Boru değil, 12 Eylül Darbesi’ni yapanları yargılıyoruz! Hem de tam 32 yıl sonra. Darbeyi yapanlar nerede? Valla yarısından çoğu toprak olmuş. Hayatta kalanlar ise içini kurt yemiş asırlık ağaçlar gibi ha devrildi ha devrilecek durumdalar. Bir ayakları mezarda, bir ayakları hastanede. Ancak olsun, biz yine de yargılıyoruz!
Mahkeme kurulmuş, savcı iddianamesini, hâkim tokmağını almış kürsüdeler. Onlarca müdahil bir o kadar müdahil avukatı sıraları doldurmuş. Yüzlerce müdahil ve binlerce mağdur dışarıda hep birlikte haykırıyorlar. “Netekim cezanı çekeceksin!”. 105 yaşındaki Berfo nine bile gelmiş meydana. Kenan Evren için diyor ki; “Ona ‘Utan. Bu kadar insana nasıl kıydın’ demeye geldim. Oğlumun tabutunu istiyorum. Affetmeyeceğim seni Kenan Evren, sürüneceksin”. Kalabalıklar içinden “Kenan Evren’i, tıpkı Hüsnü Mübarek gibi demir kafeste getirin” diye haykıranlar da var, Apo gibi cam fanus içinde yargılanmasını isteyenler de…
Ancak bu davada bir gariplik var. Çünkü ortada yargılanacak sanık yok! Sanıklar için ayrılan iki sandalye boş. Yargıç, ayakta kalanlara diyor ki; “Bunu söylemeye utanıyorum ama isterseniz o sandalyelere oturabilirsiniz!”. Kimse oturmuyor o iki sandalyeye. Çünkü onlardan birisi Kenan Evren’e, diğeri Tahsin Şahinkaya’la ait! Eğer o sandalyelere otururlarsa maazallah darbeci sıfatı bile yiyebilirler! İşte bu görüntü ile başlıyor ünlü 12 Eylül Davası.
Gazete haberine göre; davayı Ülkü Ocakları Eski Yöneticisi Yılma Durak ile aynı sıralarda izleyen Dev Yol Lideri Oğuzhan Müftüoğlu verilen arada beyanatı patlatıyor; “İçeride bir tiyatro oynanıyor”(1) (Adamın adı ve soyadı da bir garip doğrusu: Oğuzhan Müftüoğlu? Hiç de Dev Yol’cu, üstelik de böyle bir örgüte lider olacak bir isim ve soy isim değil).
Bu görüş, sadece Dev Yol Lideri’ne ait olan bir görüş değil elbette. Türkiye’de hemen herkes, bu davanın simgesel bir yanı bulunduğunu, asıl maksadın geçmişi yargılamak ve geçmişle hesaplaşmak değil, gelecekte darbe yapacaklara ibretlik bir vesika bırakmak ve gözdağı vermek olduğunu zaten biliyor ve söylüyor. Çünkü, yaşları yaklaşık bir asır olan iki ihtiyarı kodese tıkmanın hiç kimseye faydasının olmayacağını herkes biliyor. Zaten hiç kimsenin böyle bir niyeti de bulunmuyor. Hatta yargılayanların bile!
Esasen üzerinden 32 yıl geçmiş bir olayı yargılamanın hiçbir heyecanı ve zevki de olmaz. Böyle bir yargılamadan ne savcı zevk alır, ne yargıç sevk alır ve ne de savunma makamı zevk alır. Çünkü sonucu önceden bilinen davalar hiç kimseyi heyecanlandırmaz, hiç kimseyi meraklandırmaz. Ama olsun, biz yine de yargılayacağız. Çünkü halka söz verdik bir kere! “12 Eylül’ü yargılayacağız diye Anayasa değişikliğine EVET oyu istedik…”. Sözümüzü tutmak zorundayız!
12 Eylül zaten mahkûm edilmiştir
Aslında Türk halkı, 12 Eylül 2010 tarihinde yapılan referandumda 12 Eylül 1980 darbesini yapanları zaten mahkûm etmiştir. Eğer demokrasiye inanıyorsak 12 Eylül 2010 tarihinde çıkan %58’lik EVET oyunun anlamı budur. Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya başta olmak üzere, 12 Eylül Darbesi’ni gerçekleştirenler suçlu bulunmuşlar ve ebediyete kadar mahkûm edilmişlerdir. Peki, benim gibi 12 Eylül referandumunda “HAYIR” oyu verenler, Kenan Evren ve arkadaşlarının suçsuz olduğuna mı inanıyordu da “Hayır” oyu vermişlerdi? Elbette hayır; onlar da 12 Eylül Darbesi’nin suç olduğuna inanıyordu ama onlar, otuz küsur yıl sonra yapılacak bir yargılamanın büyük ölçüde bir mizansenden ve temsili bir yargılamadan ibaret kalacağına inanıyorlardı. Nitekim söz konusu yargılama tam da hayırcıların dediği gibi, yani tamamen bir tiyatro eserinin sahnelenmesi şeklinde geçiyor. Bu eserin yazarlarından birisi olan Prof. Dr. Burhan Kuzu demiş ki; “Davaya öncelikli müdahil olması gereken Demirel’dir. Çünkü darbe en başta ona karşı yapılmıştır. Davaya müdahillik konusunda asıl başı çekmesi gereken Demirel’dir”(2). Kenan Evren bile bu davanın bir mizansen ve oyun olduğunu bildiği için muhtemelen bıyık altından gülerek “Demirel’in davada müdahil olmamasına şaşırdığını” söylemiş.
Ancak Demirel bu, kaçın kurası. Bu tür oyunlarda hiç figüranlık yapar mı? O da biliyor ki; bu dava büyük ölçüde mizansen ve siyasi parsa toplama amacı gütmektedir. Müdahil olmamasının gerekçesini şöyle açıklamış:
Ben ihtilallere, karşı ihtilallerle veya bu tür davalarla karşılık verilmesini düşünen biri değilim. Barışçı bir yol bulmak lazım… Bundan da faydalı bir sonuç çıkmaz. Bu sebeple uzlaşma yaratmak, barışçı bir yol bulmak gerekir. Bu tür olaylarda yapılacak iş sadece mahkemeye gitmek değil, toplumda uzlaşmayı, barışı sağlamaktır… Ben, 12 Eylül’le hesaplaştım. 12 Eylül’le siyasi olarak hesaplaşmak gerekiyordu, ben de bunu yaptım. Nasıl yaptım? 12 Eylül’de ben Başbakan’dım. Başbakanlık elimden alındı. Siyasi yasak getirildi. 1987’de siyasi yasakların kaldırılması için yapılan referandumda meydanlara çıktım, 12 Eylül’le meydanlarda hesaplaştım. Sonra bu halk benim yasağımı kaldırdı. Bu halk beni önce Başbakan, sonra Cumhurbaşkanı yaptı. Böylece 12 Eylül’le hesaplaştım ve beni yeniden Başbakan ve Cumhurbaşkanı seçen halk, 12 Eylül’ü tekzip etmiş oldu. Hesaplaşma budur.”(3).
Darbenin mağdurlarından ve Süleyman Demirel’in sağ kolu durumundaki İsmet Sezgin de benzer şeyler söylüyor ve diyor ki;
“Bu bizim şahıslarımızı ilgilendiren bir meseleydi. Ve gerek 1987 referandumunda, gerekse 1991 seçimlerinde bu şahsi meselemizi hallettik. Bizi mağdur edenlerin karşısına böyle yargının değil, milletin yargısıyla çıktık ve sorunumuzu çözdük. Üstelik de Sayın Demirel, 1987 referandumunda sadece kendi siyasi haklarını elde etmekle kalmadı, rahmetli Türkeş ve Erbakan’dan Behice Hanım’a kadar herkesin hesabını gördü. 1991 seçimlerinde yine millet mahkemesinde yarıştık ve birinci parti olduk. Sayın Demirel Başbakan oldu. İhtilalle bundan güzel hesaplaşma olabilir mi? Ardından Cumhurbaşkanlığına yükseldi. Bu tarihte de ihtilalcilere karşı kazanılmış bir zaferdi. Milletin verdiği beraat kararıydı. O ihtilali yapanlara karşı başbakan, cumhurbaşkanı olması, şahsi olarak meseleyi halletmesi anlamına geliyordu”(4).
Bakınız Süleyman Demirel’i veya İsmet Sezgin’i seversiniz ya da sevmezsiniz, o sizin bileceğiniz iştir. Ancak yiğidi öldürün hakkını yemeyin, yukarıdaki sözlerde devlet adamı kimliği de olan demokrasi yanlısı iki bilge adamın profilleri gizlidir. Zira bu ülkede 12 Eylül Darbesi’ni destekleyenlerin sayısı hiç de azımsanacak gibi değildir. Çünkü bu millet, 12 Eylül Anayasası’nı %92 gibi, hiçbir referandumda rastlanmayan bir oy çoğunluğu ile kabul etmiştir. Hiç kimse de çıkıp bu %92’lik çoğunluğa “Aptal, ahmak, geri zekalı…vs” diyemez. 12 Eylül Darbesi’nin en mağdur kişisi olan Süleyman Demirel bile öyle demedikten sonra, başkalarına böyle demek hiç yakışı kalmaz. Zira şu sözler Sayın Demirel’e aittir:
“Bu dava görülürken halkın 12 Eylül’deki tavrını da hesaba katmak gerekir. 12 Eylül benim elimden Başbakanlığı aldığında, halk alanlara alkış tuttu. 12 Eylül idaresinin yaptığı anayasaya yüzde 92 oy verdi…12 Eylül’ü yapan Kenan Evren’i Cumhurbaşkanı seçti. O da 7 yıl Cumhurbaşkanı olarak görev yaptı. 12 Eylül’ü destekleyenler şimdi mahkemeye sevk edilen Evren ve Şahinkaya’dan ibaret değil. Yani 12 Eylül’ü hâlâ destekleyen iki kişi değildir. Hâlâ o zamanın şartlarında gerekliydi, başka çare yoktu diyen bir halk kesimi var…”(5)
12 Eylül darbesine verilen destekleri gizlemenin ve destek verenleri yargılamanın ve buralardan çıkar sağlamaya çalışmanın hiç kimseye yararı yoktur. TV ekranlarında, boy boy 12 Eylül’e destek veren ve Kenan Evren’e destek mektupları yazarak sözüm ona yalakalık yapan gazeteciler deşifre edilmektedir. Bunlar yanlış şeylerdir. Üstelik bu tür makale ve mektuplar, Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın avukatlarına savunma malzemesi olmaktan başka işe yaramazlar.
Bu konuda kendimden örnek vermek gerekirse; darbenin yapıldığı sene Çankırı İmam-Hatip Lisesi’ni bitirmiş ve Bursa’da İşletme Fakültesi’ni kazanmıştım. Ülkücüydüm. Hata Akıncıların çıkarmış olduğu bir kavgadan dolayı sabıkam bile vardı. Kavgayı onlar çıkarmıştı ama “Darp ve öğrenim özgürlüğünü kısıtlamaktan” dolayı onlarla birlikte biz ülkücüler de sabıkalı durumuna düştük. Ve bu durum, sonraki tarihlerde birçok kere önüme çıktı ve beni hayattan nefret bile ettirdi! Eğer darbe yapılmayıp sokak çatışmalarının önüne geçilmeseydi, herhalde Bursa’ya gidip okuyamazdım. Yapacağım tek şey, köyün birinde imam olmaktı. Ancak şimdi gördüğünüz gibi, sanal âlemde de olsa sizlere bir şeyler anlatma konusunda kendimde cesaret bulabiliyorum. Üstelik bir sürü de kitabım var.
Bütün darbeler kötüdür!
Laik ve demokratik bir ülkenin özgür vatandaşları olarak, darbelerin ve ihtilallerin kötü olduğuna, iktidarların demokratik yoldan ve halkın özgür şekilde vereceği oylarla değişmesi gerektiğine, en azından kahir ekseriyetimizin inancı ve imanı vardır. İktidarların başka yollarla el değiştirmesini veya oy verdiği partinin sürekli olarak iktidarda kalmasını isteyenler de vardır bu ülkede. Hatta sürekli darbe yapılmasını isteyenler de bulunabilir.
Ancak bize göre de bütün darbeler kötüdür ve suçtur. Darbe yapanlar ve böyle bir girişimde bulunanlar mutlaka bağımsız mahkemelerde yargılanmalıdırlar. Bir şartla ki; bu yargılama işi, zamanında yapılırsa bir anlam ifade eder.
Peki, geç de olsa 12 Eylül Darbesi’ni yapanları yargı önüne çıkarmakla ve TSK’nin darbe yapmasına imkân sağlayan yasal hükümleri değiştirmekle darbelerin önüne geçilebilir mi? Böyle bir şeye inanmak bir kere en başta eşyanın tabiatına aykırıdır. Eğer öyle olsaydı, insanlar idam edileceklerini bile bile idamlık suç işlemezlerdi. Darbe zaten suçtur. Adam suç işlemeyi göze almışsa, sizin engelleyici kanunlarınızı hiç dinler mi? Nasıl olsa o kanunları ortadan kaldırma ve yeni düzenlemeler yapmak için yapmıştır darbeyi.
Mustafa Kemal Atatürk, okullardan kaldırılıp kaldırılmaması tartışma konusu yapılan “Gençliğe Hitabe” de der ki; “Ey Türk Gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir. Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin!..”
Peki, Türk Gençliği, Türk istiklâlini ve Türk Cumhuriyetini nasıl ilelebet, muhafaza ve müdafaa edecektir. İstikbalde kendisini, bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî bedhahlarla nasıl mücadele edecektir? Elbette gerektiğinde silahına sarılarak yapacaktır bu işi. Bu işi yapacak olan da herhalde başka ülkelerin gençlerinden oluşan ordular değil, Müslüman Türk gençlerinden oluşan Türk Ordusu olacaktır.
Dolayısıyla; geçmişte darbe yapan Kenan Evren ve arkadaşlarını, günümüzde de darbe girişimlerinde veya darbe hazırlığında bulundukları, bunun için planlar yaptıkları gerekçesiyle tutuklanan bazı subayları yargılıyoruz diye, Türk Ordusu’nu yıpratmaya ve TSK aleyhinde ağza alınmayacak şekilde laflar etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Çünkü bugün millet olarak dünyanın bu en stratejik ve kavşak noktasında eğer huzur içinde yaşıyorsak bunu tamamen Kahraman Türk Ordusu’na borçluyuz. Eğer Manavgatlı Jandarma Üsteğmen Ahmet Ozan Şarlak (ki; Allah rahmet eylesin) Şemdinli dağlarında şehit olmayı göze almasaydı, biz Ankara’da, İstanbul’da veya yurdun başka yerlerinde kesinlikle huzur içinde yaşayamazdık.
O bakımdan gazeteci Güngör Mengi’nin şu sözlerine katılıyorum: “Askeri darbenin mahkûm edilmesi birkaç darbecinin hüküm giymesinden daha önemlidir. Bu hedef şimdiden gerçekleşmiştir… O nedenle yargılamayı abartmaktan ve siyasi sömürü aracı olarak kullanmaktan sakınmalıyız artık!”(6). Bu bakımdan Sayın Başbakan’ın, referandumda “Hayır” oyu verenlerin müdahil kuyruğunda sıraya girdiklerini söylemesini de, Kılıçdaroğlu’nun kendisine verdiği cevabı da son derece yersiz buluyorum. Burhan Kuzu’nun Demirel’i müdahil olmaya çağırmasının altında yatan niyeti şimdi daha iyi anlayabiliyorum. Çünkü AKP’liler, tıpkı CHP ve MHP ile alay ettikleri gibi Demirel’i de alay konusu yapma ve buradan kendilerine siyasi çıkar yapma arayışındadırlar…
_____________
1- “Demirel darbeyle hesaplaştı” başlıklı ve Çınar Özer imzalı haber,
2-,
3-Fikret Bila, “Demirel: ‘Ben 12 Eylül’le hesaplaştım’” başlıklı yazası, Milliyet, 5.4.2012,
4- 1 nolu dipnotta belirtilen haber.
5-Fikret Bila, agm.
6- Güngör Mengi, “Abartmayalım, sömürmeyelim” başlıklı yazısı, Vatan, 5.4.2012.
Bir yanıt yazın