‘Sufiyan’ isimli yeni albümünü yayınlayan Kudsi Erguner’e göre sanat söz konusu olduğunda Doğu-Batı arasında diyalog kurulması çok güç. ‘Üstad’, albümünün yanı sıra dünyanın gidişatı ile ilgili görüşlerini de anlattı
İstanbul, Ankara ve Bursa geçtiğimiz hafta sufi müziğinin dünyaca ünlü ismi Kudsi Erguner’i ağırladı. 3. Avea Sıra Dışı Müzik Konserleri kapsamında sahne alan ney üstadının ‘Sufiyan’ isimli yeni albümü de yine geçen hafta Equinox Müzik etiketiyle yayınlandı. Mustafa Itrî’nin segâh makamındaki Mevlevi ayinine getirdiği düzenleme dışındaki tüm eserlerin kendisine ait olduğu albümde Erguner, üst üste kayıt yöntemiyle bütün enstrümanları da kendisi seslendiriyor. Yeri gelmişken, sunduğu ney ve akıl fikir demetinden biz de nasibimizi aldık, iki arada bir derede.
Sufi geleneğini çağrıştırmasının yanında ‘Sufiyan’ İran’da bir bölgenin ismi, Doğu Azerbaycan tarafında. Albüme bu ismi vermenizin sebebi nedir?
Sufiyân kelimesi, farsça ‘Sufiler’ anlamına geliyor, bizim dilimizde ise, tekke musikisinde kullanılan ‘Sofyan’ usulü veya suficesine anlamına gelen ‘sufiyane’ kelimelerini çağrıştırıyor. Son albümüme bu adı vermemin sebebi ise içeriğinin Sufi müziğinin eski repertuvarından değil benim beste ve doğaçlamalarımdan oluşması.
Albümde üst üste kayıt yaparak tüm neyleri, bendirleri ve mazharları seslendirmişsiniz. Bu partileri farklı müzisyenlere çaldırmak yerine bizzat seslendirmeyi tercih etme sebebiniz ne?
Projenin asıl amacı; genç yaşımdan itibaren uzun yıllar beraber ney üflemek bahtiyarlığına eriştiğim, rahmetli Hayri Tümer, babam Ulvi Erguner, Aka Gündüz Kutbay, Doğan Ergin ile arşivlerden dinleyerek hayran olduğum dedem Süleyman Erguner, Neyzen Tevfik, Halil Dikmen gibi üstad neyzenlerin şahsımdaki anılarını ve etkilerini yansıtmak.
Albümde geleneksel ve Avrupai neyleri karşılıklı olarak doğaçlayarak bir doğu-batı diyalogu tutturmuş gibisiniz. Bu diyalog kültürel ve siyasi anlamda sizin için ne ifade ediyor?
Sanat eserlerinde Doğu-Batı diyalogunun gerçekleşebilmesi çok güç. Batılılaşmaya çabalayan doğunun fikir ve sanat adamlarının ürünleri ile Batılı sanatçıların Doğu hakkındaki önyargılarının hayal alemine yansıdığı oryantalist eserlerini bir diyalog olarak kabul etmek mümkün değil. Siyasi anlamda, yıllarca sömürülmüş sonra da bağımsızlık ümidi ile eski sömürücülerine gizlice bağlanmış ülkeler bugün de gerek siyasi gerek kültürel anlamda yeni bir yaptırıma zorlanmaktalar, ki bunun adı da diyalog(!) Bu yeni ümidin gerçekleşebilmesi için ancak iki medeniyet, iki kültür, iki din, hatta iki kişinin birbirinden farklı değerleri fikirleri, sanatları olabilmeli , aksi takdirde ortaya çıkan diyalog değil monologtur. Sonuçta diyalog bir çeşit asimilasyon yani güçlü olanın zayıf olanı kendine benzetmeye zorlaması ve onu eritmesi ile eşanlamlı olmakta. Daha evvel de söylediğim gibi, iki farklı medeniyet arasında diyalog değil adilane bir birliktelik olmalı.
Tam da bu konuda yazdığınız ‘Fuga’ isimli parçadan söz edelim mi? 15 yüzyıldan 16. yüzyıla kadar İtalyan ve Fransız bestecilerin kanon için kullandıkları terimdir Fuga. Burada da doğu-batı usüllü neylerin bir çeşit kanonundan söz edebilir miyiz?
Kaçış anlamına gelen Fuga, farklı melodilerin birbirini kovalamasıdır. Bu eserden maksadım, İstanbul’da makam estetiğiyle ney üfleyen bir neyzen ile onun etrafını saran diğer Avrupalı neyzenlerin arasındaki çelişkileri yansıtmaktı. Bir yandan kaçıp kurtulmaya çalışan tefekkür içinde ağırbaşlı bir neyzen, diğer yandan onu bambaşka bir dünyaya çekmeye uğraşan neylerin poli melodisi. Ben o ortadaki Doğulu neyzenim. Etrafımdaki Batılı melodileri anlayıp onların dillerini konuşabiliyor lakin, her şeye rağmen kendi estetiğimi bozmadan kalabiliyorum, hatta kendi dilimde onlarla sohbet edebiliyorum.
Kitabını da yazdığınız şu ney üfleme tekniğinizden bahsedelim isterim.
Bir müzik aletini çalabilmek insanların kabiliyetine bağlıdır, bu nedenle herkese uygulanabilecek standart bir zaman söz konusu olamaz. Ancak başlarken neyden ses çıkarmakta çoğu kimse zorluk çektiğinden kısa zamanda cesaretleri kırılıyor, bu da bir çeşit sabır sınavına dönüşüyor. Sözünü ettiginiz ney metodunu ben yazmadım. Kendi kitaplarımda sadece ney eskiden nasıl, nerede öğretilirdi onu anlattım. Müziğimizin metotla öğrenilebileceğine inanmıyorum, tüm geleneksel sanatlar gibi müzik, özellikle ney, bir ustasından öğrenilir.
Aslında biraz eskimiş bir tartışmadır ama değinmeden geçmeyelim, tasavvuf müziğinin modernize edilmesini nasıl karşılıyorsunuz?
Öncelikle altını çizmek istiyorum, Tasavvuf müziği eski tekkelerde ayinlere eşlik etmek üzere tasavvufi şiirlerin müziğe uygulanması ile oluşan müzik çeşididir. 1925 yılında tekke ve dergâhlar kapatılınca Mevlevi Ayinleri, ilahiler, nefesler, tevsihler, naatler, gazeller ortamından kopmuş tarihi bir müzik mirası durumuna indirgenmiştir. Günümüzün muhafazakar Türk insanı kaybedilen değerlerin nostaljisi içinde yeni gelenekler üretmekte, çoğu kez en yozlaşmış şeylere, değerli bir miras gibi bağlanmakta. Bugün icra edilen ve adına tasavvuf müziği denilen müzik 80’li yıllardan sonra bazı eski gazino sanatçılarının yeni oluşan dindar kalabalığı sömürmesinden ibarettir. Sonuçta şu yozlaşmış versiyonun dışında üretilen her şey gelenek dışı ve modern zannediliyor.
Yaradana sığınmaktan başka çare yok
Etkilendiğiniz müzisyen ve fikir adamları kimler?
Gençlik yıllarımdan beri Mevlana’nın, Feriduddin Attar’ın, Molla Cami’nin eserleri benim yaşamıma ışık tutmuş, gerek batılı gerek Türk, tüm diğer okuduğum, dinlediğim, gördüğüm eserlerden bambaşka bir mânâ ile zevk almamı sağlamıştır. Bunların arasında başta Eflatun olmak üzere Eski Yunan filozoflarini, Tagor’u, Muhammed İkbal’i, Nietzsche’i, Sartre’ı; müzisyenlerin arasında da Bansuri flüt ustasi Panal Algaush, sah nay ustası Bismillah Khan ve sitar ustası Vilayet Khan ile İngiliz flütist James Galway, flamenko ustası Camaron ve Paco de Lucia’yı sayabilirim.
Dünyanın gidişatını nasıl buluyorsunuz?
Tarihe bakıldığında hiçbir dönem insanların rahat ve huzur içinde yaşadıkları söylenemezse de bugün dünyanın her yönden, dünden daha endişe verici bir halde olduğu gerçek. Artı; korku, yarın endişesi, hırs, kıskançlık, düşmanlık, servet, mal mülk hevesi… kısaca insan tabiatında olabilecek en düşük seviyeli hisler dün ayıp iken bugünün vahşi kapitalizminin en büyük sermayesini oluşturmakta. Medeniyet adı altında bu vahşet, İslam dini de dahil, kendisine engel olabilecek bütün değerleri sel gibi yıkıp geçmekte. Arifesinde olduğumuz felaketlerden kendimi dahi koruyacak gücümün olmadığının farkındayım. Bu nedenle yaradana sığınmaktan başka çare olmadığına inanıyorum. Bu sığınmanın da gereklerini en azından şahsen yerine getirmeye çalışıyorum.
Bir yanıt yazın