Dr. Abdülkadir Sezgin, kendi yazdıklarından öğrendiğimiz kadarıyla 41 yıllık devlet memuru ve 39 yıllık Diyanet çalışanıdır. Diyanet’te pek çok görevde bulunmuştur ve halen en kıdemli başmüfettiş sıfatıyla aynı kurumda çalışmaya devam etmektedir.
Sayın Abdülkadir Sezgin, bilgili, donanımlı, onun için de cesur bir şahsiyettir. Bildiği doğruları söyleme konusunda hiçbir sıkıntısı yoktur. Ayrıca o, bir yazar ve gazetecidir. Uzun senelerdir kitap yayınlamakta ve gazetelerde köşe yazarlığı yapmaktadır. Yazarlık serüveni internet ortamında halen devam eden ve benim favori yazarlarım arasında bulunan Abdülkadir Sezgin’in, bu gözünü budaktan esirgemeyen doğru sözlülüğü yüzünden başına birçok sıkıntı da gelmiştir. 41 yıllık devlet memurluğunun 39 yılını Diyanet’te geçirmesine karşılık iki yılını başka kurumlarda geçirmesinin altında da onun bu özelliği yatmaktadır. Yani adı geçen, bu iki yılı, isteyerek değil, bir anlamda zorunlu olarak dışarıda (Keçiören Belediyesi) geçirmiştir.
Abdülkadir Sezgin, uzunca bir zamandır yazılarında, Osmanlı’daki ve Cumhuriyetin ilk yıllarındaki konumundan hareketle Diyanet’in statüsünün değiştirilmesi, daha doğrusu Diyanet’in sistem içindeki etkinliğinin yükseltilmesi için çaba veren bir Diyanet çalışanıdır. Öyle ki; onun bu çabaları karşısında kendisine “Şeyhülislamlığı geri getirmek mi istiyorsun. Şeriat düzenini mi getirmek istiyorsun” şeklinde bazı eleştirilerim bile olmuştur. AKP iktidarı tarafından değiştirilen Diyanet İşleri Teşkilat Yasası ile Diyanet İşleri Başkanlığı’nın süper bir müsteşarlık seviyesine yükselmesinin haklı gurunu yaşıyor şimdilerde. O, bu gururu şöyle dile getiriyor yazısında:
“1/7/2010 tarihli 6002 sayılı kanunla Diyanet yeniden teşkilatlanmış ve bir kuruluş kanununa kavuşmuştur. İşin özüne bakıldığında, bizim 1998 den başlayarak bilimsel dergi, günlük gazete ve internette yazıp yayınladığımız, ‘Diyanet İşleri Başkanlığı Müsteşarlık olarak yapılanmalı’ şeklindeki önerimiz devlet nezdinde itibar görmüş ve ana yapı olarak bizim hayalimiz gerçekleşmiştir. Bu satırların yazarının bu bakımdan son derece mutlu olması; kurum yöneticilerinin de kendi meslektaşları tarafından geliştirilen bir projenin gerçekleşmiş olması sebebiyle mutlu olmaları yanında, proje sahibine teşekkür etmesi ve kutlaması gerek miyor mu?”
Dedik ya Dr. Abdülkadir Sezgin, açık sözlülüğü ve meseleleri doğrudan ortaya getirmesi sebebiyle birçok sıkıntı yaşamıştır diye. Örneğin o, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, Diyanet kadroları içinden yetişenlerce yönetilmesi taraftarıdır. Bu sebeple, özellikle dışarıdan ve geçici süreyle Diyanet’e yönetici transferine karşıdır ve Diyanet’i yeterince tanımadan yönetim kadrolarına atanan bu kişilerin neticede Diyanet’in kurumsal kimliğine zarar verdiklerini söyler. Bu konuda şöyle diyor DİB Kıdemli Başmüfettişi Dr. Abdülkadir Sezgin:
“Proje sahibinin, projesinin kısmen uygulanmış olması sebebiyle mutlu olması bir yana, İlahiyat fakültelerinden emaneten Diyanet’e gelmiş üst yöneticiler mutlu olmamış görünmektedir. Bunun sebepleri, Diyanet tarafından hazırlanıp hükümete, oradan da TBMM’ne sevk edilen tasarılar arasındaki farklılıklarla, kanun haline gelen metindeki farklılıklarda gizlidir. Diyanetin varlığı ve misyonu ile Diyanet sistemini yeteri kadar tanımamış akademisyenlerin il idaresi dışına çıkartılmış ve keyfi yönetimlere açık Diyanet’i kuramamanın ıstırabını yaşadıkları biliniyor.”.
Dr. Abdülkadir Sezgin’in, rahatsızlık duyduğu konulardan birisi de Kürtçe bilen ve Kürt kökenli olduğu iddiaları bulunan yeni Diyanet İşleri Başkanı’nın ismi çevresinde yapılan kimi dedikodu ve spekülasyonlardır. Taraf gazetesinde yayınlanan kimi yazı ve röportajlardan hareketle, özellikle de İştar Gözaydın isimli akademisyenin, Mehmet Görmez’in Diyanet İşleri Başkanı yapılmasıyla ilgili söylediği;
“Gerçekleştirilmesi istenen birtakım açılımları daha iyi yapabileceğini düşündükleri bir kişiyi getirdiler Diyanet’in Başkanlığına. Ayrıca etnik farklılıklar konusunda yeni Diyanet’in nasıl tavır alacağı da izlenmeli. Bence Mehmet Görmez’i özellikle Kürt oylarını elde etmek için getirdiler” şeklindeki değerlendirmesine karşılık şöyle diyor Sezgin: “Cumhuriyet Kurumu olarak Diyanet’in bu yoruma muhatap olacak hale gelmesi veya getirilmesi ayıp olarak yasama, yürütme, yargı ile birlikte Diyanet çalışanları için de yeterli olmalıdır…”.
Dikkat edileceği gibi DİB Başmüfettişi Abdülkadir Sezgin, “Yok böyle bir şey” demiyor. İştar Gözaydın’ın görüşüne katıldığını ima ile “Bu ayıp bize yeter” diyor.
Diyanet’in Denetim Dışı Siyasi ve Akçeli İşleri
Dr. Abdülkadir Sezgin’in üzerinde durduğumuz yazısında dikkatimizi çeken en önemli konulardan birisi de Diyanet’in denetim dışı akçeli işlerinin olduğu ve bunun din adamlarını bozduğuna ilişkin sözleridir. Hoca, yazısında;
“Diyanet tasarısı TBMM komisyonlarında görüşülürken STK olarak yaptığımız konuşmalarda, ‘para herkesi bozdu, din adamını da bozdu. Biz dernek olarak kamu bütçesi ile yetinen ve denetlenmeyen para kurumu olmaktan çıkmış bir Diyanet istiyoruz’ tarzında bir konuşma yapmıştık.”dedikten sonra şöyle devam ediyor:
“Diyanet siyaset, ticaret, ideoloji ve ırkçılık girdabına sokulmamalı; siyasetçinin insafına terk edilmemelidir. Taraf Gazetesinde yazılanlar ne kadar doğrudur, bilemeyiz. Ama Nisan 2011 tarihinde kutlanmış olan ‘Kutlu Doğum Haftası’ Diyarbakır, Ş.Urfa gibi yerler dahil pek çok ilde ‘stadyumlarda’ yapıldı. Buraların kira bedelleri için, ikramlar vb. hizmetler hariç, 70-100 TL ödendiği; bu paraların Vakıf veya devlet bütçesinden ödenmediğini öğünerek anlatan meslektaşlarımıza bakarsanız, koltuklar ve maç yapılan alanlarda yer kalmamıştır. Seçim öncesi bu faaliyetlerin veya Sayın Başbakanımızın konuşmalarının Sayın Başkan tarafından tekrarlanması, Kürtçe şiirler okunması gibi çalışmalar insanları heyecanlandırmış. Parayı da kim vermişse, vermiş.
Mer’i anayasanın emrettiği ‘bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek… Kanununda gösterilen görevleri yerine getirmek’ten şimdi anlaşılan bu mu demeliyiz? Bu yeni Başkan gerçekten bahsedilen amaç için getirilmiş ve bu amaç da gerçekleşmişse, peki mevcut anayasamızdaki laiklik ilkesi nereye gitti, diye sormak gerekmiyor mu? Asıl tehlike de burada gizlidir. Siyaset ve din birbirine iyice karışmış demektir.”.
Dr. Sezgin, Diyanet’in siyasetten arındırılması için öncelikle yapılması gerekenin Diyanet’in denetim dışı akçeli işlerinin ortadan kaldırılması olduğunu söyleyerek şunları dile getiriyor yazısında:
“Yani Diyanet’in siyaset ve ticaretle ilişkisi kesilmeden ve Diyanet’in denetim dışı akçalı işleri denetim altına alınmadan Diyanet’i ‘siyaset dışı alanda tutma imkânından bahsetmek mümkün olmayacaktır’. Diyanet’in denetim dışı akçalı işleri derken kastedilen bütçe gelirleri dışında denetlenmeyen ve/ya denetlenemeyen akçalı işleridir.
Bunların başında ve öncelikle, cemaati da bıktırmış olan, camilerden (yardım toplama kanunu ve yönetmeliğine açıkça aykırı olarak) toplanan ve bir türlü bitmeyen yardımlardan bahsetmek lazımdır. İkinci akçalı iş ise, devletin temel görevi olan devlet gelirlerinin toplanması kapsamına girdiği halde, Maliye Bakanlığınca %70 komisyonla ‘Diyanet eliyle toplanması’na karar verilmiş olan ‘mülkiyeti Hazineye ait arsalar üzerine yapılmış gayr-i menkul kiralarıdır. Üçüncüsü, ülke genelinde haksız olarak cami minarelerine, yıllık yaklaşık beş bin dolar kira karşılığında yerleştirilmiş olan cep telefonu vericilerinden gelen paralardır. Tabi dördüncüsü de hac gelirlerinden elde edilen paralardır. Yüzlerce milyon lira tutan, ne işe yaradığı, hangi hizmetlerde kullanıldığı, bu paralarla yurt içinde ve/ya yurt dışında hangi şirketlerin kurulduğu bilinmeyen ve denetlenemeyen akçalı işlerden söz etmek mümkündür.
Avrupa ülkelerindeki yardım toplamaları, açılan ticarethaneler ve bunlara yapılan ihracat ve ithalatları hatırlamıyoruz. Bu faaliyetler toplanıp değerlendirildiğinde Diyanet bir ekonomi devi veya işletmesi olarak ortaya çıkar. Din kurumu olma özelliği ve hizmeti gölgede kalır…”
Dr. Sezgin’in yazısında öne çıkan ve mevcut siyasal sistemimizin sağlıklı olarak ayakta durabilmesi için gerekli olan uyarısı da herhalde şudur:
“Batıda laikliği elde etmek için 200 yıl savaşları vermiş olanlar, din kurumunu siyasetin dışında tutmayı başarıyorlar, ama biz ucuza aldığımız bu değerin kıymetini henüz yeteri kadar anlamadık mı, diye sormamız gerektiğini düşünüyoruz. Her hal-ü kârda din, siyaset ve ticaret dışında tutulmalı; cami ve dini değerler para kazanma aracı olmaktan kurtarılmalıdır. İşte tam da bu amacın gerçekleştirilebilmesi için Din ve Diyanet konusu anayasada yeterli şekilde yer almalıdır”(*).
Dr. Sezgin’in dile getirdiği Diyanet’in denetim dışı akçeli işlerinden kamu binalarının kiralarının yeterince denetlenip denetlenmediği konusu bilgimiz dışındadır. Şu kadarını ilave edelim ki; günümüzde özellikle alt katları ticarethane olarak kullanılan camilerin, tam bir istismar alanı olduğu ve buralardan elde edilen kira gelirlerinin, cami derneği adı altında örgütlenen kişilerce büyük ölçüde çarçur ve israf edildiği bilinen bir gerçektir.
Ancak asıl istismar alanı, yardım toplama mevzuatının kötüye kullanılmasıyla bir sürü çirkin görüntünün yaşandığı cami kapılarıdır. Özellikle, Deniz Feneri-Kanal 7 ilişkisi, bütün canlılığı ile ortada iken bu konunun ülkemiz için hayati derecede önem arz ettiği aşikârdır. Ne yazık ki; başta cami dernekleri ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurumsal kimliği, cami kapılarında toplanan yardımların yeterince denetlenememesine sebep olmaktadır. Vatandaş ise, din adamlarına ve Diyanet’in kurumsal kimliğine güvenerek vermiş olduğu paranın nereye gittiğini, Diyanet’in siyasetin at oynattığı sahalardan birisi olmakla, toplanan yardımların da siyaset kurumunun tercihleri doğrultusunda sarf edildiğini düşünmeden açılan sergilere ve kampanyalara bağış yapmaktadır. Diyanet’in özellikle bu sene topladığı fitre, zekât ve kurban bağışları, bunun en tipik örneğidir. Zira Diyanet, bu sene toplamış olduğu bu kabil bağışları, iktidarın dış politik hedeflerine uygun olarak sarf etmiştir ki; bu sene sadece Somali’de kesilen kurban sayısı 6000 küçükbaş hayvandır. Bu ülkeye aktarılan fitre ve zekât parası da muhtemelen yüzlerce milyon TL’dir.
Diyanet İşleri Başkanlığı, bazı geniş çaplı ve özellik arz eden yardımları direk kendi adına ve özel hesaplarda toplamakla birlikte, bu tür yardımları genelde kurmuş olduğu vakıflar kanalıyla toplamaktadır. Ancak, ne kendisi adına, ne de vakıflar kanalıyla toplanan bu yardım paraları, kesinlikle yeteri kadar denetlenememektedir. Çünkü vakıflarda toplanan paraların sarf kararını verenler de, bu harcamaları denetleyenler de devlet memurudurlar. Devlet memurlarının ise, ülkenin mevcut iktidarına rağmen bağımsız ve tarafsız denetim yapması herhalde mümkün değildir. Bu kurumların kendi bünyelerinde yapılan iç denetimler ise, sadece muhasebe kayıtlarının düzgün yapılıp yapılmadığına yönelik olup, hiçbir zaman harcamaların yön ve istikameti ile bu kurumların faaliyet alanlarını konu edinmez.
Cami minarelerinin ve kubbelerinin GSM operatörlerine kiralanması da başlı başına Diyanet’in denetim dışı gelir kaynaklarından birisidir. Ve Diyanet, bu işi, 1975 yılından beri faaliyette bulunmakla az çok kadroları oturmuş ve kurumsal kimliğe kavuşmuş Türkiye Diyanet Vakfı yerine Tokyo Camii Vakfı isimli bir başka vakıf üzerinden yürütmektedir. Şimdilerde adı “Dini ve Hayri Hizmetler Vakfı” olarak değiştirilen bu vakfın, Türkiye tarafından Tokyo’da inşa edilen bir cami için kurulduğu biliniyor. Bahse konu cami bitirildiğine ve böylece vakfın amacı gerçekleştiğine, en önemlisi de Diyanet’in elinde Türkiye Diyanet Vakfı gibi izin almaksızın yardım toplama yetkisine sahip bir enstrüman var olduğuna göre, bu vakıf hala neden yaşatılır bilinmez! Muhtemelen, denetim dışı akçeli işlerin pişirilip kotarılmasına devam etmek için olmalıdır.
Yönetim Kurulu üyelerinin tamamı Diyanet İşleri Başkanlığı’nın üst düzey yetkililerinden oluşan bu vakfın en önemli gelir kaynağı, kendisi dışındaki, kişi ve kurumlarca uzun yıllar önce yapılan ve mülkiyetleri de başka kişi ve kurumlara ait olan camilerin minarelerini GSM operatörlerine kiralamaktan kaynaklanan kira gelirleridir. Bu vakıf, Diyanet’in cami personeli üzerindeki idari ve disiplin yetkisini ve Diyanetin camiler üzerindeki yönetim yetkisini kullanarak cami görevlilerini yönlendirmekte ve camilere, ses sisteminden tutun da elektronik vakit sayacına varıncaya kadar her türlü ıvır zıvırı pazarlamaktadır. Bu paralar ise tamamen cami cemaatinden toplanan yardım paralarıyla karşılanmaktadır.
Dr. Abdülkadir Sezgin’in dile getirdiği gibi, Diyanet’in elindeki denetimsiz akçeli işlerden birisi ve en önemlisi Hac ve Umre gelirleridir. Hac ve Umre gelirlerinin, toplanmasına ve sarfına ait kararların tamamı Devlet Memuru olan Diyanet’in üst düzey çalışanlarından oluşan bir komisyonca verilmekte, muhasebesi ise yine karar organına Diyanet çalışanı devlet memurlarının egemen olduğu TDV tarafından yapılmaktadır. Böyle olunca, her sene yeni para birimimizle yüzlerce milyonluk, eski para birimimizle yüzlerce trilyonluk rakamlara ulaşan hac ve umre gelirleri, statüsü gereği büyük ölçüde denetim dışı kalmakta ve hiçbir kurum tarafından yeterince ve gereği gibi denetlenememektedir. Örneğin, bu paralar devletin genel bütçesi dışında olduğu için Sayıştay tarafından, Türkiye Diyanet Vakfı hesaplarında muhasebeleştirilmekle birlikte DİB tarafından yönetildiği için Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından, kendi amirlerince idare edildiği için DİB Müfettişleri tarafından hiçbir zaman gereği gibi denetlenememektedir. Diyanetin elinde bulunan ve siyasetin etkin olduğu, iktidar partilerinin telkin, tavsiye ve belki de zorlamasıyla sarf edilen en önemli gelir kaynaklarından birisi işte bu denetimsiz gelir kalemidir. Yani Hac ve Umre gelirleri.
Abdülkadir Sezgin’in üzerinde durmayı gereksiz gördüğü, belki de ihmal ettiği denetimsiz akçeli işlerden birisi de hiç şüphesiz “Vekâlet Yoluyla Kurban Kesme” kampanyalarıdır. Bildiğim kadarıyla Diyanet, bu kampanya çerçevesinde her sene 25.000-30.000 civarında kurban kesmektedir. Bir dönem şahsen benim de içinde bulunduğum kampanyalar çerçevesinde toplanan kurban paraları ile genelde toplanan paraların daha altındaki bir fiyatla kurban alınmakta ve aradaki fark Diyanet (TDV) bütçesine gelir kaydedilmektedir. Öte yandan 2008 yılına kadar, yürütülen kampanyalar çerçevesinde kesilen kurban etlerinin Et ve Balık kurumuna para karşılığı satıldığı ve parasının, burs ve sosyal yardım adı altında zamana yayılarak harcandığı bilinmektedir. Ancak TDV tarafından verilen bursların, zengin fakir ayrımı gözetmeksizin tamamen Diyanet çalışanlarının çocuklarına veriliyor olması, sosyal yardımların da yine ağırlıklı olarak Diyanet çalışanlarının yakınlarına ve onların referanslarıyla gelenlere veriliyor olması, burada da bir istismar olduğunu gözler önüne sermektedir. Diyanet, son yıllarda “şehit ve gazi yakınları” ya da “sakat” adı altında kurum personelinin çocukları dışında kalan birkaç yüz çocuğa da burs vererek, “sadece kendi personelinin çocuklarına burs vermektedir” iddialarını perdelemeye çalışmaktadır.
Netice olarak biz de tıpkı 41 yıllık devlet memuru ve 39 yıllık Diyanet çalışanı olan Kıdemli Başmüfettiş Dr. Abdülkadir Sezgin’le aynı düşüncedeyiz. Biz de; Batıda laikliği elde etmek için 200 yıl savaşları vermiş olanlar, din kurumunu siyasetin dışında tutmayı başarıyorlar, ama biz ucuza aldığımız bu değerin kıymetini henüz yeteri kadar anlamadık diye düşünüyoruz. Ve bize göre de, her hal-ü kârda din, siyaset ve ticaret dışında tutulmalı; cami ve dini değerler para kazanma aracı olmaktan kesinlikle ve bir an önce kurtarılmalıdır. Din ve Diyanet, hazırlanacak yeni anayasada mutlaka bunu sağlayacak şekilde yer almalıdır.
06.12.2011
Ömer Sağlam
__________
(*) Makale yer alan alıntılar, Dr. Abdülkadir Sezgin’in 20.10.2011 tarihli ve “Yeni Anayasada Din ve Diyanet Neden ve Nasıl Yer Almalıdır?” başlıklı yazısından yapılmıştır. Alıntılardaki siyahlaştırılmış kısımlar yazarın kendisine aittir. Bkz.
Yazıları posta kutunda oku