Bugün orucun son günü. Hayırlısıyla bir Ramazan’ı daha uğurlamak üzereyiz. Terör saldırıları sebebiyle içimiz cayır cayır yansa da, Allah sebebini verdi ve bu Ağustos ayı oldukça serin geçti. Ve oruç tutmakta hiç zorlanmadık. Allah, cümlemizin tutmuş olduğu oruçları kabul etsin.
Ancak her sene olduğu gibi, bu sene de bilgisiz veya art niyetli din adamlarının sayesinde içimiz dışımız fitne-fücur ve şüphe ile dolup taştı. Televizyon ekranlarında arzı endam edem ve kimisin isminin başında profesör, kimisinin isminin başında cemaat lideri ve kimisinin isminin başında da emekli müftü yazan din adamlarımız, sağ olsunla,r yapmış oldukları abuk sabuk açıklamalarla Müslümanları bol bol şüpheye düşürüp, toplumumuzu fitneye sürüklediler.
Yaşar Nuri Öztürk ve Abdulaziz Bayındır’ın, Teravih Namazı ve imsak vakti konularındaki çıkışları bir tarafa, televizyonlarda program yapan diğer din adamları da bol bol gaf yapıp çam devirdiler. Bunlardan birisi de benim aziz dostum olan İstanbul Emekli Müftü Yardımcısı Yusuf Kavaklı’dır. Geçen sene olduğu gibi bu sene de sahur vakitlerinde nedense aile olarak Yusuf Kavaklı’ya takıldık. Bunun en önemli sebebi, Yusuf Kavaklı ile az çok bir hukukumuzun olmasıdır. Bir başka sebep de hadis doktoru olduğu söylenen Hikmet Atan ile birlikte yapmış oldukları programın, basit ilmihal bilgilerimizi tazelemenin yanında bizim ailenin komedi ihtiyacını da karşılamış olmasıdır. Çünkü hoca, bol bol gaf yaptı program boyunca. Mesela bir keresinde cinlerden bahsederken “bu hayvanlar” bile dedi! Ayrıca anlatmış olduğu anekdotlara, anılara, yapmış olduğu benzetmelere ve teşbihlere de bol bol güldük ailecek.
Fitre:
Ancak hocanın yapmış olduğu bazı açıklamalar, her ne kadar “Yarım hoca” olsam da beni de çileden çıkarmaya yetti de arttı bile. Son programdan başlayarak birkaç örnek vermek gerekirse;
Konuya ilişkin yöneltilen bir soru üzerine Sayın Yusuf Kavaklı, “Fitrede esas olanın, temlik olduğunu, yani fitre niyetiyle ihtiyaç sahiplerin eline ulaşması gerektiğini, dolayısıyla, Ramazan’ın ilk iki cumasında, Somali’ye gönderilmek üzere Diyanet tarafından cami kapılarına açılan sergilere bırakılan fitrelerin fitre olmayacağını, bu miktarlar eğer cüz’i ise tekrar ödenmesinde fayda olduğunu” söyledi.
Oysa Sayın Kavaklı’dan beklenen Ramazan’ın son günü böyle bir açıklama yapmak değil, Ramazan’ın başında Diyanet’in bu şekilde toplamış olduğu fitre ve zekâtların fitre ve zekât olmayacağını, bunun ancak olsa olsa yardım ve sadaka olacağını söyleyerek Diyanet’in kampanyasına karşı çıkmaktı.
Ancak Sayın Kavaklı, bunu yapmayarak hem Diyanet’e olan güveni zedelemiştir, hem de fitresini cami kapılarında açılan sergilere bırakan benim gibi Müslümanları şüpheye düşürmüştür. Ayrıca Müslümanlar arasına fitne sokmuştur. Oysa Diyanet, “Her aileden bir fitre ve iftar Afrika’ya” adı altında şaşalı bir kampanya başlatmış, bu kampanyayı camilerde cemaatin kafasına adeta çivilemiş ve fitrelerin cami kapılarına konulan yardım kutularına atılabileceğini, SMS yoluyla ödenebileceğini, bu amaçla açılan banka hesaplarına yatırılabileceğini söylemiştir. Şimdi eski bir Diyanet mensubu çıkıyor ve “ilgili banka hesaplarına doğrudan intikal ettirilmeyen fitreler, fitre sayılmaz, bunun için eğer miktarı az ise tekrar ödenmesinde yarar vardır” diyor. Peki, bu miktar ikinci kez ödenemeyecek ölçüde fazla ise ne olacak? Bunun cevabını vermedi Hoca Efendi. Bunun adı düpedüz halkı keriz yerine koymak ve din faktörünü kullanarak halkı soymaktır.
Oysa bana göre; fitre niyetiyle ve Diyanet’in kurumsal kimliğine güvenilerek cami kapısındaki yardım kutularına, yardım sandıklarına ve sergilere bırakılan paralar da fitredir ve amacına ulaşmıştır. Bu şekilde fitre ve zekât toplanmasına esasen ben de karşı çıktım. Ancak benim karı çıkışımın sebebi, bu şekilde fitre toplanması değil, halkın sıkboğaz edilerek fitrelerin adeta zorla belli bir hedefe yöneltilmesi, toplanan fitre ve zekâtlarla iktidar yandaşı firmaların zengin edilmesi ve bu amaçla yapılan satın almalarda istismarın söz konusu olabileceğidir. Yoksa cami kapılarında toplanan fitre ve zekât konusunda her türlü sorumluluk Diyanet teşkilatınındır. Aksi takdirde hem bu amaçla kafaları ütüleyip cami kapılarında sergi açarak fitre ve zekât toplayacaksın, hem de arkasından “bu şekilde toplanan fitreler, fitre olmaz” imalarında bulunacaksın. Bu durum, bizim Anadolu tabirince olsa olsa “Eşeğin üstünden tabanca atmak” şeklinde yorumlanır.
Temlik:
Sayın Kavaklı’nın Fitre, Fidye ve Zekât konusunda ısrarla dile getirdiği önemli bir husus “Temlik” konusudur. Yani bu ilke gereğince, fitre, fidye ve zekât, fakirin eline behemahal, hatta Fitrelerin Bayram Namazı’ndan önce ulaşması gerekir. Oysa Diyanet, Kızılay, TİKA ve diğer kuruluşlar aracı kılınsa bile fitrelerin, bayram namazından önce, hatta sonra bile ihtiyaç sahiplerinin eline ulaşması mümkün gözükmüyor. Eğer bu fitrelerin nakit veya ayni yardım şeklinde, Somali’nin Başkenti Mogadişu’ya aktarılması kâfi ise bir diyeceğim yoktur. Ancak ihtiyaç sahiplerinin eline ulaşması önem arz ediyorsa, bu konu biraz şüphelidir. Çünkü devletin başka bir organı olan Dış İşleri Bakanlığı, muhalefet liderine “Mogadişu hava limanı dışında sizin güvenliğinizi sağlama imkanımız yoktur” şeklinde resmi cevap vermiştir. Kişilerin güvenliğinin sağlanamadığı bir ülkede, paraların veya malların güvenliğinin tam olarak sağlanamayacağı ve ihtiyaç sahiplerine güvenlik içinde ulaştırılamayacağı ortadadır. Bu durumda, Fitre, Fidye ve Zekât’ta Temlik konusu biraz problemlidir. Bana göre; Fitre, Fidye ve Zekât’ını aracı kurumlar vasıtasıyla gönderenler için herhangi bir problem görünmüyorsa da bu konuda en azından aracı kurumlar için bir vebal (dini sorumluluk) problemi bulunmaktadır.
Dede Yetimi
Seyircilerden birisinin sorusu şöyleydi: “Hocam, annem, babasından (yani dedemden) kalan mirastaki payını almak istemiyor. Ben bu miras üzerinde hak iddia edebilir miyim?”
Sayın Kavaklı bu sorunun cevabını “Dede Yetimi” kavramıyla geçiştirip, Diyanet’e havale etti. Ancak bu sorunun cevabı “Dede Yetimi” kavramıyla verilecek bir cevap değildir. Çünkü “Dede Yetimi” kavramı, çocuk henüz doğmadan, ya da henüz çocuk yaşta iken babanın dededen önce vefat etmesi durumunda geçerli olan bir kavramdır. Yani burada asıl mirasçı, miras bırakandan (muris) önce öldüğü için mirasçının geride bıraktığı çocukların (mirasçının mirasçıları) mirastan pay alıp alamayacakları konu edilmektedir.
Muhtemelen bir cahiliye dönemi uygulaması olan “Dede Yetimi” uygulamasında, mirasçı yani baba, muristen, yani dededen önce öldüğü için, mirasçının (babanın) çocukları, murisin (dedenin) bıraktığı mirastan mahrum bırakılıyorlar, bütün mirası murisin diğer çocukları, genelde erkek çocukları, yani yetimin amcaları alıyorlardı. Bir cahiliye dönemi adeti olan bu uygulama, İslami devirlerde, hatta çok yakın devirlere kadar şeriat hukuku tarafından da korunmuştur.
Daha sonraki devirlerde İslam Alimleri, konuyu incelemişler, babaları, dedelerinden önce ölseler bile, bu çocukların, babalarının hakkı olan mirası, tıpkı babaları gibi talep edeceklerine hükmetmişlerdir. Türk Medeni Kanun’a göre de çocuk, ana rahmine düşmesiyle birlikte mirasa hak kazanmaktadır. Medeni Hukuk’ta buna “Hak Ehliyeti” adı verilmektedir.
Dolayısıyla Sayın Kavaklı’ya sorulan sorunun cevabı “Dede Yetimi” kavramıyla açıklanamaz. Çünkü adamın annesi sağdır ve dedesinden kalan mirastaki payını talep edebilir. Ancak adamın annesi, muhtemelen ya kadınların miras hakkı bulunmadığına inandığından, ya da erkek kardeşlerinden, yani adamın dayılarından korktuğu için mirastan pay talep etmemektedir. Bu durumda, soru soran adamın yapacağı şey, annesinin vefatını beklemek ve o vefat ettikten sonra eğer asıl muris (yani dede) de vefat etmişse, gidip dayılarından annesinin hakkı olan mirası talep etmektir. Vermezlerse dava açmaktır. Buna din de, Medeni hukuk da cevaz vermektedir. Bu adamın yapacağı başka bir şey daha vardır. O da madem annesi, dedesinden kalan mirastaki payını almamakta ısrar ediyor ve bütün malı erkek kardeşlerine (yani dayılarına) bırakıyor, bu durumda adam “Reddi Miras” yaparak, yani annesinin mirasını almayı reddederek, örneğin annelerinin borçlarını ödemekten dinen ve hukuken kurtulabilir.
Banka Promosyonları
Konuya ilişkin bir soru üzerine Yusuf Kavaklı, “Bankalarca nakdi veya ayni olarak ödenen promosyonların caiz olduğunu, bu promosyonların devlet memurlarına ödenmesinde dini bakımdan hiçbir sakınca olmadığını” söyledi. Promosyondan maksat, çalışanların maaşlarının yatırıldığı bankalarca, kurumlara aktarılan ve hiçbir karşılığı olmayan maddi menfaatlerdir. Vaktiyle, çalışanlarının maaşlarını bankalar kanalıyla ödeyen kurumlara ilgili bankalarca demirbaş eşya veya binek otomobil şeklinde sağlanan bu menfaatler, zamanla evrim geçirerek nakit paraya dönüşmüştür. Bazı kurumlar, bu parayı, ödenek yetersizliği veya benzeri sebeplerle kurumların karşılanamayan ihtiyaçlarının karşılanmasında kullanırken, bazı kurumlar bu parayı, maaşları oranında çalışanlarına pay etmektedir. Sayın Kavaklı, işte bu paraların çalışanlarca alınmasında hiçbir sakınca yoktur dedi.
Oysa Yusuf Kavaklı’nın bir keresinde aktarmış oldu rivayete göre; devlet adına zekât toplamakla görevli bir memurun, Hz. Ömer’e gelerek, “Şu devlet adına topladığım zekâttır. Şunlar da bana verilen hediyelerdir” demesi üzerine Hz. Ömer, “Sen bu işi yapmasaydın ve babanın evinde otursaydın, bu hediyeler sana yine verilir miydi?” diye sormuş, adamın “hayır verilmezdi” demesi üzerine de Hz. Ömer “O halde bunlar senin hakkın değil, devletin hakkıdır” diyerek adama verilen hediyelere devlet adına el koymuştur.
Bizim kanaatimize göre, bugün promosyon adı altında bankalarca kurumlara, kurumlar tarafından da çalışanlara aktarılan ayni veya nakdi değerlerin, Hz. Ömer’in zekât memuruna verilen hediyelerden hiçbir farkı yoktur. Oysa Sayın Yusuf Kavaklı, önceki günkü programda yukarıdaki rivayeti naklettikten sonra aralarında din adamlarının da bulunduğu devlet memurlarına bankalarca verilen promosyonların caiz olduğunu belirtmiştir. Bize göre bu tam bir çelişkidir. Din adamları, bu paraya nasıl bir kılıf bularak alınmasında hiçbir beis yoktur dedi bilmiyorum ama devlet memuru olan din adamlarımız eğer memur olmasalardı bu paraları herhalde alamayacaklardı. Dolayısıyla, başta diyanete bağlı din adamlarımız olmak üzere; devlet memurlarının promosyon almaları bence doğru değildir. Bir taraftan “Faiz haramdır” diyeceksiniz öbür taraftan da bankaların fahiş faiz gelirlerinden oluşan kârlardan promosyon adı altında size vermiş olduğu paraları hiçbir sakınca görmeden lüpledeceksiniz. Doğrusu bu tam bir çelişkidir.
Faiz:
Sayın Yusuf Kavaklı’ya göre banka kredisi kullanarak ev alanların tamamı cehennemliktir! Tam böyle demiyor ama lafı oraya getiriyor Sayın Kavaklı. Çünkü İslam’da faiz haramdır. Eh Kur’anın açık hükmüne rağmen haram işleyenlerin sonu da şimdiden bellidir: Cehennem! Yani bankaların faiz gelirlerinden elde etmiş olduğu kârlardan dağıttıkları promosyonları afiyetle yiyen imamlara hiçbir şey yok ama mecburen banka kredisi kullanarak ve eskilerin tabiriyle osura-sıça bir ev alan gariban yandı ki ne yandı. Direk cehenneme!
Kendi deyimiyle Yusuf Kavaklı eğer banka kredisi kullanarak vaktiyle bir gecekondu almış olsaydı şimdi en azından bir apartman sahibi olurmuş! Çünkü bir ahbabı banka kredisiyle bir gecekondu alması için uğraşmış, hatta faizini bizzat ödemeyi bile teklif etmiş ama bizimki “yooo” demiş, “faize asla bulaşmam”
Köy Enstitüleri:
Yusuf Kavaklı dostumun, Köy Enstitülerinde kız ve erkek öğrencilerin aynı banyoda yıkandıklarını söyleyerek bu okulların fuhuş yuvası olduğunu ima etmesi de son derece çirkin bir çıkıştı. Türkiye’nin Gönenli Mehmet Efendi’nin gençlere Kur’an öğrettiği için polis takibine uğradığı günlerden, Ümraniye meydanında hoparlörlerden gürül gürül Kur’an okunup ilahi söylenebildiği bu günlere geldiğini söyleyerek bundan büyük sevinç duyduğunu izhar etmesi, aslında intikamcı bir anlayışa sahip olduğunu da göstermektedir. Oysa meydanlara iftar çadırları kurmanın, rekor kırmak düşüncesiyle şehir meydanlarına ve ana caddelerine binlerce kişinin katıldığı iftar sofraları kurmanın aynı zamanda bir şımarıklık, pervasızlık ve din istismarı olduğunun farkında bile değil benim sevgili müftü dostum.
İslam’da Hoşgörü:
Önceki günkü programda “Biz batının İslam ve Müslümanlar hakkındaki kanaatlerinin ne olduğuna bakmayız. Doğru ne ise onu söylemekten çekinmeyiz. Zaten Allah kitabında -Yahudi ve Hıristiyanları dostlar edinmeyin…-buyuruyor” anlamına gelen sözlerinize dayanarak Sayın Kavaklı’ya sormak isterim:
Katolik dünyasının dini lideri Papa 16. Benedictus, geçtiğimiz yıllarda gerçekleştirdiği Türkiye ziyareti sırasında İstanbul’a geldi ve hemşeriniz de olan İstanbul Müftüsü Mustafa Çağrıcı’nın davetine uyarak Sultanahmet Camii’nde hiç çekinmeden Huzur Duruşu’nda bulundu. İstanbul Müftü Yardımcısı olarak muhtemelen o sırada siz de oradaydınız. Yani olayın canlı şahidisiniz. Papa’nın bu hareketi karşısında her nedense Hıristiyan dünyasında kıyamet kopmadı. Düşünüyorum da aynı şeyleri, bu ülkenin Diyanet İşleri Başkanı veya İstanbul Müftüsü Mustafa Çağrıcı yapsa acaba ne olurdu? Size soruyorum, Diyanet İşleri Başkanı veya İstanbul Müftüsü, örneğin Roma’daki Sen Piyer Kilisesi’nde, Almanya’da Don Katedrali’nde Ya da Paris’teki Notre Dame Klisesi’nde, Papa’nın Sultanahmet Camii’nde yapmış olduğu hareketin aynısını yapabilirler mi? Örneğin bir din adamı olarak siz böyle bir hareketi yapabilir misiniz? Bunu göze alabilecek ölçüde bir babayiğit var mıdır?
Hasta-Doktor İlişkisi:
Sayın Yusuf Kavaklı, geçen günkü programların birisinde; bayan hastaların bayan doktorlara, erkek hastaların da erkek doktorlara gitmesinin İslam’ın emri olduğunu söyledi. İslami kurallara inananların böyle yapması gerektiğini, inanmayanların için zaten sorun olmadığını söyledi. Peki, sayı ve uzmanlık derecesi olarak bir yetersizlik söz konusu ise durum ne olacaktır? Yani erkek hastalar için erkek doktorlar, bayan hastalar için bayan doktorlar yetersizse durum ne olacaktır? Ya da uzmanlık bakımından örneğin bayan doktor dana önde ise erkek hastalara bakmayacak mıdır? Ya da tam tersi?
Öte yandan, çalıştığı hastanede ana bilim dalı başkanı da olan işinin uzmanı ve dünyaca meşhur bir erkek profesör, geçtiğimiz aylarda eşimi ameliyat yaptı ve onu sağlığına kavuşturdu. Şimdi Yusuf Kavaklı hazretlerinin vermiş olduğu fetvaya göre biz, Allah’ın emirlerini karşı mı gelmiş olduk?
Sigara Haramdır:
Geçen programlardan birisinde sunucu Hikmet Atan, sorulan bir soru üzerine “sigara haramdır” deyip kestirip attı. Sayın Yusuf Kavaklı da bu sözler karşısında sessiz kalarak, zımnen de olsa Hikmet Atan’ın görüşünü kabul etmiş oldu. Oysa ben yakinen biliyorum ki; başta Yusuf Kavaklı olmak üzere; bu ülkede en çok sigara içenlerden birisi din adamlarıdır. Öyle ki; bu ülkede Diyanet İşleri Başkanlığı yapmış Mehmet Nuri Yılmaz ve müftülerimizi geçelim, Merhum Muhammed Hamdi Yazır bile yazmış olduğu tefsiri sigara içerek yazmıştır.
Din adamlarımızın en çok keyif aldıkları şeylerin başında nargile fokurdatmak gelir ve bizimkilerin bu durumunu bilen Suudlu Araplar, hacca giden din adamlarımızı Mekke, Medine veya Cidde’deki havuzlu villalarında kebap ve nargile partileriyle ağırlarlar. Yanlış hatırlamıyorsam, benim müfettişlik yaptığım zamanlarda Yusuf Kavaklı ve sık sık ismini zikrederek kendisinden anekdotlar aktardığı Kâmil Hayati Aydın gibi müftüler de iyi birer sigara tiryakisiydiler.
Dolayısıyla; Sayın Kavaklı ve diğer din adamlarımız, haram olduğunu bile bile sigara ve nargile içmektedirler. “Hocanın dediğini tut, gitti yoldan gitme” diye galiba buna diyorlar. Oysa biz biliyoruz ki; umum kaynaklar sigarın haram değil, olsa olsa mekruh olabileceğini söylerler. Sigaranın haramlığına mevcut iktidar da inanmış olmalı ki; tütün üreticisini bitirme ve bu ülkenin sigara piyasasını yabancı tütün kartellerine teslim etme pahasına tütün üretimini yasaklamış ve sigara fabrikaları bir bir kapatmıştır. Ha, bunları söylerken, benim sigara içtiğim filan da anlaşılmasın. Ben, bir iki istisna dışında, hayatında sigara içmeyen bir vatandaşım.
Benim üzerinde durduğum mesele, ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol meselesidir. Madem sigara haram, öyleyse neden kendin içiyorsun? Madem içiyorsun, o zaman neden haram diyorsun? İmamlar, lütfen artık elinizde salkımla el âleme talkın vermeyi bırakın. Ekranlardan din adına etmiş olduğunuz abuk sabuk kelamlarla topluma fitne fücur salmayı artık terk edin. Her şeyden önce, hatta iyi bir din adamı veya iyi bir Müslüman olmaktan çok daha önce iyi bir adam olunuz iyi bir adam…
İYİ BAYRAMLAR…
29.08.2011
Bir yanıt yazın