Araplardaki Türk kininin tarihi sebepleri

Ürdün Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Abdulkerim Gurayibeh’in şu görüşleri ise, Arap milletinin, ta Abbasiler devrinden beri Türklere karşı duymuş oldukları tarihi kinin ifadesi gibidir. Şöyle diyor Prof. Gurayibeh:

“Arap-Türk ortaklığı döneminde en garip şey; çoğunu Türk veya Kafkas asıllı kölelerin oluşturduğu yabancılara Arapların boyun eğmesidir. Bazı fakihlerin hürriyetlerini tanımamasına, onları hâlâ köle statüsünde ve Beytül Mal’a ait satılabilir metâ saymasına rağmen Kölemenler, sultan ve hükümdar olmuşlardır. Onların bazılarının yönetime gelmesi konusunda garip ve ilginç hikâyeler anlatılır. Onların en meşhurları ve en fazla yönetimde kalanları üç kişidir, otorite ve sultanlığa komplo ve gasp yoluyla gelmişlerdir. 47 sultan da hayata önce köle olarak başlamışlar, ailelerinden ayrılmışlar, ülkelerinden uzaklaştırılmışlar ve dış ülkelerde köle pazarlarında yabancılara satılmışlardı. Ancak gurbetlerinde onlara kadir geceleri açılmış; bazıları ümmi ve sıradan insanlar olmasına rağmen hükümdarlığa kadar yükselmişlerdir. Efendilerinin oğullarına boyun eğmek yerine, köle kardeşlerine boyun eğmeyi yeğlemişlerdir. Onlar köle pazarlarında kendileri gibi satılmış, hür olarak değil de esir olarak yaşamış köleleri tercih etmişlerdir”(1).

Prof. Gurayibeh, Türkler hakkında övücü yazılar yazan Arap aydınlarının yazdıklarını ise umum Arap halkının görüşleri değil, onların kendi kişisel görüşleri olduğunu beyanla şöyle diyor:

“Böyle acaib sıfatlarına (köle olmalarına)  rağmen İbni Haldun onlardan hoşlanmıştır. İbni Hakkak ‘Şerif Türk Devleti’nden söz etmektedir. Muhaddislerden Aynî ise Allah’ın bu ümmetin salahının Türkler vasıtasıyla olmasını istediği görüşündedir. Amrî de dini himaye ettikleri ve akrabaları ve hemcinsleri olan Tatarlara (Moğollara) karşı savaştıkları için İslam’ın Kölemenlere hamdettiğini söylemiştir. Kalkaşendi ise ‘Allah Türk krallarının saltanatını ebedi kılsın’ diye duâ etmiştir. Ancak bunlar halkın görüşü değildir; genellikle resmi, fukaha ve tarihçilerden oluşan kamu temsilcilerinin görüşüdür. Eğer Mısırlılar kendilerini kölelerin idare edeceğini duysalardı inanmazlar ve razı olmazlardı…”(2).

Prof. Gurayibeh’in aslında birer köle statüsünde iken kaderleri yaver gidip Arap efendilerinin başına haksız yoldan idareci olduklarını söylediği insanlar acaba kimlerdir? Sulçuklular, Eyyûbiler, Tolunoğulları, İhşidoğulları, Memlûkîler ve Osmanlılar olabilir mi? Evet, sözüm ona adı geçen bilim adamının kastetttiği devletler tam da bu devletlerdir. Zira Tolunoğulları, İhşidoğulları ve Memlûkîlerin, Türkistan’ın Araplar tarafından işgali sırasında oradan esir olarak getirilip Arap ülkelerine yerleştirilen Türklerin torunları tarafından kuruldukları zaten biliniyor. Peki, diğerleri? Arabın gözünde, kendileri dışındaki bütün halklar köledir. Dolayısıyla; Selçuklular ve Osmanlılar da öyle…

Bilindiği gibi Araplar (Özellikle Emevîler ve Abbasîler döneminde) kendileri dışındaki Müslümanları hep Mevlâ ve Mevâlî olarak mütalaa etmişlerdir. Bu insanlar, Arapların yönetiminden çıkıp onları yönetmeye başladıktan sonra bile özellikle Arap fıkıhçılarının gözünde Mevâlî, yani yarı köle olarak görülmüşlerdir. Âzâd edilmiş köleler anlamındaki Mevâlî (tekili Mevlâ), bir anlamda ikinci sınıf insan demek oluyordu. Yani Arabın gözünde ancak hürlerle köleler arasında bir yerlerde yer alabiliyorlardı. Mevâlî, bir anlamda Araplar tarafından lütfen hürriyetlerine kavuşturulmuş insanlardı. Hür insan olmalarını, büyük ölçüde Arapların âlicenaplıklarına ve ihsanlarına borçluydular. Ancak bu hürriyet, yine de sınırlı bir hürriyet idi. Belki günümüzde “Velâyet”, “Vesayet” ya da “Hacir” altına alınan insanların durumuna benzer bir statüleri vardı. Örneğin, Arap cemaatin bulunduğu camide imamlık yapamazlar, Arapların üzerine idareci ve komutan atanamazlar, Arap kızlarıyla evlenemezlerdi. İzinsiz evlendiklerinde ise bu evlilik mahkemelerce geçersiz sayılır, bu evlilikten doğan çocuklar ise şer’an piç sayılırdı.

Yolda Araplarla aynı hizada yürüyemez, onları geriden takip ederlerdi. Araplarla aynı sofrada yemek yiyemezlerdi. Bazen Müslüman Araplardan farklı olarak, gayrimüslimlerden alınan cizye isimli vergiyi de ödemek zorunda kalırlardı. Özellikle Emeviler döneminde devletin gelirleri azalmasın diye Mevâli’den cizye alınmaya devam edilmiş, hatta çoğu kere bunların Müslüman olmaları bile zorla engellenmeye çalışılmıştır.

Hürlerle köleler arasında bir statü olsa da Mevâlî, yani Araplar dışında kalan milletlere mensup Müslüman halk, Arabın gözünde genelde köle ve uşak muamelesi görmüştür. Çağdaş Arap müelliflerinden Cemal Cevde, Arap-Mevâlî ilişkilerini ve Mevâlî’nin İslam toplumundaki iktisadi ve içtimai yerini ve statüsünü incelediği kitabında şöyle diyor:

“Araplar, Mevâlî’yi hakir görüp horlamış ve onlara ‘alt sınıf’ muamelesi yapmıştır. Bu cümleden olarak Emevîler, Mevâlî’yi İslam ordusuna sokmamıştır. Emevî döneminde İslam ordusu saf Arap bir ordudur. Bunun bir uzantısı olarak Mevâlî’ye harp ganimetlerinden ve devlet gelirlerinden pay verilmemiştir. Bu payların dağıtılmasında kullanılan ordu sicillerinde Mevâlî’nin adı yoktur. Bazı Araplar, harplerde kendilerine hizmet etsinler diye yanlarına aldıkları Mevâlîye, bahşiş türünden bir miktar ganimet verebilmişlerdir… Müslüman olan köleler, bir Arabın mevlâsı, yani kölesi olmaya devam etmiş, dahası, bunlardan tıpkı gayrimüslimler gibi, cizye ve haraç alınması sürdürülmüştür. Emevî devleti tam bir Arap devleti idi. Böyle olduğu içindir ki; Arap unsur, Mevâlî unsura karşı belirleyici imtiyazlara sahip kılınmıştır. Mevâlî’nin eşitliği söylemleriyle iktidara gelen Abbasî devletinde de durum değişmemiş, devlet yine tam Arap devleti olmuştur.”(3).

İbn ‘Abd Rabbih, “Bir Arap, Mevâlî bir imamın arkasında namaz kıldığında bu, onun muhteşem bir tevazu örneği gösterdiğine kanıt sayılırdı.” diyor(4)

Hz. Ali’nin torunlarından olan Zeyd bin Ali Zeynelâbidîn diyor ki; “Arapların kibir ve şımarıklıkta öne çıkmışlarına sordum: ‘Arap olmayan bir erkeğin Arap asıllı bir kadınla evlenmesini nasıl değerlendirirsiniz? Böyle bir evlilik helal midir, haram mıdır?’ Bu soruya bir kısmı helal dedi, bir kısmı haram.”(5).

Yaşar Nuri Öztürk şunları ilave ediyor: “Mevâlî’nin askerlik ve ordu hizmetlerinde kullanımını gösteren bazı örneklerin arka planını iyi görmemiz gerekir. Askerlik hizmetlerinde kullanılan Mevâlî, daha çok piyade olarak ve ölümün kesin görüldüğü noktalarda devreye sokulmaktaydı. Alman yazar Welhausen bu durumu, ortaçağdaki şövalyeler ile onların savaşlarda kullandıkları uşaklarının sergilediği ilişkiye benzetmektedir.”(6).

Yaşar Nuri Öztürk, son derece önemli bir noktaya parmak basmaktadır. Evet, Emevîler olsun, Abbasîler olsun, Arap idareleri, Mevâlî’ye mensup askerleri, genelde ölüm tehlikesi yüksek olan sınır boylarında ve uç kalelerde istihdam etmiştir. O devir Arapları için Bizans, askerleri cesur ve çetin savaşçılar, askeri techizatları son derece gelişmiş, kaleleri ise son derece kavi bir düşman devlet durumunda idi. Bu durumu, daha önce Hicretin 8. yılında (M.629) Bizans Ordusu ile yaptıkları Mute Harbi’nde yaşayarak test etmişlerdi. Zaten Harre’de on bin civarında sahabe ve tâbiûn topluluğunu, Yezîd’e bîatte kusur ettikleri gerekçesiyle katleden Emevî komutan Müslim bin Ukbe’nin yanında yer alan beş yüz kişilik özel birlik de, Müslümanların o günkü en azılı düşmanı durumunda olan Bizans ordusundan seçilmişti(7).Bunlar, bir anlamda lejyoner, yani para karşılığı savaştırılan yabancı profesyonel askerlerdi.

İşte Araplar, özellikle de Abbasîler, Mevâlî’den olan Türk askerlerini, genelde, askerlerinin acımasızlığıyla ünlü Bizans Devleti sınırında, yani Anadolu boylarında istihdam etmişlerdir. Tabiri caizse Bizans sınırında, hammaddesi Türkler olan etten ve kemikten bir duvar örmüşlerdir. Ünlü ‘Battal Gazi Destanı’, işte bu sırada Türklerle Bizans askerleri arasında geçen olayları konu edinmektedir.

Gerçi bu uygulamanın, biz Türkler için hayırlı neticeleri de olmuştur. Çünkü bu sayede Türkler Anadolu topraklarına girmişler, bu toprakları tanımışlar, beğenmişler ve kendilerine yurt yapmışlardır. 1071 Malazgirt Zaferi, biraz da Abbasîlerin bilmeden ve düşüncesizce attıkları bu temel üzerine bina edilerek kazanılmış bir zaferdir. Zira Alparslan, 50.000 kişilik ordusuyla Suriye’den kuzeye dönüp Anadolu topraklarına girdiğinde, yol güzergâhı boyunca, Emevîler ve Abbasîler tarafından, vaktiyle Türkistan içlerinden getirilerek buralara yerleştirilmiş insanların torunlarıyla, yani soydaşlarıyla karşılaşmış ve onlardan büyük ölçüde yardım görmüştür. Bu insanların, gerek ordunun iaşe ve ibatesi konusunda, gerekse düşman ordusunun durumu ile kalelerin gücü hususlarında Alparslan’ı bilgilendirdikleri, orduya kılavuzluk ettikleri kuvvetle muhtemeldir.

Devam edecektir

_______________

1-“Araplar ve Türkler: Geleceğe Dair Pratik Yaklaşımlar”, s. 41, Terc.ve Red. Ali Çankırılı, Timaş Yayınları, İstanbul, 1994Age, s. 76.

2- Age, s.76. Paragraf içindeki parantezler tarafımca konulmuştur. ö.s.

3- Yaşar Nuri Öztürk, İmamı Âzam Ebu Hanife, s.145, 6. Baskı, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 2009.

4-Age, s, 152.

5- Age, s. 153.

6- Age, s.153.

7-Age, s, 123.


Yazıları posta kutunda oku


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir