Dr. Ali Sak
Bir toplumu alıştıra alıştıra, bağışıklık sistemini ortadan kaldırarak direncini kırıp, “sürü” haline getirerek kontrol altına almanın kısaca bir tanımlamasıdır “canlı canlı haşlanmak”. Bu deyim öylesine söylenmiş bir söz de değildir. Aksine, belirli durumlarda sıkca uygulanan toplumsal psikolojik yönlendirme metodudur. Fakat asıl uygulama alanı fransız mutfağından gelmektedir. Malum, kurbağa eti kimi yerlerde çok sevilir, ama taze hazırlanmışı, tabakta iken bacakları seyireni makbuldür. Bu nedenle kurbağanın canlı canlı haşlanması gerekmektedir. Pekala kurbağa nasıl canlı canlı haşlanır? Kurbağayı birden sıcak suya atarsanız, bir refleks hareketiyle sıçrayarak kazanın dışına kaçar. Refleks her canlıda olan ve dıştan gelen bir uyarı sonucunda doğan ve devinim, salgı gibi iç tepkilere yol açan istenç dışı sinir etkinliğidir. Kısaca, doğadaki tüm canlılara verilen ve istenç dışı gelişen bir direnç ve savunma metodudur.
Pekala t+m canlilarda var olan ve tehlike durumunda kendini gösteren bu direnme refleksi nasıl kırılır? Gayet basit, kurbağayı normal sıcaklıkta bir suyun içine koyarsanız, Sonra suyun ısısını yavaş yavaş artırırsınız. Kurbağa kendini bekleyen sonun farkına varmayacaktır, keyifle sıcaklığın tadını çıkaracaktır. Zamanla sıcaklığın da etkisiyle hafif uyuşacaktır. Uyuşukluğun getirdiği hareketsizlik ve bilinçsizlik ortamında sinirler yatışacak ve kurbağanın artık sıçrayıp kazandan kaçacak dermanı da kalmayacaktır. Kurbağa artık farkına varmadan, deyim yerindeyse keyifli bir şekilde “canlı canlı haşlanmaya” başlamıştır.
Kurbağaya uygulanan bu metod acaba diğer canlılar için de geçerli mi? Pekala, akıllı olduğu söylenen ve tüm canlılardan üstün vasıflara sahip olduğunu sandığımız insanlarda da benzeri bir durum var mı? Geleceğini bilinçli bir şekilde planlayabilen insanoğlunda böyle bir şey, yani “keyif alarak canlı canlı haşlanma” sizce olabilir mi? “İnsanın aklı var mantığı var, böyle bir şeyin olması imkansız” der gibi olduğunuzu hissediyorum. Evet haklısınız, insanoğlunda akıl vardır, mantık olgusu çok güçlüdür. Bunun da ötesinde, geçmişten ders alarak geleceğini planlayabilen tek canlı insandır. Fakat gelin hep birlikte aşağıdaki çağrıyı okuyalım ve ondan sonra insanların bu hataya nasıl düşürüldüğüne karar verelim.
Hoca efendinin birisinden cemaatine çağrı:
“İster maddi güçleri bakımından, isterse kendi ülkelerindeki güç kaynakları ve gücü temsil eden kaynaklar bakımından,…isterse toplumun büyük kesimlerine, büyük kısımlarına, bu duygu ve düşünceyle ulaşma açısından, belli bir noktaya, belli bir kıvama gelecekleri ana kadar, bu şekilde hizmete devam etmeleri şart, zaruri, lüzumlu. Yanlış bir şey yapar, kıvama ulaşılmadan, özleriyle tam bütünleşmeden, gereken mesafe alınmadan, bir kısım erken huruç diyebileceğimiz çıkışlar yapılırsa, dünya başlarını ezer….. Nihai hedefe ulaşana kadar, yani sonuca ulaşıncaya kadar, her yöntem, her yol mübahtır. Bunun içerisine yalan söylemek de, insanları aldatmak da girer…..”
Çağrının vermek istediği mesaj malum; belli bir hedefe, kıvama gelene kadar hizmete devam. Kıvama gelmeden erken hareket edilirse karşı taraftakinin savunma refleksini uyandırırsınız, bu durumda siz hedefe ulaşamazsınız. Ne yapılacakmış? Yavaş yavaş hareket edilecek, gerekirse yalan söylenecek, insanlar aldatılacak. Demek ki insan topluluğunu kandırma, aldatma metodu da tıpkı kurbağayı “canlı canlı haşlama” metoduyla benzerlik göstermektedir. İnsanları kıvamına getirmek için önce onlara ılımlı bir ortam yaratacaksın, ısınmaları için gerekirse bedava odun ve kömür dağıtacaksın. Aç kalmamaları için makarna, bulgur, pirinç, şeker, un dağıtacaksın. Zira üşüyen ve aç kalan insanın savunma refleksleri uyanır ve tehlikeleşir, tıpkı aç kalmış vahşi hayvanın hayatta kalma içgüdüsü gibi. Kontrol etmek istediğin insanların asla savunma reflekslerini uyandırmayacaksın; onları ne onduracaksın ne de öldüreceksin.
İnsanları uyuşturma esnasında, toplum reflekslerini uyandırabilecek vasıflara sahip sinirleri, yani toplumun kanaat öderlerini (bilim adamları, gazeteciler, sanatçılar) toplumdan ayıklayacaksın ve her sinir alışında insanların altındaki ateşin ısısını yavaş yavaş artıracaksın. Bu arada insanların kendilerini iyi hissetmeleri için hoca efendinin çağrısına göre bol bol vaatlerde bulunacaksın, gerekirse yalan da söyleyeceksin, hatta kandıracaksın. Bu şekilde uyuşturup onların haklarını kısıtlayacaksın. Direnen son sinirleri de alacaksın (işten atılan ve greve giden işçilere kışın ayazında hortumla buz gibi su sıkacaksın, tekmeleyeceksin, biber gazı sıkacaksın; parasız eğitim isteyen üniversiteli gençleri, kadın kız, hamile demeden aynı şekilde dövüp içeri atacaksın). Kısaca, toplumun kanaat önderlerini (sinirlerini) yavaş yavaş çekip alacaksın ki toplum uyuşsun. Uyuşsun ki “canlı canlı haşlanabilsin“ ve istediğin kıvamda hazmı kolaylaşsın.
Az da olsa sinirleri tam uyuşmadan tehlikenin farkına vararak sıçrayıp kazandan çıkan „kurbağalarda“ var. İnsanlar arasında da son anda canlı canlı haşlanmadan kurtulanlar arasında Bekir Coşkun’u gösterebiliriz. Bakın malum sürecin mimarlarından ve yukarıdaki çağrının sahibi olan hoca efendi için 30.01.1997’de Hürriyet gazetesindeki köşesinde „Ağlayan adam“ başlıklı yazısında ne yazmıştı:
„Erbakan’ın sarıklı Mercedes’lilerden oluşan tarikat şeyhlerine verdiği iftar yemeğine katılmayan Fethullah Gülen’in, kendi iftar yemeği medyada geniş yer aldı… İftara Hıristiyan ve Mûsevî cemaatleri liderleri de katıldılar… Ayrıca tiyatro sanatçıları, gazeteciler, kimi sosyalistler, yabancı elçiliklerden temsilciler, Alevî dedeleri… İftardan önceki dualar ise, konuklara saygı olarak önce Türkçe, sonra İngilizce.. Haremlik-selâmlık ise yok… Bunlara karşı çıkan var mı?.. Ki kimi gazeteler, Fethullah Gülen Hoca’nın iftar sofrasını “Hoşgörü ziyafeti” olarak isimlendirdiler… Özellikle bu içinde bulunduğumuz günlerde hangimizin bu hoşgörüye ve barışa gereksinimi yok?… Bendeniz zaten gözü sulu birisi olarak, Fethullah Gülen’in niye çok ağladığını şimdi daha iyi anlayabilirim… Hoşgörü ve barış… Belki de bu sihirli iki kelimede düğümlenen ulusumuzun geleceği, sicim sicim gözyaşları ile çözülebilir… En azından; ağlamak, en yoğun düşünmektir… Bence asıl: Akıllı İslâm, akılsızına başkaldırmalıdır…“
Evet, Bekir Coşkun’un da dediği gibi ulusumuzun geleceği sihirli kelimeler (hoşgörü ve barış) eşliğinde sicim sicim gözyaşları (malum mecliste ve meclis dışında gözyaşı dökenler bu süreçte çoğaldılar) ile çözülür. Bugün toplum olarak Bekir Coşkun’un 1997’deki beklentisinin tam aksine, deyim yerindeyse „çözülmeyi“, yani „canlı canlı haşlanmayı“ yaşıyoruz. Yanılmak insana mahsustur, sanırım bunu geç de olsa Bekir Coşkun’da anlayarak dersini fazlasıyla almıştır. Fethullah hoca ne demişti yukarıdaki çağrısında: „Nihai hedefe ulaşana kadar, yani sonuca ulaşıncaya kadar, her yöntem, her yol mübahtır. Bunun içerisine yalan söylemek de, insanları aldatmak da girer…..”
Afiyet olsun.