Diktatörler ve Siyaset
İstanbul Aydın Üniversitesi ile Kamu Araştırmaları Vakfı’nca düzenlenen “Üç Deniz Havzası Ülkeleri Ortak Yönetim Kültürü ve Yeniden Yapılanma Sorunları Sempozyumu”na 40 ülkeden 150 civarında akademisyen, politikacı ve gazeteci katıldı. Sempozyumun adı son derece anlamlı olup Akdeniz, Karadeniz ve Hazar havzası kastedilmektedir. En tartışmalı oturumlar “Arap baharı” ülkeleri katılımcılarına yönelik sorularda yaşandı.
Mısır, Libya, Tunus’dan arkadaşlar yaşananların tamamen halkın diktatörlere karşı tepkileri sonucu ortaya çıktığını, gelişmelerden memnun olduklarını, bundan sonra yapılması gerekenlerle ilgili çok çalışmaları gerektiğini belirttiler. Olayların batılı güçlerin tezgâhları olduğunu ima eden sorulara karşı şiddetle tepki gösterdiler, on yıllardır yaşadıkları baskılardan kurtulmalarının kendi iradeleriyle gerçekleştiğini söylediler.
Birkaç gün sonra Kaddafi’nin ölüm haberinden çok haberin veriliş tarzındaki ayrıntılar dikkat çekicidir. Benzer ayrıntıları Saddam’ın ele geçirilişi ve idamında görmek mümkündür. “Diktatörlerin sonu” başlığıyla yapılan yorumları pek tutarlı bulamadım. Saddam’ın ülkesinde Bush’a fırlatılan postal, bu açıdan anlamlı olup “diktatörlük” günlerinin arandığının delilidir.
Diktatörlük, sırf tek kişinin yönetimi olmayıp halkına baskı, zulüm uygulayan yönetimdir. Aristo’nun tespit ettiği gibi ister tek kişi, ister grup isterse demokratik yönetim olsun her birinin iyileri ve kötüleri vardır. Tek kişi yönetiminde halk mutlu ve müreffeh olabilir, ülkede adalet tesis edilebilir. Buna bilge kral yönetimi denmektedir. Fakat adı demokrasi olan nice yönetimler vardır ki ülke yaşanmaz halde, güçlü zayıfı her fırsatta ezmekte, zulüm ve adaletsizlik her taraftan fışkırmaktadır.
Asya ve Afrika’da diktatörlükle yönetilen birçok ülkeden arkadaşlarımız, asıl diktatörlüğün kendi ülkemizde veya batılı demokrasilerde olduğunu ispat eden hiç de yabana atılamayacak yorumlar yaparlar. İktidarların seçimle el değişmesinin faziletini anlatırken onlar da seçimleri etkileyen medya, finans gücü ve komploları unutmamak gerektiğini söylerler. Gerçekten de seçimlerden önce bizde mesela ana muhalefet partisi liderinin değişmesine yönelik komplo henüz aydınlanmış değil. Asıl önemli olan ise bu tür komploların zannedilenden çok daha fazla olarak bir yerlerde üretilip en demokratik ülkelerde dahi seçim sonuçlarını belirledikleri gerçeğidir.
Seçimle işbaşına gelmiş olan Bush’un başlattığı Irak’a müdahale, ABD seçmenince gerçekten tasvip edilmekte miydi? Müdahale öncesi tam bir sahtekârlık olan kitle imha silahlarına dair krokiler başarılı bir iletişim mühendisliğiyle topluma sunulmuş, medya gücü bu palavraları sanatsal süslemelerle halkın bilinçaltına yerleştirmiştir. Irak’ı yakıp yıkmayı meşru kılmak için halka dayatılan haberlerin yalan olduğu anlaşılmış, ancak yönetime dokunulamamıştır.
Saddam gibi Kaddafi on yıllarca halkını “baskı” ile yönetirken Fransa ile problemi olmamıştır. Belirtmek gerekir ki Kaddafi’nin halkına ateş açtığı silahların imalatçısı NATO’nun önde gelen ülkeleridir. Bu ülkelerle ilişkileri, seçimlerde mesela Sarkozy’ye yardım yapacak derecede ileriydi.
Diktatörlüklerin devrinin sona erdiğini ileri süren batılı dostlarımız, kendi siyasi çıkarlarına ters düşmediği halde ülkesini gerçek diktatörlükle yöneten, en temel insan haklarını dahi henüz tanımayan liderlerle problemi bulunmamaktadır. Bu coğrafyada katılımcı gelişmeleri önleme yolundaki kararlılık son derece ilginç. Mesela Kuveyt ve Kosova kurtarıldıktan sonra dikte edilen anayasalar katılımcı bir yönetimden çok anarşik, çatışmacı ve baskı sistemi öngörmüştür. Diktatörlerin defterlerinin dürülmesine yol açan gerçek sebep kesinlikle insan hakları meselesi değildir. Kaddafi’nin petrol satışında dolar veya Euro’yu kabul etmemesi en büyük suçudur. Saddam’ın da benzer sabıkası vardır. İran Şahı’nın sonunu getiren süreç de petrolü millileştirmesi ile başlamıştı.
Diktatörlüğün kesin tarifi yoktur. Bize göre diktatör olan pekâlâ vatandaşına göre kurtarıcı veya bilge kral olabiliyor. Aynı kişinin en zalim yönetici olması ile en iyi yönetici olması da halk tabakalarına göre değişebiliyor. Günümüzün nice diktatör bilinenleri süper gücün çıkarlarına dokunmadıkça tehlike sözkonusu olmamıştır. Kaddafi gibi ciddi manada çıkarları tehdit edip, başkalarına da “kötü örnek” olacak adımlar attılarsa sonu Saddam’ınki gibi olmaktadır. Kıbrıs Barış Harekâtı esnasında ülkemiz NATO müttefiklerinden darbe yerken Kaddafi’nin yardımını unutamayız. Öte yandan Libya’nın imarı yolunda sırf Türkiye’den giden müteahhit ve işçileri dahi dinlemek halkına düşman olmadığını gösterir. Bununla beraber yakın çevresi ile ülke yönetim tarzı ve yabancı bankalardaki milyarlarca doların anlamı korkunçtur. Bütün bunlara karşın sonunu getiren sebep insan hakları konusundaki sabıkası kesinlikle değildir. Çünkü böyle sabıkası olan nice diktatörlere dokunma işareti dahi verilmemiştir. Temennimiz, Libya’nın geleceğinin Saddam sonrası Irak’a benzememesi. Bunun için de çok sebep var.
Öncevatan, 25.10.2011
Prof.Dr. Alaeddin Yalçınkaya