Beş vakit farz namaz ve Vitir Namazı, zamanında kılınamamışsa, sonraki zaman içinde mutlaka kılınmaları icap eder. Bu şekilde kılınan namaza “Kaza Namazı” adı verilir.
Hocalar, Kaza Namazlarının nasıl kılınması gerektiğini anlatırken cemaate şöyle bir soru yöneltirler:
“Pazardan bir sepet elma aldınız. Yolda gelirken sepetin altı delindi ve elmalar tek tek olmak üzere yol boyunca dökülerek geldi. Elmaları toplamaya sepetten ilk düşen elmadan mı başlarsınız, yoksa son düşen elmadan mı? Sizce hangisi mantıklıdır?”
Sonra da kendi sordukları sorunun cevabını yine kendileri verirler:
“Mantıklı olanı, toplama işine en son düşen elmadan, yani size en yakın olan elmadan başlamaktır. Kaza namazları da öyledir. Kılmaya en son kazaya kalan namazdan başlamak gerekir.”
Bize göre; darbelerle yüzleşmek de tıpkı dökülen elmaları toplamak ve kazaya kalmış namazları kılmak gibi olmalıydı. Yani yüzleşmeye öncelikle son darbeden, yani 27 Nisan E-Muhtırası’ndan başlamak gerekirdi. Arkasından 28 Şubat, arkasından 12 Eylül. Ancak her nedense Bağımsız Türk Yargısı, 32 yıl öncesine giderek ilk darbe olan 12 Eylül’den başladı yargılama işine. Arkasından da 28 Şubat’a geldi. Muhtemelen önümüzdeki günlerde sıra 27 Nisan E-Muhtırası’na da gelecektir. Darbelerle yüzleşme işine neden öncelikle 12 Eylül Darbesi’nden başlandı bilmiyoruz. Muhtemelen Bağımsız Türk Yargısı, 95 yaşındaki Kenan Evren’in ve 87 yaşındaki Tahsin Şahinkaya’nın çok az ömürlerinin kalmış olabileceğini hesap etti ve ölmeden önce yargıç karşısına çıkararak, onların öbür dünyaya gözleri açık gitmelerini istemedi. Onun için de öncelikle 12 Eylül’den başladı yüzleşme işine.
Şimdi Gazeteci Mehmet Baransu’ya diyorlar ki; “Sen 28 Şubat’ın yargılanacağını önceden nasıl bildin?” Ya bunu bilmeyecek ne var? 32 yıl önceki 12 Eylül yargılanıyorsa, toplumsal ve ekonomik hayatımızı en az 12 Eylül Darbesi kadar etkileyen 15 yıl önceki 28 Şubat haydi haydiye yargılanması gerekirdi ve yargılanacaktır. Gerekli tutuklamalar yapıldı bile. Bana kalırsa sırada 27 Nisan E-Muhtırası’nı verenler var. Onlar da yargılanacaktır. Bunu da biz tahmin etmiş olalım.
Bunu nereden biliyorum? Şuradan biliyorum: Çünkü bize göre hiçbir ciddi demokrasi, kendisine yönelen tehdidi affetmez/affedemez. Hiçbir ciddi devlet de “Bu darbe iyidir. Onun için yargılamaya gerek yoktur” diyemez. Yine bize göre; Türkiye Cumhuriyeti Devleti ciddi ve büyük bir devlettir ve bu sebeple Yaşar Büyükanıt da mutlaka hâkim karşısına çıkarılacaktır. Hem de pek yakında!
Bunu bilmek ve tahmin etmek için ille de müneccim veya Taraf Yazarı Mehmet Baransu olmaya gerek yoktur. 27 Nisan E-Muhtırası’nı verenleri yargılamadığınız takdirde, 12 Eylül’ü ve 28 Şubat’ı neden yargıladığınızı hiç kimseye anlatamazsınız. Darbeler de kaza namazı gibidir. Birini kılıp, öbürünü kılmazsanız olmaz. “İki rekâtlı farzın kazası yeter üç ve dört rekâtlı olanları kılmaya gerek yoktur” diyemezsiniz. Kılacaksanız hepsini kılacaksınız.
Sıyırmak için kıvırmak
HaberTürk Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Fatih Altaylı, 13 Nisan tarihli ve “İlahi adalet” başlıklı yazısında diyor ki;
“…Eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın mahkemeye sunulan CD’sindeki içeriği yayınladığımız sırada Çin’deydim. İçerik iğrenç. İğrençliğin Büyükanıt ile alakası yok. Birileri fişlemiş, Silahlı Kuvvetler tabiriyle andıçlamış. Hakkında ipe sapa gelmez iddialar, ailesiyle ilgili abuk sabuk yakıştırmalar, imalar. Etnik nedenlerle karalamaya çalışmalar… Okuyunca Büyükanıt adına üzüldüm. Üzüldüm ama ‘Etme bulma dünyası’ demekten de kendimi alamadım. Çünkü uzak ve yakın geçmişte Türk Silahlı Kuvvetleri bu ülkenin yüzlerce, binlerce, on binlerce vatandaşına aynı şeyi yaptı. İnsanları fişledi. İşadamlarını, akademisyenleri, yazarları, gazetecileri ve hatta kendi mensuplarını… Ben bu fişlemelerden ya da andıçlardan bazılarını gördüm. Utanarak okudum…
Dönemin ruhu hangi tür karalamaya yatkınsa o tür iddialar konulmuştu. Pislik kokan metinlerdi hepsi. Öylesine iğrençlerdi. Benim hakkımda da pek çok andıç hazırlanmıştı. Çoğu, zaman içinde elime geçti. Birinde PKK ile ilişkili olduğumu iddia ediyorlardı. Öcalan’la röportaj yaptığım için karalama kampanyasına tabi tutulmuştum. O kadar alçakça ileri gitmişlerdi ki, Şemdin Sakık’ın ifadesi alınırken benim adımı da ifadeye sokmaya çalışmışlardı. Şemdin Sakık bile bunlardan daha şerefli olduğu için o güç sorgulama koşulları içinde dahi bana atılmaya çalışılan çamurlara çanak tutmamış, tam aksine, ‘örgütümüzde düşman olarak görülen biridir’ demişti”(1).
Kimin şerefli, kimin şerefsiz, ya da kimin çok şerefli ve kimin daha az şerefli olduğunu tespit etmek bizim işimiz değildir. Daha doğrusu, bizim elimizde Fatih Altaylı’nın elindeki gibi bir “Şerefölçer”imiz de bulunmuyor. Ancak şu kadarını söyleyebilirim ki; Fatih Altaylı, bu yazıyı eğer kendisine iftira atıldığını öğrendiği gün yazma cesareti gösterebilmiş olsaydı, feveranını, daha da önemlisi cesaretinin ve şerefinin derecesini az çok anlayabilirdik. Oysa olayın üzerinden 15 yıl geçip, iddiasına göre; müfteriler kodesi boyladıktan sonra yazmış olması, en azından onun şerefölçerinin yani şeref terazisinin de biraz bozuk olduğunu göstermektedir. Allah hiç kimseyi, Fatih Altaylı’nın bozuk şeref terazisinde tartılma gibi zelil bir duruma düşürmesin. 27 Nisan e-muhtırasının faili Büyükanıt’ı bile…
1993 yılında Bingöl’de 33 masum erin öldürülme emrini vermekle kalmayıp o terörist grubuna komuta eden bir adamı(2), TSK’nin zirvesindeki adamlardan daha şerefli saymak! Bir türlü aklım, hafsalam almıyor. Peki, bu duruma kim sebep oldu? Sadece iş adamlarını, sanatçıları, gazeteci ve yazarları andıçlayan TSK mensupları mı? Peki, onları Parmaksız Zeki kod adlı terörist başı Şemdin Sakık’tan daha şerefsiz sayan Fatih Altaylı’nın bu konuda hiç mi kusuru yok? “Abdulah Bey” ve “Sayın Öcalan” diyerek Apo ile Beka vadisinde röportaj yapmayı gazetecilik başarısı sayan Fatih Altaylı, bu tür andıçlara biraz da kendisi çanak tutmuş olmuyor mu? Doğrusu, cevaplandırılması zor sorular bunlar.
Şu kadarını söyleyelim ki; her iki tarafın yediği de öyle kolay yenilip yutulabilir türden bir herze değildir. Adam sırf kendi lehinde ifade verdi diye, Şemdin Sakık’ı 700 bin kişilik Türk Ordusu’nu yönetenlerden daha şerefli sayıyor iyi mi? Ah Büyükanıt Paşam ah! Bir zırhlı mercedes uğruna şu düştüğün, daha doğrusu sebep olduğun durumlara bak! İçinde bulunduğum durum ve ruh hali, inanın Fuzuli’den ve Mahzuni Şerif’ten farksızdır dostlarım. “Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil” diye hayıflanıyor, kendi kendime “Mamudo kurban niye doğdun?” diye sorup duruyorum günlerdir.
Dedik ki; darbelerle yüzleşme adı altında TSK ve asker düşmanlığı yapılmasın. Ancak mümkün mü? Fatih Altaylı bu, hiç durur mu? Yine yapmış yapacağını. Ancak acaba neden böyle yapıyor?
Bu sorunun cevabını gazeteci Rasim Ozan Kütahyalı pek güzel verdi 13 Nisan tarihli “Dinamit” programında. Kütahyalı’nın vermiş olduğu bilgiye göre; Fatih Altaylı, 28 Şubat Davası çerçevesinde yargılanacak 5 gazeteciden birisi ve 28 Şubat sürecindeki söz ve yazılarından dolayı hakkında en çok suç duyurusunda bulunulan gazeteciymiş. Zamanında Zaman gazetesi için “Popomu silmem. Benim popomdan çıkan dışkıdan bile beter bir gazetedir” ve başörtü mücadelesi veren kadınlar içinse “200 milyona para versin başörtülü kadınlar bilmem ne yapar. 300 milyon verin bilmem ne yapar” şeklinde laflar etmiş(3).
Fatih Altaylı’nın terörist başı Şemdin Sakık’ı askerlerden çok daha şerefli saymasını ve Rasim Ozan Kütahyalı’nın Dinamit Programındaki sözlerini dikkate aldığımızda vardığımız sonuç şudur: Fatih Altaylı 28 Şubat Davası’ndan sıyırmak için kıvırma hareketlerine başlamış bulunuyor…
______________
1- ,
2- Star, “33 asker PKK’nın önüne sanki planlı gönderildi” başlıklı haber, s,16, 13.04.2012 & Milliyet, ”Bingöl’de 33 asker pisi pisine öldü” başlıklı haber, s,25. 13.04.2012.
3-
Bir yanıt yazın