Türkiye’nin Nükleer Seçenekleri
Dr. Muzaffer Karasulu, Eylül 2009, New York
Yıllar önce, İTÜ- Nükleer Enerji Enstitüsü’nde öğrencilik yıllarımda(1970) başlayan sancılarım bir türlü dinmek bilmiyor. Hangisi bizim için en iyisidir, neden? ; Hangi modeli takip etmemiz uygundur, neden? Nereye kurulsun, neden? Kimden alalım, neden ? Yıllar bu ve bunlar gibi daha yüzlerce soruları ve nedenleri yanıtlamakla geçti.
Türkiye’yi son ziyaretimde, Zeitabstand 2007, artık varillerin ne olacağının konuşulduğu ve tabir-i caiz ise, insanımızın sapına kadar çevreci kesildiği, taksi şöförlerimize kadar hepimizin birer nükleer uzman kesildiğini görmek, ne yalan söyleyeyim ülkem adına beni hem sevindirdi hem de üzdü. Sevindim çünkü, uyanık insanımız dünya olaylarını yakından takip ediyor ve günlük konularla ilgileniyordu. Üzüldüm çünkü, halen ayni yerde sayıyor, bir başka deyimle, konuyu gene sadece konuşuyorduk. Hemen hemen ayni günlerde uzun zamandır beklenen nükleer santral ihalesi de püff (!) çıkınca daha da üzüldüm. Dünya nükleer kamu oyunda gene alay konusu olduk. Bu sonuçtan Ruslar bile şoke oldu. İhaleye çağırma belgesinin(Request For Proposal-RFP) neyi kapsadığını bilmiyorum ama, açılan ihaleye sadece Ruslar teklif verdiği için tartışmasız olarak ihaleyi kazanmış(!) olmaları nedense pek garip göründü. Bu durumlara yer vermemek için, standart olan ihale davetiyesi koşullarından biri olan, “ belli sayıda katılım olmadığı takdirde ihalenin tekrarlanacağının” açık olarak baştan belirtilmesidir. Maalesef, bunun unutulduğunu görüyoruz.
Auf der anderen Seite, bir petrol ve doğal gaz gölü üzerinde yüzen komşumuz İran’ın nükleer teknolojide eriştiği konuma bakınca; Arap ülkelerinin, ve Venezüella’nın bile nükleer santrallar kurmak için girişime geçtikleri dünyamızda artık yukardaki sorulardan çok bizde neyin eksik olduğunu aramanın daha yararlı olacağını düşünmedim dersem yalan olur. Kısacası, bu makalemde Türkiye’nin hangisini, nereye, kiminle ve ne zaman yapmasından çok hangi stratejik nedenlerle nükleer teknolojide bekleneni yapmış olması gerektiğinden bahsetmek istiyorum. Efendim, “Ermenistan, Bulgarien, Romanya ve İran bile yapıyor da …” gibi doldurmalara gelmeden, neden Türkiye şimdiye kadar nükleer teknolojiye geçmeliydi sorusuna da sadece başlıklarla yanıt vereceğim ve sonra da, bazı nedenleri detayları ile irdeleyeceğim.
1- Başta, çok kesin olan enerji ihtiyacımız nedeniyle,
2- Eğer gerçek bir yeşilci ve çevreci isek, gerek insanımızın saglığı, gerekse çevrenin korunması için dışardan
satın alınan kömür ve doğal gazdan elektrik üretimi ile milli gelirini sar savur eden bir ülke durumuna düşmemek için,
3- Yetiştirdiğimiz insan gücünü başkalarının kullanmasını istemiyorsak,
4- Yakın ve Ortadoğu’da potansiyelimiz olan gerçek teknolojik ve ekonomik güç düzeyimizi bulmak istiyorsak, und
5- Bölgede ve dünyada politik ve askeri stratejilerimizde başarılı olmak istiyorsak, çoktan (en geç 1980’ lerde )nükleer enerjiye geçmiş olmalıydık.
Yukardaki ilk üç neden hem açık hem de daha önceden yazılmış ve konuşulmuş konular oldukları için sadece referanslar vermekle yetineceğim. Kısacası, gayri safi milli gelirimizin %23’ünü dış enerji alımlarına harcamaktayız1. Dünyanın en müsrif yolla elektrik üreten ve kullanan bir ülkesi olduğumuzu (elektrik üretiminin %44’ünü doğal gazdan yapan), fakat halen dünya elektrik tüketiminde dünya ortalamasının altında kaldığımızı görüyoruz. Bunun başlıca nedenlerinden biri dışa bağımlı firmaların kurduğu ve işlettiği bu santrallerin işletici için doğal gazın en karlı bir seçenek olmasındandır. Bilinen gerçek odur ki, nükleer santrallar sıfır karbon atığı olan en çevreci elektrik üreten sistemlerdir2 ve kısa vadede fosil enerji kaynaklarının kullanılmasının doğurduğu hava kirliliğine yegane çözümdür. Diğer alternatif enerji kaynakları olarak bilinen yenilenebilir kaynakların(güneş,rüzgar,dalga ve jeotermal gibi) henüz ekonomik olarak kullanılmalarının sınırlı olduğunu ve dünya toplam enerji tüketiminin %5’nin ötesine geçemediğini görmekteyiz1 , 2. İnsan kaynaklarımıza değinen üçüncü nedene gelince, ülkemizde yetişmiş 425’e yakın nükleer mühendisten bu gün sadece %29’unun ülkede ve nükleer konularla ilgili işlerde çalıştığını, geriye kalan %70’nin ya nükleer endüstri dışında işlerle meşgul olduklarını, ya da ülke dışına göç ettiklerini üzülerek gözlüyoruz3.
Dördüncü ve beşinci nedenleri biraz detaylarına girerek konuyu genişletmek istiyorum. Her ne kadar açık olsa bile, Türkçeden çevirme yapacaklar için, beşinci nedendeki “askeri” sözcüğünün nükleer teknolojinin askeri amaçla kullanılacağı anlamında düşünülmediğini gene de tekrarlamak isterim. Dördüncü nedeni gerçekleştirebilen bir Türkiye, beşinci nedeni zaten gerçekleştirmiş bir Türkiye olacaktır.
İlk nükleer santralımıza karar vermeden önce gelecekte nasıl bir iş modeli düşündüğümüzü planlamamız, bunu en azından aramızda tartışmış olmamız gerekir. Bence, Güney Kore bizim için çok güzel bir model olarak görünüyor. Bunu yıllarca izledik ve bireysel olarak da çoğumuz gözledik. Mutlaka G.Kore’nin geçirdiği evreleri ve hazırlıklarını incelemeliyiz . Michigan Ünversitesinden yakın dostum KEPCO ‘nun eski Deputy Manager’i Dr. Lee “bunu nasıl başardınız?” soruma sadece “50 senelik bir planla” diye yanıtladı. 1968’de , Kore harbinden yaklaşık 20 sene sonra, nükleer teknolojiye geçmeye karar verdiklerini ve 1990’ların sonunda da başkalarına reaktör satacaklarını bile ilk planlarında dönüm noktası olarak işaret ettiklerini ve düşlediklerini, programa yeni katılan her elemana da herşeyden önce bu düşlemenin nasıl yapılacağını öğrettiklerini anlattı. Aradan geçen kırk yıla bakınca, G.Kore’nin bu gün geldiği düzeye hayran olmamak elde değil. Londra kulübünün dışında, sadece G.Kore’nin teknoloji transferli reaktör satmaya hazır olduğunu görüyoruz. Bu hiç de küçümsenemeyecek bir başarıdır.
Yakın ve Ortadoğu’da Potansiyelimiz olan Gerçek Teknolojik ve Ekonomik Güç Düzeyimizi Bulmak İstiyorsak
Dördüncü ve beşinci nedenlerin önemini, Türkiye’nin bu gün kendi uydusunu yörüngeye kendisi istediği zaman fırlatabilen, ve örneğin Ürdün’e ve diğer Arap Ülkelerine reaktör satabilen bir güç olduğunu düşleyebildiğimiz zaman ancak açık ve anlamlı olarak anlatabileceğimi zannediyorum. Bu düşlemelerimize Türkiye’nin bölgede İran’ın uranyum zenginleştirmesi ile çıkmaza giren politik durumu stratejik saygınlığı ve teknolojik seviyesi ile, kimsenin de sesinin çıkamayacağı bir şekilde çözüm üretebilen bir ülke haline getirilmesini de eklemeliyiz. Bu çözümü üretecek Türkiye’nin halen üyesi olduğu küresel zenginleştirme ve ortak nükleer yakıtlar birliğini kullanarak bölgenin teknoloji merkezi olabilmesini sağlamak hem de İran ve Türk Cumhuriyetlerini biraraya getirebilmiş olmasını düşlemektir. Zenginleştirme sorununu çözmüş olsa bile uranyum rezervleri sınırlı olan İran’ın kendi başına ne yapacağı merak konusudur. Unutulmaması gereken bir konu da Avrasya’nın eski sovyetler birliğinin uranyumunun %78’ni üreten ülkelerden oluşmasıdır. Bunun ne kadar güçlü bir stratejik durum olduğunu gören sözde dostlarımız ne yazık ki bizi yanlış yollara sürüklemek için kötü akıl hocalığı yapmayı yeğlerken kendileri Özbek ve Kazak uranyumunun nasıl paylaşılması gerektiği stratejilerini geliştirmişlerdir.
Güney Kore’nin yukarda bahsettiğim düşlemesine dikkatinizi tekrar çekmek isterim. Eğer bir önceki paragrafta değindiğim konuları biz kendimiz yapamaz ve düşleyemezsek, nükleer teknolojiye geçmeyi bile düşünmemiz yersiz olur. Tavuk kümesi alır gibi reaktör almanın bir anlamı olamayacağını, iki gün sonra “al bunu götür, ben bunu beğenmedim” denecek gibi bir durumun da söz konusu olamayacağı için gerçekten çok dikkatli olmamız gerekir. Bir zamanlar dillerden düşmeyen “Yap-İşlet – Devret” YİD (İngilizcesi Built-Operate-Transfer BOT) modeli de kapitülasyon ve sömürgeciliğe pazar açıp “buyurun ağalar!..” demekten başka birşey değildir. Teknoloji transferinin çok sınırlı olduğu bu model, aynen doğal gazdan elektrik üretmek gibidir. Bence, başkalarından direk olarak elektrik satın almak YİD modeli ile nükleer santral almaktan daha az riskli bir modeldir. Yakından incelendiğinde bunun antlaşma yapılması çok zor bir iş modeli olduğu görülecektir . TAEK kontrolunda Türkiye’de reaktör inşaa etmek ve işletmek ve ayni zamanda çok yüksek karlar planlamak batılı şirketler için rizikosu yüksek bir yatırımdır . Batıda bunu göz önüne alabilecek çok az sayıda şirketin olduğu görülecektir.
2007 Haziran’ında New York’da Amerikalılar’a reaktör satmaya çalışan Fransız şirketi Areva’ nın müdürlerinden eski bir dostum , Mösyö Bucaille, ısrarlı bir şekilde “ Dr. Karasulu, Türk’ler için EPR4’dan başkasını düşünmüyorsunuzdur herhalde?” sorusuna sadece gülümsedim ve hiç bir yanıt vermedim, veremedim; Kendisi tekrar ısrar edince de dayanamadım ve “Türkleri AB’ye Kabul ettiğinizi bilmiyordum” deyince masadaki herkesin Fransıza katıla katıla gülüşünü hiç unutamam. Bu ABD’de “french-fries” olarak bilnen patetes kızartmasının “Freedom-fries” olarak değiştirildiği dönemden hemen hemen üç sene sonra olan bir olaydı. Fransız dostumla aramızda geçen bu konuşmayı naklederken, bu işin ne denli politik olduğunu anlatmaya çalıştım. İTÜ- Nükleer Enerji Enstitüsü’nü kuran Rahmetli hocam Prof. Nejat Aybers’in bize her fırsatta iletmeye çalıştığı teknik olmayan bir konu da duvarları nasıl yıkmamız gerektiğiydi. Kendi sözleri ile; “ Üstadım, işiniz Londra klübüne girmektir, gerisini zaten yaparsınız” dediği konunun halen geçerlikte olduğunu görüyoruz. Nejat Bey, zamanın uluslar-arası politikalardaki olumsuzluklarını görerek, Londra kulübüne girişimizi biz teknik adamlara düşen bir başka görev olarak vurguluyordu. 1997’de Washington D.C’de uluslar- arası bir enerji konferansında Türkiye’ye reaktör satmayı planlayan zamanın Westinghouse şirketinin CEO’su planlanan AP600/900 reaktörünün dizayn ve gücü hakkında bilgi verirken Yunan ve Ermeni delegeleri tarafından soru yağmuruna tutulduğunu ve kendisine bunun ne kadar tehlikeli olacağını Pakistan ve Hindistan örneklerini göstererek anlattılar. Zavallı CEO’yu, Türkiye’nin uluslar- arası nükleer silahsızlanma paktını (NPT) imzalamış bir NATO ülkesi olduğunu; Hindustan, Pakistan ve diğerleri ile karıştırılmaması gerektiğini gürültüler içinde anlatmaya çalışırken görmenizi isterdim. Ben de bir Amerikan şirketini temsilen Ermeniler’in depremden hasar görmüş tehlikeli sovyet reaktörlerini ne zaman kapatacaklarını sorunca toplantı salonunun karıştığını hiç unutamam. Nedense, Türkiye hep sustu; Örneğin, Ermenistan’ın depremde büyük hasar gören Sovyetlerin inşaa ettiği eski model VVR440 reaktörlerini derhal durdurmalarını istemeliydik. Bunu her yerde her zaman herkese anlatmalıydık. Bir tanesini kapattılar ama ikincisi halen çalışıyor. Bu durum bir avrupa ülkesinde olsaydı durumun ne olacağını görmedik mi? Bulgar, Doğu Almanya ve Çekler’in ayni tipteki reaktörleri için, hiçbir hasar ve aksaklıkları olmasa bile, AB ülkelerinin güvenliği nedeniyle ne yaptıklarını hepimiz biliyoruz. Hatırlanacağı gibi, Pakistan ve Hindistan önce barışçıl amaçlı güç reaktörleri satın alıp, ardından paralel olarak askeri amaçlı yakıt üretmeye başlayınca, reaktörleri satan ülkeler Kanada ve ABD bu ülkelere yakıt vermeyi durdurdular ve ambargo uyguladılar. Bu reaktörlere o zaman alay edercesine “Tavuk Kümesi” dendi. İki ülke de uluslar- arası nükleer silahsızlanma paktına imza atmadılar ve nükleer bomba yapmaya karar verdiler. Bizim yakın geçmişteki bu ikiliye benzetilmemiz hiç de söz konusu olmasa bile, AB’nin Türkiye’nin üyelik başvurusuna bile gösterdiği anlamsız taraflılığı göz önünde bulunduracak olursak, ve eğer yapacağımız antlaşma/kontrat uzun vadeli yakıt sağlanması garantisini kapsamıyorsa, Fransa ve Almanya’nın ve geri kalan AB ülkelerinin başımızı ağırtabileceklerini düşünmemiz gerekmez mi? Ruslar’ın bile İran’a, inşaa etmekte oldukları Büşer santralı için, yaptıklarını görmemek için ya kör ya da sağır olmak gerekir. Çoğumuzun esefle hatırlıyacağı gibi, 1980’li yıllarda Çekmece Nükleer Araştırma Merkezinde yürütülen bir izotop üretme deneyini bahane ederek Çekmece Araştırma reaktörünü satan ABD tarafından uzun müddet araştırma reaktörümüzün yakıt yenilenme konusu ertelenmişti. Eğer bu bir güç santralı olsaydı, elimizde suyu kesilmiş bir hidro-elektrik santrale, yani tavuk kümesine dönerdi. Bu durumlara düşmektense, Bulgaristan ve Ermenistan’dan bile elektrik satın almaya devam etmek daha az ekonomik riski olan bir yaklaşım olacağı gibi, enerji köprücülüğünde Yukranya’yı elimine etmek isteyen Putin’le bile anlaşmak olumlu görünmektedir.
Türkiye’nin gerek inşaat sektöründe eriştiği düzeye, gerekse yetiştirdiği insan gücüne bakınca kurulacak olan nükleer santralın inşaat ve betonarme işlerini başaracağımızdan eminim. İnşaat şirketlerimizin dünya çapındaki projelerde gösterdikleri başarılarına bakarak, nükleer santral inşaatını da üstlenebileceklerinden hiç bir kuşkum yoktur. İnşaat ve betonarme, toplam santral projesinin hemen hemen %30’unu oluşturur. İhaleyi kazanacak yerli şirketlerimizin Türkiye Atom Enerjisi Kurumu(TAEK)’nun kurallarına ve denetimine bağlı olarak bu işi becerceklerinden kimsenin şüphesi olmamalıdır. Unutulmaması gereken konu nükleer santral inşaatı ve betonarme tekniklerinin Orta-doğu ülkelerine saray , alış-veriş merkezi, yol , ya da hava alanı inşaa etmekden biraz farklı olmasıdır ve yap, bitir, paranı alıp çek- git durumu da düşünülmemelidir. Santralın geriye kalan %70’ini nükleer buhar üretme sistemi(NSSS- Nuclear Steam Supply system) adı verilen makina ve reaktör kalbi( türbin, pompa, valf , kontrol sistemleri ve nükleer yakıtlar) oluşturur ki hemen hepsinin yurtdışından satın alınması gerekiyor. Dieser %70 bölümünü satın alırken uygulanması gereken esaslar da aynen yukarda sıraladığım nedenlerle bağdaşmalıdır. İhaleyi kazanacak kim olursa olsun, ülke çıkarlarını ve gelecekteki planlarımızı uygulayabileceğimiz bir antlaşma yapılmalıdır. Kontratta uzun vadeli planlarımızın gerektirdiği teknoloji transferleri ilk sırayı almalıdır.
Dünyada halen çalışmakta olan 440’a yakın nükleer reaktörün sadece 20’si oldukça yeni diyebileceğimiz ikinci ya da üçüncü nesil reaktörlerdir . Geri kalan 420 kadar nükleer santralın 1960’ların dizaynı olduğunu düşünecek olursak pek de öyle üzülmeye gerek olmadığını söylemek istiyor insan. Sakın bu, iyi ki geç kalmışız, demek anlamına gelmesin. Bu, daha iyi planlamamız, ve insan gücümüzü ne kadar hızla hazırlamamız gerektirdiğine işaret ettiği gibi daha modern teknolojilerin düşünüleceğini ve bu nedenle de daha çok çalışmamız gerektiğini ima etmektedir.
Bu makalemi, çok değerli bir diplomatımız, Büyükelçi Kamuran Gürün’ün, bu nükleer konuyu kastederek, ‘ Hocam sizce bizde eksik olan nedir?’ sorusuna verdiğim yanıtla kapatmak istiyorum. “Planlama, planlama, ve gene planlamadır. Bu planlamanın sadece Enerji Bakanlığı ve TAEK içinde değil, Universitelerimiz, Milli Savunma, Ulaştırma ve Dışişleri Bakanlıkları tarafından da onaylanması ve sıkı bir işbirliği ile uygulanması gerekir” , dediğimde bana: “ Anlaşıldı hocam, yani, bu bizde imkansızdır demek istiyorsunuz” deyişini hiç unutamıyorum. Ben o yılların Türkiye’sinin geçmişte kaldığını, yeni neslin beraber çalışma ve planlamaya biz yaşlılardan çok daha fazla önem verdiklerini düşünüyor ve gelecek yazılarımda, inşallah, aşağıdaki konuları işlemeyi planlıyorum. Bilhassa, son şıktaki küresel zenginleştirme projesinden Türkiye’nin nasıl yararlanması gerektiğini de ayrıntılı olarak irdeleyeceğim.
- Türkiye’nin nükleer yakıt seçenekleri ve uzun vadeli nükleer yakıt stratejileri,
- Lessons on Demand Based Pricing Strategies in nuclear fuel fabrication business.
- Development of a world class nuclear safety standarts for Turkey’s First Plant,
- Reaktör İşletmeciliğinde Lider Olabilme Koşulları ve Gereken Eğitim Sistemi
- Turkey’s role in Global Enrichment Strategies and distributed fuel fabrication technology.
References:
1- Prof.. Nejat Aybers, “Will Nuclear Energy Become Reality in Turkey”;The Nuclear Review, Dezember 1999, Number 376; und İTÜ Önerileri.
2- Washington Post,
3- İnsan Kaynaklarımız,
4- Bir Fransız ve Alman ortak yapımı olan – Avrupa, Basınçlı Su Reaktör tipi EPR-European PWR