Suriye ile ilgili iki önemli gelişme: Rusya ve Çin’in Suriye konusunda daha ihtiyatlı ifadelere geçişleri ile Türkiye’nin Suriye’deki vatandaşlarını geri çağırması. Şam’daki yönetimin geleceği konusunda trafik gittikçe hızlanırken bu haberler önemli gelişmelerin yaşanacağının işareti. Son vuruş öncesinde büyük engel Rusya ve Çin ise pozisyonlarını yumuşatma sinyali verdiler. Bunun karşılığında neler aldıklarını zamanla öğrenebiliriz.
Türkiye’nin Suriye’de ve Suriye’nin Türkiye’de on binlerce vatandaşı bulunmaktadır. Bunların büyük kısmı başta ticaret ve ulaştırma olmak üzere eğitim, seyahat ve benzeri sebeplerle komşu ülkededirler. Suriye’deki vatandaşları geri çağırmak demek binlerce ailenin ekmek teknesini çöpe atmakla eşanlamlıdır. Olaylar bu kadar tırmandığı halde halen orada vatandaşlarımızın varlığı ve zaman zaman bunların ölüm haberleri, maişet konusundaki çaresizliğin göstergesidir. Yılların sabrı ve gayreti ile bir kapı açılmış, vatandaş sermayesi ile birlikte güven ve istikbalini de bu ülkeye yatırmışken, şimdi “geri dön” diyoruz. Dönünce ne yapacak? Geçimini nasıl sağlayacak? Aldığı kredileri nasıl ödeyecek?
Belirtmek gerekir ki Suriye’nin Türkiye dışında dört komşusu daha var: Irak, Ürdün, İsrail ve Lübnan. Ayrıca Suriye, Akdeniz sahildarı bir ülkedir. Bununla beraber Türkiye başından beri Şam yönetiminin karşısındaki en büyük siper haline geldi. Bu durumda Türkiye aynı zamanda Esat rejiminin bölgesel destekçileri olan İran ve Irak’ı da karşısına almıştır.
Batılı ülkeler ile İsrail’in adeta karakolu durumunda olan Ürdün, Suriye ile ilişkilerinde çok daha ihtiyatlı hareket etmektedir. İlginçtir ki muhaliflerin coğrafi yakınlığından dolayı Ürdün’deki mültecilerin sayısı 140 bini geçtiği halde resmen bir mülteci kampı kurulmamıştır. Ürdün yönetimi Suriye ile ilişkilerini bozmamak için böyle bir politikayı tercih ettiğini ileri sürmektedir. Eğitim, ticaret, akrabalık gibi Türkiye için sözkonusu olan entegrasyon unsurları Ürdün için fazlasıyla geçerlidir. Bu gerçekler karşısında bölgede Mısır ile birlikte önde gelen “batıcı” ülke durumundaki Ürdün’ün doğrudan Suriye’yi karşısına almaması elbette makul karşılanabilir. Bununla beraber böyle bir konuda Ürdün’ün tek başına politika belirlemiş olduğuna ihtimal vermiyorum. Türkiye’yi Suriye cephesine iten batılı teşvikçilerin Ürdün’ün haritadaki yerinden habersiz olduklarını da söylemek mümkün değildir. Aynen Libya ve Mısır’da olduğu gibi ne zamana kadar süreceği belli olmayan kaos, iç savaş, istikrarsızlık aşamalarında Türkiye ile demirperde örüldükten sonra Ürdün üzerinden gelişmelerin kontrolü için altyapı hazırlandığı kanaatindeyim. Bölgenin yeniden dizaynında ve bu sürecin kontrolünde Ankara değil de Amman’ın merkez olmasının şartları hazırlandı. Halbuki olayların başlangıcına kadar Suriye ile Ürdün arasındaki siyasi ilişkiler, Türkiye ile olanın tersine son derece donuktu.
Ürdün, Suriye ile Suudi Arabistan arasında bulunup, Suudi hükümeti Şam’a karşı aktif bölge ülkelerindendi. Ekonomik imkanları, Arap kardeşliği gibi hususlar dikkate alındığında çok daha geniş kapsamlı mülteci kampları Suudi-Ürdün ortaklığı ile kurulamaz mı? Suriye’nin diğer komşuları Irak, özellikle Irak’ın kuzeyi ile Lübnan konusunda da benzer tahliller sözkonusudur. Öte yandan Türkiye, mültecileri ülkesine çekmeye teşvik ederken bu insanların hayatını daha büyük riske atmalarına da zemin hazırlamıyor mu? Ki bu yüzden Suriye muhalefeti Türkiye’ye dargındır. Çünkü başta beklentiler yüksek tutuldu. Ancak her geçen gün Şam’daki demir diktatörlüğün gücü gerçeği daha bariz ortaya çıkmaktadır.
Wikileaks belgelerinden son sızıntılardan, ABD’deki derin mahfillerin dünyayı uyutma projeleri üzerinde büyük mesai harcadıklarını öğreniyoruz. Bunun için tıp bilimleri yanında bilgisayar ve her türlü teknolojik imkanlar seferber edilmiş. Çok yönlü hipnoz teknikleriyle dünya kamuoyu, dolayısıyla hedef ülke halkları ile yöneticiler, aydınlar ve akademisyenler istenen şekilde uyutuluyor, belirlenen hedefe yönlendiriliyor.
Yaklaşık on yıl önce hazırlanan projeler Arap Baharı gelişmelerinde hayat sahası buldu. Bir dönem silahlandırılan, her türlü siyasi ve teknolojik destek verilen, yönettiği halkla arasına uçurumlar kazılan rejimler doğrudan hedef haline geldi. Bir anda bu diktatörlüklerin destekçilerini halkın yanında gördük. Şimdi ise demokrasi, insan hakları, refah toplumu gibi söylemlerle ülkelerde istikrarsızlık beslenmekte ve bölünme senaryoları uygulamaya geçmektedir. Bu yazıyı yazmaya başladıktan sonra Suriye şehirlerinde veya Türkiye yollarında kim bilir kaç kişi daha makineli tüfek ateşleriyle son nefesini verdi.
Suriye’de yaşanan zulüm, katledilen insanlar, on yıllardır nüfus cüzdanı alma hakkı dahi olmayan yüzbinler. Ve Türkiye ile ilişkilerin seyrindeki iniş çıkışlar. Bugünkü tabloya tekrar tekrar bakıyoruz. Sık sık gözlerimizi ovuşturma ihtiyacı duyuyoruz: “Acaba şu anda mı uykudayım, dün mü uyutulmuştum? Yarın önemli olaylar yaşanacakken uyutulmuş mu olacağım?” Herkesin bu soruları tekrar tekrar sorması lazım. Dış politikada karar verenler var. Bir de bunların istenilen istikamette karar vermeleri için şartları hazırlayanlar. Türkiye’nin Suriye halkının yanında olması yetmiyor. Uzun vadede akıtılması planlanan kanı en az seviyede tutması için daha geniş ufuklu bakış açısı ile on yılları kucaklayan barışçıl politikalara ihtiyaç var. Bu politika sadece Washinton’la kurulamaz. Fakat Moskova, Tahran, Bağdat, Beyrut gibi bölgesel ve küresel başkentler ile iç politik aktörler de devrede olmalıdır. En önemlisi ise Şam ile köprüler yeniden tesis edilmelidir. Muhalif cepheyi satmak için değil, onların hayatlarını ve geleceklerini garanti altına almak için.
Öncevatan, 20.03.2012
[email protected]
Bir yanıt yazın