tarafsızlığını sağlayan, orduya sivil denetim getiren bir anayasa tanımı yapılmıştır.
Yeni anayasanın Avrupa Parlamentosu’nun belirlediği kriterlere uygun olarak ve de 2011 İlerleme Raporu’nun ışığında katılımcı bir şekilde hazırlanması, küresel dünyada ortaya çıkan ekonomik ve finansal krizlerden korunmak için bazı temel ekonomik kriterlerin anayasa konulması, Türkiye’nin daha demokratik ve ekonomik krizlere daha dayanıklı bir anayasaya sahip olmasına katkı sağlayacaktır.
Yeni anayasada anadil konusu çok tartışılacak gibidir. Konu çok hassastır ve Türkiye’nin bölünmez bütünlüğü ile ilgilidir.
1982 Anayasası’nın 3’ncü maddesinde “Türkiye Devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir” denmiştir. 4’ncü madde de bu maddenin değiştirilmeyeceği hükme bağlanmıştır.
Yeni anayasada bu hükmün aynen kalması bir zorunluluktur. Aydın Üniversitesi’ndeki bazı konuşmacılar, özellikle aynı zamanda rektör olan bir konuşmacı ısrarla 1982 Anayasamızın ilk 3 maddesinin değiştirilmesini ve 4’ncü maddenin de kaldırılmasını istemiştir.
Bu ısrar karşısında ben de bu üç maddeyi kaldırdığımızı varsayarsak, bu maddelerin yerine ne konulmasını açıklamasını istediğim zaman bu maddeler yerine konulmasını istediği maddeleri söylemek istememiştir.
Söz gelimi “Dili Türkçe ve Kürtçedir” denebilir mi soruma cevap vermemiştir. Acaba bilmediği için mi söylememiştir yoksa bildiği halde şimdilik kaydıyla henüz ortam yeterince uygun olmadığı için mi açıklamamıştır?
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a Çalıştay’da “Kürt dili medeniyet dili değildir dediniz, bununla ilgili ne söyleyeceksiniz?” sorusu sorulması üzerine Arınç şunları söylemiştir: “Anadilde eğitim konusu anayasal engelle karşı karşıyadır. Anayasada bundan sonra bir engel olmayacaksa bu dilde bir eğitim yapılabilir mi, yapılamaz mı tartışması vardır.”
Kürtler’in ne etnik kökenlerine ne dillerine ters gözle bakmadığını ifade eden Arınç, “Bu dilde baştan sona bir eğitim yapmak mümkün müdür? Siz buna evet diyebilirsiniz, ben de buna evet demek için çalışmalarımı tamamlamak üzereyim. Ancak böyle bir eğitim ancak Kuzey Irak’ta Süleymaniye‘de bir yerde var. Dünyanın hiçbir yerinde yok. Dolayısıyla böyle bir eğitime müsait midir? Kimliği ile kimyasıyla, astronomik politikayla her şeyi ifade etmeye yeterli midir? Ben aydınlanmak, tatmin olmak ihtiyacındayım, dürüst siyasetçi böyle olur.” demiştir.
Türk vatandaşı olan Kürtlerin anadillerine ilişkin talepleri, eğitim ve öğretimi aşan, başta sağlık belediyecilik ve adalet olmak üzere bütün kamusal hizmetleri kapsayan bir taleptir.
Kürt kökenli Türk vatandaşların anadillerine ilişkin talepleri sadece Kürtçeyi yaşatmayı amaçlayan ve bir dili koruma amacına dayanmamaktadır.
BDP ve diğer kuruluşlar Uzlaşma Komisyonu’na sunmak üzere hazırlıkları anayasa taslağında, Kürtçenin resmi dil olmasının yanı sıra, her düzey Kürtçe eğitim ve öğretim verilmesini talep etmiştir. Türkçe dışında anadili olan tüm Türk vatandaşlarının ana dilini öğrenmek, konuşmak, yazılı ve görsel alanlarda serbestçe kullanmak hakkına sahip olması onların demokratik haklarıdır.
Kürtçenin ikinci dil olarak eğitim dili olması ve de kamusal alanda kullanılmaya çalışılması bireysel bir hak ve özgürlük talebi değil, Türk ve Kürt uluslarından oluşan federatif bir yapı oluşturma talebidir.
Bu talep demokratik bir hak gibi savunulsa da, üye olmak için 53 yıldır kapısında beklediğimiz Avrupa Birliği’nde bile kabul edilmemektedir.
Bir Avrupa Birliği üyesi olan Letonya’da Rusçanın ikinci resmi dil olmasına ilişkin yasa teklifi 18 Şubat 2012 tarihinde yapılan halk oylamasında reddedilmiştir. Kayıtlı seçmenlerin yaklaşık yüzde 70’inin katıldığı oylamada sandık başına giden Letonyalıların yüzde 75’i Rusçanın Letonya’nın ikinci resmi dili olması önerisine hayır oyu vermiştir. Rusçanın ikinci resmi dil olabilmesi için oylamaya katılan seçmenlerin en az yüzde 51’inin evet oyu gerekliydi.
2,1 milyonluk Letonya nüfusunun yaklaşık yüzde 44’ünü oluşturan Rus kökenlilerin Rusçanın ülkede ikinci resmi dil olması talebi daha önce de Letonya Meclisi’nde görüşülmüştü. 2010 yılında 100 üyeli Letonya Meclisi’nde Rusçanın ikinci resmi dil olarak benimsenmesine yönelik bir yasa teklifi 34 milletvekilinin olumlu oyuna karşı 60 milletvekilinin hayır oyuyla reddedilmişti.
Kürt kökenli Türk vatandaşları devletin resmi dili olan Türkçeyi öğrenmek zorundadırlar. Bu, anadillerini unutmak anlamına gelmez. ABD yasalarına göre ABD vatandaşı olmak için aranan şartlardan birisi iyi ahlaklı olmak, bir diğeri ise İngilizce bilmektir. İngilizce bilmeyen ABD vatandaşı olamaz. Türkiye’de de Türkçe bilmeden Türk vatandaşı olunamayacağı açıktır.
Hürriyet Gazetesi’nde 5 Mart 2012 tarihinde yayınlanan bir haber bu bakımdan ilginçtir. Berlin Yabancılar Dairesi, 34 yıldır Almanya’da yaşayan ve kulakları ağır işittiği gibi yürüme zorluğu çeken 79 yaşındaki Zebo Nine’ye “Almanca öğren ondan sonra gel” demiştir.
34 yıldan beri Almanya’da yaşayan 1933 doğumlu Zebo Bozkurt’un süresiz yerleşme izni talebini değerlendiren Berlin Yabancılar Dairesi, talebin reddini yeteri kadar Almanca bilmediği gerekçesine dayandırmıştır.
Eğer Kürtçenin resmi dil olması isteniyor ise, tıpkı bir AB üyesi olan Letonya’daki gibi TBMM’de bu konu oylanır ve de bir halk oylaması yapılarak kökeni ne olursa olsun tüm Türk vatandaşlarına bu durum sorulur.
Eğer TBMM’deki oylamada ve halk oylamasında Kürtçenin resmi dil olması sonucu çıkarsa, o zaman buna kimse itiraz edemez.