Çocukluğumda mahallemizde yaşayan Rumlarda vardı. Tek bildiğim benim Türk olduğum, sokak arkadaşım Yorgo’nun da Rum olduğu ve farklı bir dil konuştuğuydu. Bizim evin bahçe girişi kapısında kırmızı beyaz boyalı bayrak direği dururdu, Yorgo’nun evindeki de mavi beyaz boyalıydı. Bazen biz ay yıldızlı bayrağımız asar, bazen de onlar mavi beyaz bayraklarını. Her Pazar sabahı giyinip kuşanıp ailecek bir yerlere giderlerdi. Cumaları biz camiye giderdik ama onlar nedense gelmezdi.
Çocukluğumun en önemli olayı “Bayrağımız kanımız, kanımız bayrağımız” andını öğrenmek ve ezbere söyleyebilmekti. Birkaç kez aferin bile almıştım bu yüzden.
Ben Türk olduğum için kanım kırmızıydı bu nedenle de bayrağımız da kırmızı beyazdı. Yorgo’nun bayrağı mavi beyaz olduğundan kanı da mavi idi benim çocuk aklımın nedenleme ve sonuçlandırma yeteneğine uygun olarak.
Bir gün Yorgo düşüp eli kanayınca kıpkırmızı bir kan akmıştı ve bende hayretler içinde Yorgo’ya “Esi ine Turko?” diye de saf saf sormuştum, yani “Sen Türk müsün” diye.
Sonraları birşeyler olmaya başladı yaşadığımız yerde ama daha anlayabilecek kadar da büyük değildim. Yorgo’lar taşındı mahallemizden.
Büyüklerimizin konuşmalarından farklı birşeylerin olduğunu algılıyordum ama aklım ayın oyunda olduğundan da çok umurumda değildi neler olduğu.
Rum saldırıları yeni yeni başlamıştı artık. İngiliz çocuklardan birtakım kişilerin İngilizleri vurduğunu duyuyordum. İlk kez EOKA adını İngiliz arkadaşlarımdan duydum. Zaman içinde evler, sokaklar ve bölgeler de yavaş yavaş Türk ve Rum diye ayrılmaya başladı.
Kurucu Cumhurbaşkanımız merhum Rauf R. Denktaş’la tanışmam bu yıllara rast gelir. Mücadele arkadaşları ile birlikte gelip kahveye oturur, ağabeylerimize, babalarımıza, dedelerimize büyük bir coşku ile hitap ederlerdi.
Anlamadığım konuları konuşurlardı. “Türkiye, anavatan, asker, mücadele, taksim, ölüm, bağımsızlık” kelimelerini duyardım ama bu kelimeler çocuk beynime pek hitap etmezdi. Sadece “Türk askeri” lafını duyunca kulaklarım dikilir, kalbimden aşağıya doğru akan ılık sular bütün vücudumu kaplardı.
O, çocuk dünyamın 3 büyük adamından birisi idi.
“Doktor Küçük, Rauf Denktaş, Osman Örek,
Üç arkadaş, birleşmişler gardaş, gardaş…”
Diye şarkı söyleyerek, ellerimizde bir gece evvelden özene bezene kağıttan yaptığımız ve kusursuzca boyadığımız Türk bayrakları ile karşılardık kendilerini.
Bir keresinde ben de bacak kadar boyuma rağmen Türkçem güzel ve düzgün olduğu için bir şiir okumuştum onlara ve kocaman bir aferin almıştım. Geceler ve gündüzler boyu ezberlemiştim o şiiri. Ama neyi okumuştum, neydi o şiir, kim yazmıştı şimdi hiç hatırlamıyorum.
Ertesi gün beyaz boyalı evlerin duvarlarında gördüğüm ortadan yataylama ikiye bölünmüş Kıbrıs haritası ve Volkan imzalı “Ya Taksim, Ya Ölüm” kelimeleri, Rauf beyin ve Dr. Küçük’ün kahvede söyledikleri ile uyumlaşmaya başlamıştı küçücük beynimin içinde.
Yıllar içinde birçok kez bizim evin yakınındaki kahveye gelmiş büyüklerimiz ile konuşup kahve içmişlerdi. Zaman zaman kahveye gelen Türkçe gazetelerin ön sayfalarında resimlerini görürdüm Dr. Küçük’ün, Rauf beyin ve Osman Örek beyin. Bilirdim onların önemli insanlar olduklarını ama ne iş yaptıklarını bilemiyordum bir türlü. Liman işçisine, Gümrük memuruna, Oksilari Polisine, Limandaki Bekçilere hiç benzemiyorlardı, Kahveci de değillerdi.
Aradan geçen yıllardan sonra ilk kez Rauf beyi yakından 22 Aralık 1963 günü gördüm. Artık bıyıklarım da terlemeye başlamıştı. Okula gelip bize hitap etmiş, mücadeleye hazır olmamızı söylemişti. Birkaç gün sonra da hayatımda ilk kez gerçek bir silahla tanışmış, eğitim aldıktan sonra da nöbetlere girmeye başlamıştık. Kıbrıs Türk halkı olarak soykırıma uğradığımız ve korkunç bir mücadele verdiğimiz yıllar başlamıştı artık.
Kaderim Rauf beyle 1970 yılında kesişti. Artık büyümüş genç bir delikanlı olmuştum. Yıllar sonra ilk kez seçimler yapılıyordu ve Rauf beyin halka hitabını ilk kez dinlediğimde de adeta büyülenmiş, Kıbrıs konusunun özünün ne olduğunu artık iyice anlamaya başlamıştım.
Mücahitlik dönemimde Temel eğitimden sonra O’na hitaben okumuştum bölük adına yeminimizi, St. Hilarion’daki 2. temel eğitimimden sonra da gene yemini ben okumuş O’na hitap etmiştim.
Artık yollarımız daha sık kesişmeye başlamıştı. Uzun bir uğraşıdan sonra hazırladığım RMMO Kamplarını ve mevzilerini gösteren harita nedeni ile beni tebrik etmiş, birlikte bir öğle yemeği yemekle ödüllendirmişti. O gün herhalde bulutlarda dolaşıyordum mutluluktan.
1976 seçimlerinde de beni seçimlere katılmaya ve aday olmaya teşvik etmişti. Katıldım ve UBP Mağusa Milletvekili seçildim. İngilizcemin ana dilim kadar iyi olması nedeni ile Dış İşleri Komisyonuna seçilince Rauf beyle yakından çalışmak olanağım oldu ve bu birliktelik yıllarca devam etti.
Çok zeki bir insandı. Büyük çoğunluğumuzun “enine boyuna” düşünüp karar vermek yeteneğine karşın Rauf beyin başka hiç kimsede görmediğim, geometrik olarak küre şeklinde diye tanımlayabileceğim bir düşünme ve analiz yeteneği vardı.
Olayları ve kelimeleri, beyninde adeta bir kürenin üzerine konmuş gibi çevirir ve her açıdan bakarak artılarını ve eksilerini görürdü.
Müzakerelerde karşısındaki ile tartışırken, eli ile de aynı anda minitleri yazardı. Sanki iki ayrı beyni vardı ve biri düşünüp konuşurken, diğeri de duyduklarını kağıda yazı olarak döküyordu.
İsterseniz deneyin. Bunu yapabilmek neredeyse olanaksız. Sakız çiğnerken yol yürümeye benzemiyor Rauf beyin yaptığı.
KTFD Meclisi Dış İşleri Komisyonunda bildiriler, açıklamalar, kınamalar ve diplomasi metinlerini hazırlarken mutlaka kendisine gider, danışır, görüşlerini alır ve ondan sonra sonuçlandırırdım metni.
Makarios’u, Klerides’i, Kiprianou’yu, Papadopulos’u, Lissarides’i, Rum Ortodoks Kilisesini ve Rum siyasi partilerini Rauf bey sayesinde tanıdım ve kim olduklarını, ne düşündüklerini, geçmişlerini, ülkülerini ve düşünce tarzlarını derinlemesine öğrendim.
“Rumlarla mücadele edeceksen kendilerini çok iyi bilmeli ve anlamalısın” diyerek Helen dünyasını derinlemesine araştırmanın içine sokmuş, adeta iteklemişti beni.
Makarios ile BM Genel Sekreteri Kurt Waldheim’in hamiliğinde 1977 Şubatında yaptığı ve Makarios’a kabul ettirdiği 4 maddelik Doruk Anlaşması bence Rauf beyin diplomatik bir zaferidir.
Özellikle de 3. Maddesi, Kıbrıs Türk halkının ada üzerindeki varlığını sürdürmesinin zeminini pekiştiren, son derece kurnazca hazırlanmış ve kullanılan kelimeleri, ileriki yıllarda olacakları ve Rumların Megali İdeaları göz önüne alınarak seçilmiş.
Zaten Makarios’un da aradan sadece 6 ay geçtikten sonra kahrından ölmesinin nedeni de bu 3. Madde.
Günümüzde Hristofyas’ın, Güzelyurt’u da isterim, Karpazı’da, Maraş’ı da, Mesarya’yı da taleplerine dur diyebilmemizi sağlayan da bu 3. Maddedir.
Annan Planı döneminde ise kendisi ile yakından çalışma olanağım doruğa çıktı. Müthiş bir temposu, bitmeyen, tükenmeyen bir enerjisi vardı. Beyni adeta, bir süper bilgisayar gibi olayları ve konuları eksiksiz hatırlamakta ve o günkü gelişmelere göre de hemen gerekli stratejiyi belirleyebilmekteydi. Birçoğumuzun uzmanı oldukları konuları bizlerden çok daha iyi ve detayları ile bilmekteydi.
Kendisinden çok şeyler öğrendim, çok bilgiler aldım. En önemlisi de hayat çizgimi, düşünme doğrultumu belirledim ondan aldığım öğretilerle.
Binlerce yılık şanlı bir geçmişi olan Türk tarihine bir bayrak, bir devlet armağan etti Kurucu Cumhurbaşkanımız, dava adamı ve liderimiz Rauf Denktaş bey.
O’nu kaybetmenin derin üzüntüsünü yaşıyorum. Allahtan sevgili kendisine rahmet, ailesine baş sağlığı dilerken, cennetteki mekanının nur içinde olmasını diliyorum.
Prof. Dr. Ata ATUN
ata.atun@atun.com
http://twitter.com@ataatun
17 Ocak 2012