Uzunca bir süredir, 1-7 Ekim tarihlerine rastlayan hafta, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından “Camiler Haftası” olarak kutlanmaktadır. Son yıllarda bu haftaya “Din Görevlileri” kavramı da eklenmek suretiyle haftanın adı “Din Görevlileri ve Camiler Haftası” olmuştur. Yeni isimlendirmeden de anlaşılacağı gibi; Diyanet İşleri Başkanlığı, küçük bir cinlik yaparak, kendi çalışanlarını, yani din görevlilerini camilerin önüne geçirmiş bulunmaktadır. Buradaki asıl maksat, muhtemelen camiler üzerinden, yani cami kavramı kullanılmak suretiyle Diyanet çalışanlarının haklarını savunmak ve Diyanetin kurumsal sorunlarının dile getirilmesidir.
Bu konuda gerçekten de başarılı olunmuştur. Zira geçtiğimiz yıl içinde Yeni Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilat Kanunu çıkarılarak Diyanet İşleri Başkanlığı çalışanlarının özlük haklarında iyileştirmeler yapılmış ve kurum, statü olarak sıradan bir genel müdürlük iken, yeni kanunla bünyesinde birçok genel müdürlük olan ultra süper bir Müsteşarlık durumuna yükseltilmiştir.
***
Kur’an’da cami kavramı geçmez. Bunun yerine (ve elbette anlamı çok farklı olarak) mescit kavramı geçer. Türkçemizde, “Secde edilen yer” anlamındaki “Mescit” kavramını ifade etmek için kullanılan kelime “Cami” dir. Cami kelimesi de Arapça olup, “Toplanmak” anlamındaki “Cem” kökünden türetilmiştir. Arapça tabiriyle “İsmi Fail” olan cami “toplayan, bir araya getiren” demektir. Aklınıza gelen şeyi hemen biz de ifade edelim ki; Sünnilikteki “Cami” kavramı ile Alevilikteki “Cem” kavramı aynı kökten gelir ve kardeştirler. Tıpkı Sünni ve Alevilerin de aynı batından gelen ve aynı dine mensup olan kardeşler olduğu gibi.
Kur’an’da “Mescid” kavramı daha çok “Mescid-i Haram” ve “Mescid-i Aksa” örneğinde olduğu gibi bazı özel mekânlarla birlikte geçmekle birlikte, “Mescit” kavramının yalın olarak kullanıldığı ayetler de vardır.
Bu ayetlerden birisinde şöyle denilmektedir: “Allah’ın mescitlerini, ancak Allah’a ve ahiret gününe inanan, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte onların doğru yolu bulanlardan olmaları umulur.” (Tevbe/18)
Yine aynı konumdaki bir başka ayette ise şöyle buyrulmaktadır:“Şüphesiz mescitler, Allah’ındır. O halde, Allah ile birlikte hiç kimseye kulluk etmeyin”(Cin/18).
İşte bu gibi ayetlerden hareketle, İslam toplumlarında tarih boyunca camilere ayrı bir önem verilmiş ve bu mekânlar “kutsal” kabul edilmişlerdir. Böyle bir kabulden hareketle, camiler genelde gösterişli ve kıymetli malzemelerden yapılmış, bu mekânlara saygı duyulmuş, buralara zarar verenler en şedit biçimde cezalandırılmışlardır. Oysa gerçek bunun tam tersidir. Zira kutsal olan camiler ve mescitler değil, asıl kutsal ve dokunulmaz olan (daha doğrusu olması gereken) bu mekânları vücuda getiren ve buralarda ibadet eden insandır. Çünkü Allah’ın, en şerefli, en aziz ve en güzel kıldığı yaratık insanoğludur. Zaten camilerin kutsal olduğuna mesnet gösterilen yukarıdaki ayetlerin muhatabı da direk camiler değil, o camileri imar eden ve oralarda ibadet ve taatte bulunan insanoğludur. O sebeple ve elbette İslam’ı bizim gibi algılayıp yorumlayanlara göre; bir insanı öldürmek, ona işkence yapmak ve onu ticaretin aracı kılmak, camileri yıkmaktan, bu mekânları kirletmekten ve mülkiyet konusu yapmaktan çok daha büyük günahtır.
İnsandan soyutlanmış, yani insan unsuru görmezden gelinerek tanımlanan cami olgusunun, kutsallıkla ve mukaddeslikle uzaktan yakından hiçbir alakası yoktur. İnsansız cami, taştır, topraktır, kumdur, metaldir, tuğladır, demir vs’dir. Bu anlamda caminin, diğer yapılardan hiçbir farkı yoktur. Mahallenin ileri gelen üç beş yaşlısının, bir araya gelip bir cami derneği kurarak, üçbeş kamyon tuğla, bir o kadar kereste, kum, demir ve çimento ile vücuda getirdiği ve adını mescit ya da cami koyduğu yerlere hiç kutsal mekânlar denilebilir mi? Ancak işin içine insan unsuru ve emeği girdiği için, ayrıca bu mekânlar Müslümanların ortak değeri ve ortak sembolü olduğu için bir değer ve kutsiyet ifade eder. Bu anlamda şehrin meydanı, caddesi, sokağı ve ortak çeşmesi de kutsal mekânlardır.
Bu bakımdan bu tür yapıları kutsal kabul ederek, tıpkı 12 Haziran genel seçimleri öncesinde olduğu gibi, bu yapılar üzerinden siyaset yapmak son derece yanlış ve çirkindir. Böyle bir kabul, ancak kaba sofu ve yobaz bir zihniyetin kabulü olabilir. Bu tür yobazların halini anlatan çok güzel, ancak biraz kaba bir fıkra vardır. Biraz edepli hale getirerek ve genel ifadelerle anlatacak olursak;
Adamın birisi caminin içinde dinle, imanla ve İslam’la bağdaşmayacak tarzda bir günah işliyormuş. Namaz kılmak için camiye gelen başka bir adam içerideki günahkârın içinde bulunduğu hali görünce;
-“Tüüü, Allah senin belanı versin. Caminin içinde yaptığın şeye bak…”
Günahkâr üzerinde bulunduğu işi terk etmeksizin kendisine tüküren adama dönüp şöyle demiş:
-“Şu işimi bitireyim, sana camiye tükürmenin ne demek olduğunu göstereceğim!”
Ne yazık ki; ülkemizde din ve camiler üzerinden siyaset yapanların durumu da biraz böyledir. Dinin açık emirlerine rağmen her türlü pisliğe bulaşırlar, her türlü günahı işlerler ama konu din ve cami olunca, en katı dindar ve iman ehli kesilirler.
Öte yandan biz Müslümanlar için kutsal kabul edilmesi gereken yerler, sadece cami ve mescitlerle de sınırlı değildir. Yani en azından bizim İslam yorumumuza göre; eğer camiler ve mescitler kutsal ise, o zaman Havra ve Kiliseler de tıpkı camiler gibi kutsal mekânlardır. Esasen bunu biz değil, bizzat Allah söylüyor. İşte şu ayet buna işaret etmektedir:
“Onlar, haksız yere, sırf, “Rabbimiz Allah’tır” demelerinden dolayı yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah’ın, insanların bir kısmını bir kısmıyla defetmesi olmasaydı, içlerinde Allah’ın adı çok anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler muhakkak yerle bir edilirdi. Şüphesiz ki Allah kendi dinine yardım edene mutlaka yardım eder. Şüphesiz ki Allah çok kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.”(Hac/40).
Dikkat edileceği gibi; ayette “Allah’ın isminin çokça anıldığı yerler” olarak sadece, mescitler değil, havra ve kiliseler de anılmaktadır.
***
Bir genel kültür bilgisi olarak ilave edelim ki; en azından Türkiye Müslümanları olarak biz, Müslüman ibadethanelerinin büyük boyutlularını “cami”, küçüklerini “mescit”, Hıristiyan ibadethanelerinin büyüklerini “katedral”, küçüklerini “kilise” veya “manastır” şeklinde, Yahudi ibadethanelerinin büyüklerini “havra”, küçüklerini ise “sinagok” olarak kabul ederiz. Başka kültürlerde, örneğin Arap kültüründe böyle bir ayırım muhtemelen bulunmamaktadır. Arap, içinde aynı anda yüzbinlerce insanın namaz kılabildiği “Mescid-i Haram”a da mescit der, içinde ancak birkaç kişinin namaz kılabildiği sıradan bir mekâna da mescit der.
Mesâcid-i Dırar
Yukarıda dedik ki; cami ve mescit kavramları, içinde unsan unsuru olmaksızın hiçbir şey, örneğin herhangi bir kutsiyet filan ifade etmez. Çünkü camiler ve mescitler, Allah’a ibadet etme yeri ve toplumun genel sorunlarının görüşülüp tartışıldığı, çözüm önerilerinin dile getirildiği yerler olabildiği gibi, fitne ve fesat yuvaları da olabilir. Yani hayır için kullanılabildikleri gibi şer işler için de pekala kullanılabilir. Allah bu gibi mescitler hakkında şöyle diyor:
“Bir de zararlı faaliyetlerde bulunmak, küfre yardım etmek, mü’minler arasına ayrılık sokmak için ve öteden beri Allah ve Resûlüne karşı savaşanlara üs olsun diye bir mescit yapanlar vardır. Bunlar,-Bizim iyilikten başka hiçbir kastımız yok- diye de mutlaka yemin ederler. Ama Allah şâhitlik eder ki bunlar mutlaka yalancıdırlar/Onun içinde asla namaz kılma. İlk günden temeli takva (Allah’a karşı gelmekten sakınmak) üzerine kurulan mescit (Kuba mescidi), içinde namaz kılmana elbette daha layıktır. Orada temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da tertemiz onları sever.”(Tevbe/107–108)
İslam bilginlerine göre; Hz. Peygamber döneminde “Dırâr Mescidi” diye bilinen bir mescit, bazı münafıklarca, Kuba mescidi civarında; bu mescidi gözden düşürmek için inşa edilmişti. Münafıklar bu işe Hıristiyan bir rahip olan Ebû Âmir’in teşvikiyle girişmişlerdi. Ebû Âmir, Hz. Peygamber ile uzun müddet savaştıktan sonra Suriye’ye kaçmıştı. Münafıklar, Ebû Âmir’in bir ordu ile gelip Müslümanlarla savaşmasını bekliyorlardı. Yaptıkları bu mescidin, Müslümanları bölmesini ve böylece ona yardım etmiş olmayı umuyorlardı. İşte bu İslam bilginlerine göre yukarıdaki ayetler, bu durumu anlatmak için gönderilmiştir.
Peki, günümüzde “Mescid-i Dırar=Dırar Mescidi”nin tarihte gördüğü vazifenin aynısını ifa etmek amacıyla inşa edilmiş mescitler, yani “Misâcidi Dırar=Dırar Mescitleri” yok mudur? “Yoktur” demeyi gerçekten çok isterdim. Ancak kesinlikle vardır. Hem de kıyamet gibi. Hele hele Müslümanlar için sadece dört duvar ve bir tavandan ibaret yerler değil, bütün yeryüzü “Mescit” hükmünde olduktan sonra, hemen her yerde Müslümanlar içinde fitne ve fesat yaratmak isteyen Mescid-i Dırarlar mevcuttur. Dolayısıyla Müslümanlar, Tevbe Sûresi’nin 18’inci ayetini, biraz da oturdukları mahalleyi, vilayetlerini, ülkelerini ve dünyayı imar etmek ve çok daha yaşanır hale getirmek şeklinde yorumlamalıdırlar. Bu ayeti hemen her Cuma cami kapılarından yardım dilenerek ihtişamlı camiler yapmak şeklinde yorumlarsak inanın yanılmış oluruz. Tıpkı uzun asırlardır yanılgı içinde olduğumuz gibi…
Camiler haftanız kutlu olsun.
1 Ekim 2011
Ömer Sağlam