Doç. Dr. Mehmet Seyfettin EROL, Gazi Üniversitesi
Birleşmiş Milletler’in
öncülüğünde gerçekleştirilen ve küresel bazda insanlığın karşı karşıya kaldığı
sekiz temel sorununun çözümünden hareketle gelecek adına cesur bir adım olarak
kabul edilen “Millennium Development Goals” (kısaca MDG) başlıklı projenin; ortaya
konulan hedefler ve zaman içinde harekete geçirilmesi ve nihayetinde başarılı
olabilmesi, hiç kuşkusuz günümüzde halen bir ütopya olarak kabul gören ünlü
filozof Kant’ın “Ebedi Barış”ını yeryüzüne hâkim kılmak açısından da tarihi bir
dönüm noktası olacaktır. Bir diğer ifadeyle BM, bundan tam 11 yıl önce liderler
tarafından Millennium Zirvesi’nde yayınlanan ve özü itibarıyla daha refah, adil
ve barışçıl bir dünyanın inşasını hedefleyen bir misyon üstlenmiş durumda.
Peki, insanlığın refah ve yaşam
kalitesini yükseltmek adına, adeta gelecek bin yıla meydan okuyan bu projenin
hayata geçirilebilmesi gerçekte ne kadar mümkün? Özellikle de dünyaya hâkim
kılınmaya çalışılan maddiyatçı küreselcilik anlayışı ve bunun sonucunda ortaya
çıkan moral-subjektif değerleri değerlendirme sorunuyla birlikte bu sorun nasıl
çözüme kavuşturulabilecek? Niceliğin, niteliğin önüne geçtiği ve “dayatmacı”
çözüm önerilerinin bu kapsamda birer “standart” paket olarak değişik adlarla
piyasa sunulduğu ve yine bunların birçoğunun, bu türden sorunları daha da
arttırmaya yol açtığı bir ortamda BM bu paradoksunu aşabilecek mi?
Kuşkusuz bu sorulara ne şimdi,
ne de orta vadede net bir cevap verebilmek hiç de kolay değil. Özellikle de meseleye
bu şekilde yaklaşmak ve söz konusu sorulara; “evet” veya “hayır” şeklinde bir cevap
aramak, bir anlamda çözüm yolunu dinamitlemekle eş değer olacaktır. Zaten böyle
bir yaklaşım tarzı, sosyal bilimlerin hem ruhuna hem de metodolojik anlayışa ters
düşecektir. Fakat buradaki muradımız, bu tür sorularla, aslında en başta
sorulması ve ortaya konulması gereken mevzuları gündeme getirmek ve belki de
“kral çıplak” diyerek, buna uygun çözüm yollarının geliştirilmesini
sağlamaktır.
Bunun için de çok karmaşık
yöntemlere ya da felsefi tartışmalara girmenin bir anlamı yok. Dünyanın
gerçekleri ile yayınlanan deklarasyondaki ifadelerin alt alta konulması bile,
bize sürecin önündeki bir takım zorlukları adeta resmedecektir. Dolayısıyla,
MDG her ne kadar küresel çapta insanlığın sorunlarına ortak bir çözüm bulma
bazında bir proje olarak lanse edilse de, pratikte farklı anlamlar yüklenilmeye
fazlasıyla açıktır, ortak bir yol haritası ortaya konulamadığı sürece…
Özellikle Soğuk Savaş sonrası
dönemde, yerinde çözüme kavuşturulabilecek bir takım yerel meselelerin
kavramlar üzerinden globalleştirilerek birer müdahale aracı haline getirildiği
bir ortamda, BM bazlı da olsa bu türden projelere bazı ulus-devletlerin
ihtiyatla yaklaşması kaçınılmazdır. Dolayısıyla MDG’de ortaya konulan
hedeflerin, “insan hakları-demokrasi-yönetim” anlayışlarında sağlanacak
gelişme-uygulamalar çerçevesinde ulusal (yerel), bölgesel ve küresel bazda
hayata geçirilecek olması, küreselleşme ile ulus-devletleşme arasında gelgitler
yaşayan dünyamız açısından hiç de kolay olacağa benzememektedir. Bir diğer
ifadeyle, küresel meselelerin çözümünde tepeden inmeci yaklaşımlar-müdahaleler
yerine, yereli birçok açıdan dikkate alan ve bu kapsamda küreselle-yereli; anlayış
ve işbirliği bazında sağlıklı bir zeminde dengeye oturtan, onu muhatap alan bir
zihniyet değişimi ve objektif bir bakış açısı ortaya konulmadıkça, bu ihtiyatlı
yaklaşım varlığını koruyacaktır.
Diğer taraftan, yukarıda da
kısmen değinildiği üzere, bu aşılamayacak bir sorun değildir. Bunun yolu, her
şeyden önce yereli dinlemekten, gerçeklerini anlamaya çalışmaktan, onun
geçmişten günümüze uzanan yolculuğunu, deneyimini, değerlerini ve
hassasiyetlerini dikkate almaktan geçmektedir. Dolayısıyla, yereli sadece
meselelerin kaynağı ve alanı olarak görmek yerine, artık bir çözüm partneri
olarak kabul etme vakti çoktan gelmiştir. Ne de olsa yereller, toplam
itibarıyla küreseldir ve bugün MDG çerçevesinde ortaya konulan hedefler de, özü
itibarıyla küreselleşmenin öncüsü-lideri konumundaki güçlerin kendi içlerindeki
yerellerden, yerelci yaklaşımlardan kaynaklanan bir takım sorunların çözümünü esas
almaktadır. Ayrıca, MDG çerçevesinde ortaya konulan sorunların sadece içinde
bulunduğumuz yüzyıla ya da bin yıla ait olmadığı ve kökeni itibarıyla yüzyıllar
öncesine dayandığı gerçeği de artık kabul edilmelidir.
Bugün itibarıyla MDG kapsamında
çözüme kavuşturulması hedeflenen ve dünya gündemini meşgul eden sorunların
neredeyse tamamına yakınının eski sömürge ülkelerinde olması bir tesadüf olmasa
gerektir. Nitekim söz konusu sorunların sınırlı ve yerel görüntüsünden çıkıp, yaygınlaşması,
derinleşmesi, küresel bir mahiyet kazanması ve nihayetinde de tüm insanlığın
geleceği adına birer tehdit ve istikrarsızlık unsuru haline dönüşmesi, esası
itibarıyla son birkaç yüzyıl öncesine dayanmaktadır.
Böylesi bir ortamda, coğrafi
keşifler, sömürgecilik ve bunların kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıkan
emperyalizm ile halen tam olarak siyasi anlamda dünyayı nasıl bir geleceğe
sürüklediği anlaşılamayan küreselleşme tüm bunların dışında nasıl tutulabilir?
Maddeyi mananın önüne geçiren ve bir anlamda bütün ahlaki değerleri-inançları
küçümseyerek ayaklar atlına alan materyalizm ile insanları birer tüketim kölesi
haline getiren çarpık modernleşme anlayışı için ne demek gerekir? Bugün MDG
kapsamında ön plana çıkan sorunların acaba kaçta kaçı bu bahsedilen hususların
dışında bağımsız bir gelişme süreci takip etmiştir?
Dolayısıyla, küresel anlamda
projeler ne kadar insani olarak gösterilirse gösterilsin, sadece belirli
bölgeler ve nedenlerle sınırlı tutulur ve buralara özgü olarak lanse edilirse,
o zaman bu tür projeler uygulamada bir takım zorluklarla karşı karşıya kalabilir. Bundan dolayı da bu vb. sorunların çözümünde
öncelikle temel düşünce, söylem, yöntem ve eylem stratejileri bazında açık-iyi
niyetli bir duruş sergilemek ve sonrasında ise buna uygun adımlar atmak
gerekmektedir. Peki, bu noktada neler yapılabilir?
Buna cevap vermek için çok
uzaklara gitmeye hiç de gerek yok. Bunun için, bu coğrafyanın kendi içinde
bulduğu, yine kendi gerçek ve değerlerine uygun bir şekilde hayata geçirdiği,
temelleri yüzyıllar öncesine dayanan, günümüzde de varlığını devam ettiren, insanı
temel alan başarılı yaklaşım ve deneyimlerine bakmak yeterlidir. Bu kapsamda
Özbekistan’da sivil toplum anlayışının ve dayanışmasının önde gelen iki
uygulaması oldukça dikkat çekicidir. Bu iki örnek üzerinde dikkatlice
durulduğunda, bunların aslında MDG bazında ortaya konulan sorunların önemli bir
kısmını temelde çözmeye yönelik birer başarılı model olduğu görülecektir.
Tarihsel pratiği ve sonuçları
itibarıyla Özbek halkını Orta Asya gibi fazlasıyla istikrarsız ve her türlü
tehdit-riske açık bir bölgede birçok olumsuzluktan koruyan; sosyal adaleti,
eşitliği ve sağlıklı bir toplum yapısını hedefleyen bu iki örneğin temelinde de
insana önem veren bir sivil toplum anlayışı söz konusudur. İnsanı baz alan bu
uygulamaların, neticede birbirinden bağımsız olmayan bir çok toplumsal-bireysel
sorunu yerinden, zamanında müdahaleyle çözme kapasitesine sahip olduğu
bilinmektedir. Bu kapsamda en temelde
aileyi, ailede kadın ve çocuğu esas alan, her yönüyle iyi bir eğitimin
gerekliliğini nesillere empoze eden bu sivil toplumcu yaklaşım, tamamen yerelin
kendi iradesi çerçevesinde başarılı bir şekilde ortaya koyduğu uygulamadır. Bu
uygulamaların adı “Mahalle Sistemi” ve “Kamalat Gençlik Hareketi”dir.
Katılımcı ve doğrudan
demokrasinin en somut örneklerinden biri olarak Özbekistan’ın bağımsızlığı
sonrası hayata geçirilen Mahalle Sistemi’nin ana fikri; toplumsal yapının
temelinin oluşturulduğu, gücünü geleneklerden alan aile ve bunların
birlikteliği ile ortaya çıkan mahalle düzeninin, gençlerin ilerisi için
hazırlanacakları yer olması idi. Bir diğer ifadeyle, “Mahalle büyük
bir ailedir”, “Mahalle eğitimin
beşiğidir” felsefesi ile “Ekonomik kalkınma mahalleden başlar” anlayışı bu
modelin özünü oluşturmaktadır.
Bu sistemde bireylerle “Mahalle
Vakfı”nın muhatap olması öngörülmüştür. Nitekim sosyal fonksiyonu çok
büyük olan “Mahalle Vakfı” sisteminde, mahallede yapılan seçimle
işbaşına geçen aksakal (mahalle reisi), onun atadığı sekreter, din, ahlak ve
görenekleri öğreten danışman, mahalle bekçibaşısı ve komisyon üyeleri
mahallenin hizmetinde çalışmaktadır.
Toplumsal katılımcı yönetimin
ilk kademesini oluşturan “Mahalle Vakıfları”, nispeten küçük ve birbirini tanıyan
bireylerin oluşturduğu 5-7 bin kişilik mahallelerde, manevi, terbiyevi, eğitici
ve yetenekleri geliştirici bir yaklaşımla çalışmalarına başlamıştır. Bu kapsamda;
eğitim, sosyal yardım, çevre sağlığı ve güzelleştirilmesi; mahalle sakinlerinin
sosyal sorunlarının çözümlenmesi; ailelere destek olma; hastalara,
yaşlılara, muhtaçlara yardım; gençlere iş bulma; onlar için sosyal
tesirler oluşturma; kadınlara ve onların sorunlarına verilen
önem ve bu kapsamda tamamen gönüllülük esasına göre faaliyet gösteren “Kadın
İşleri Komisyonu”, bu modelin sorunların “yerinde” ve
“zamanında” çözümü anlayışının bir sonucudur.
2001 yılında kurulmuş olan “Kemalet Gençlik
Hareketi” ise; 14-28 yaş arasındaki gençleri üye olarak kabul etmekte ve onları
geleceğe gerekli alt yapıyla hazırlamaktadır. Kemalat
Hareketi; gençlerin birliği, çıkarlarının korunması, yeteneklerinin
geliştirilmesi, hayata hazırlanması, sorunlarının çözümü, toplumsal hakların
öğretilmesi, girişimcilik konusunda rehber olma ve spor gibi alanlarda çok
etkin çalışmalar yürüten bir sivil toplum hareketidir.
Netice itibarıyla ifade etmek
gerekirse, MDG çerçevesinde ortaya konulan hedeflerin küresel-yerel bazlı bir
takım sorunlar ve tartışma zemininden kurtulmasının yolu, küresel sorunlara
yerelden bakmakta ve başarılı uygulamaları mümkün mertebe küresel sürece adapte
ederek, uygulamaktan geçmektedir. Dolayısıyla Özbek deneyimine ve Sivil Toplum
Uygulamalarına sürecin geleceği adına bir de bu perspektiften bakılmasında
fayda mülahaza edilmektedir.