Doç. Dr. Mehmet Seyfettin EROL
1921; Kurtuluş Savaşı’nın devam ettiği, bağımsızlık mücadelesi verdiğimiz yıl. Yer Moskova, Sovyet-Afgan anlaşmasının imzalanmasından üç gün sonra, yani 1 Mart 1921 ve Afgan heyeti ile Türk elçilik heyeti arasında ilk Türk-Afgan ittifakının imzalandığı tarih. Moskova’da imzalanan bu dostluk antlaşması yalnız hükümetler arası değil, halklar arasında da dostluk ve yakınlığın tesis edilmesi anlamına geliyor.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’nin Afganistan ile yakınlaşma sürecine girmesi daha o günlerden Türkiye’nin bağımsız bir dış politika ve bu bağlamda Doğu’da denge sağlama ve Asya’ya açılması çabalarının bir neticesi olarak değerlendiriliyor.
Ve yıl, 1927… Emanullah Han, Afganistan’ın eğitim ve modernleşme çalışmalarına katkı ve destek için diğer ülkelerdeki yenilikleri yerinde görmek ve yetişmiş eleman temini amacıyla Aralık 1927’de bir dış ziyarete çıkıyor. Mısır, Fransa, Belçika, İsviçre, Almanya, İngiltere ve Rusya’yı ziyaret ettikten sonra, son olarak Mayıs 1928’de Türkiye’ye geliyor.
Sonrası Sadabat Paktı süreci… Tek kelimeyle “Cumhuriyet Türkiyesi”nin İngiltere ve Rusya karşısında yürüttüğü güvenlik eksenli denge politikasının önemli bir parçası. Afganistan bir kez daha burada en önemli müttefikimiz, güvencemiz. Bir diğer ifadeyle Misak-ı Milli sınırları içine hapsedilmiş bulunan genç Cumhuriyetin jeostratejik ufkunun ve stratejik derinliğinin ayrılmaz bir parçası. Nitekim, NATO’ya üye olduğumuz tarihe kadar da, bağımsız dış politikamızın ayrılmaz bir parçası olarak Afganistan’da sadece “biz, kendimiz” varız.
***
Tarih 16 Mart 2012. Kaderin garip bir cilvesi, Türk-Afgan ilişkilerinin sembol ayı “Mart” bu sefer bir trajediye damgasını vuruyor. “Yeni Büyük Oyun”un “Birinci Adresi” ve “Merkez Ülkesi” konumunda bulunan Afganistan’da verilen on iki şehit ile birlikte tüm dikkatler bir kez daha “Güney Türkistan”ın önemli bir parçası olan bu ülkeye çevriliyor.
Afganistan ve Türkiye hep birlikte şehitlerine ağlıyor…
Düne kadar Suriye, İran, İsrail-Filistin meseleleri ağırlıklı olmak üzere, “Arap Baharı” çerçevesinde seyreden; başta Ortadoğu ve yakın çevre ağırlıklı diğer bölgesel gelişmeler ve onların esas arka planını oluşturan ABD-AB merkezli devam eden dış politika gündemimizde bir anda “eksen kayması” yaşanıyor.
Oldukça acı ve yürekleri yakan bu gelişme karşısında Türkiye’nin Afganistan’daki varlığı ve NATO’da üstlendiği (daha yerinde bir tabirle, şartlar itibarıyla üstlenmek zorunda kaldığı) misyon da sorgulanmaya ve ciddi bir şekilde eleştirilmeye başlanıyor. Öyle ki, amiyane tabirle, “Afganistan da nire?”, “Orada da ne işimiz var?” türünden sorular, bir kez daha havaya hakim oluyor.
***
“NATO” ve “Türk askeri” bağlamında yine “biz” sorgulanıyoruz. “Haç” ve “Hilal” ikilisine bir anlam verilemiyor, bir kez daha farklı anlamlar yüklenmeye çalışılıyor.
“1921’de imzalanan dostluk anlaşması ile karşılıklı olarak birbirlerinin bağımsızlıklarını tanıyan ve taraflardan birine yapılacak bir saldırıyı diğer taraf kendine yapılmış sayacakken, nasıl oluyor da Türkiye, şeklen meşruluk zeminine sahip bulunan Afganistan’ın 2001’den bu yana işgal girişiminin bir parçası olabiliyor?” sorusu ile karşı karşıya kalıyor.
Aslında, şekil şartları itibarıyla çok da yersiz bir soru değil!
Fakat jeopolitik ve rasyonalite bu yoğun duygusal atmosfer içinde ne yazık ki çok farklı şeyler söylüyor, hoşumuza gitmese de…
***
Nitekim, Afganistan’ın tarihsel anlamda Büyük İskender’den itibaren, özellikle de 19. yüzyılın ikinci yarısından bu yana devam eden “Birinci” (İngiltere-Rusya), “İkinci” (SSCB’nin Afganistan’ı işgali ile birlikte ABD-SSCB arasında) ve “Üçüncü Büyük Oyun”daki (11 Eylül sonrası ABD’nin işgali ve bölgesel topyekûn direnç) değişmez yerini ve önemini hatırladığımızda, ne demek istediğim daha net anlaşılacaktır.
ABD’nin Afganistan’ı işgal gerekçelerine baktığımızda da benzer bir durum ile karşılaşmaktayız. Nitekim “Yükselen Doğu” karşısında küresel hakimiyetini devam ettirmek isteyen ABD açısından Afganistan’ın öncelikle nükleer güce sahip olan Rusya, Çin, Pakistan, Hindistan ve nükleer silaha sahip olma yolunda olan İran üzerinde bir denetim anlamına geldiğini görmekteyiz.
Batı dışındaki dört büyük kültür havzasının -İslam, Hint, Rus Ortodoks ve Çin- merkezinde yer alması dolayısıyla bu bölgedeki jeokültürel dinamikleri istediği zaman harekete geçirebilme imkanına sahip olmak isteyen ABD’nin bir diğer hedefi olarak ise Asya’dan güneye inen ulaşım koridorlarını görmekteyiz. Bölgedeki enerji kaynakları ve bunla ilgili güzergahları da unutmamak gerek…
ABD’nin başlangıçtaki hesabı buydu… Fakat, sonrasında yaşanan gelişmeler; 2014 belki de bir yıl öncesi itibarıyla ABD’yi bu ülkeden çıkmaya zorluyor. “Gönüllü” ya da “planlı” bir çekilme söz konusu. Ama bu oyunun sona erdiği (game over) anlamına gelmiyor. Aslında daha yeni başlıyor. Türkiye açısından da yeni başlayan bu oyunu bir sonraki yazımızda irdelemeye devam edeceğiz…