Bu yazımı Prof. Dr. Yılmaz Esmer’in “Radikalizm ve Aşırıcılık” konulu araştırmasının sonuçlarını ele alan ve Cumhuriyet gazetesinde 31.05.2009 tarihinde “Dindar ve farklılıklara kapalı bir toplum“ başlığı altında yayınlanan yazıya istinaden kaleme aldım.
Adı geçen araştırmanın sonucuna göre, din vatandaşların yüzde 62’sinin yaşamındaki önem konusunda birinci sırada bulunuyor. Toplumun yüzde 75’i çocuklara Kuran kursu açılmasını isterken, dünyayı anlamak için bilim yerine dini rehber edinenlerin oranı ise yüzde 56’yı buluyor. Yaratılışa (dogmaya) inanlar yüzde 93; buna karşılık evrime (bilime) güvenenler yüzde 7’lik dilimi oluşturuyor. Bu sonuçlar aslında Türk toplumunun gidişatını veya istikametini çok belirgin bir şekilde ortaya koyuyor.
Bu doğrultuda Türk toplumu önceden alınmış kararlar neticesinde yeniden dizayn edilmeye çalışılmaktadır. Çok değil yaklaşık iki yıl önce Hürriyet gazetesinin 10.12.2007 haberine göre Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilat kanunu ile başkanlık personeline „çevresinde imanlı kişi“ olarak bilinme mecburiyeti getirileceğini duyurmuştu. Yani, bundan böyle Diyanet İşleri Başkanlığı, personel alımında, adayın çevresinde itikat, ibadet, tavır ve hareketlerinin (muhtemelen eşlerin de kapalı olmasını) İslami esaslara uygun olup olmadığını araştıracakmış (bir şekil fişleme yani).
Türkiye Cumhuriyetini tanımlayan üç unsurlardan (demokratik, laik, sosyal) birisi olan laiklik düzenini artık bir tarafa bırakalım, böyle bir koşul hangi ileri demokrasi anlayışına ve insanların cins, inanç ve kökenlerine göre ayrılmama ilkesine sığıyor acaba? Bu tür uygulamalar ancak kendini dış dünyadan koparan, homojen bir toplum yapısı özlemini çeken teokratik veya totaliter rejimlerde (mevcut arap ülkelerinde olduğu gibi) mümkün olduğunu düşünüyordum.
Araştırmanın sonucuna göre Türk toplumu, “kızı şortla dolaşanı, içki içeni, oruç tutmayanı, ateist olanı, hıristiyanı, yahudiyi, nikâhsız yaşayanı” komşu olarak istemiyor. Yüzde 35 ise Ramazan ayında yemek yenecek mekânların iftar saatine kadar kapalı tutulmasını istiyor. Bu da bize Türk insanının giderek farklılıklara kapalı bir toplum özlemi çektiğinin en önemli göstergesidir. Bunun da ötesinde, genç nüfüsuyla övünen Türkiye Cumhuriyetinde söz konusu gruplara en hoşgörüsüz yaş dilimini ise 15 – 18 yaş arası gençlerin oluşturması beni oldukça düşündürüyor. Bu durumda Atatürk’ün gençliğe hitabesini her ulusal bayramlarda papağan misali ezbere tekrarlatmanın ne anlamı var acaba?
“Ey Türk Gençliği!
Birinci vazifen, Türk istiklalini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir. Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegane temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni, bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahili ve harici, bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklal ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkan ve şeraitini düşünmeyeceksin! Bu imkan ve şerait, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklal ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakru zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir. Ey Türk istikbalinin evladı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, Türk İstiklal ve Cumhuriyetini kurtarmaktır. Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.”
Mustafa Kemal Atatürk
Ankara, 20 Ekim 1927
Ne diyor Mustafa Kemal Atatürk? “Ey Türk gençliği…Birinci vazifen, Türk istiklalini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.” Bu mudur gelecek nesilleri oluşturacak Türk gençliğinin mevcudiyeti? Bu gençler mi sahip çıkacak Atatürk Cumhuriyetine? Hoşgörüşsüz, bilim ve ilimden yoksun, tartışma kültüründen uzaklaştırılmış, itaat ve cemaat kültürüyle beslenmiş zihni boş bir gençlik mi muhafaza ve müdafa edecek Cumhuriyeti?
Araştırmanın diğer sonuçları da kadınlar üzerine.
Buna göre „bazı kadınların koca dayağını hak ettiğini” düşünenlerin oranı yüzde 33. “Zina yapan evli kadının taşlanması doğru” diyenler yüzde 22. “Kadın her zaman kocasına itaat etmeli, sözünden çıkmamalı” diyenler yüzde 61. Kız çocuklarının mirastan erkek çocuklarının yarısı kadar pay almasını isteyenlerin oranı yüzde 36. Kadınların yaşamdan esas beklentisinin yuva kurmak ve çocuk sahibi olmak olduğuna inananların oranı yüzde 88’e ulaşıyor. Yüzde 62’lik dilim Müslüman kadınların evin dışında başını örtmesi gerektiğini savunuyor. Oysa Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk kadınlar hakkında ne düşünüyor ve ne istiyordu?
“… Bir toplum cinslerden yalnız birinin yüzyılımızın gerektirdiklerini elde etmesiyle yetinirse, o toplum yarı yarıya zayıflamış olur.. . Bizim toplumumuzun uğradığı başarısızlıkların sebebi kadınlarımıza karşı ihmal ve kusurun sonucudur… Bir toplumun bir uzvu faaliyette bulunurken öteki uzvu atâlette olursa, o toplum felce uğramış demektir.
Bizim toplumumuz için ilim ve fen lüzumlu ise, bunları aynı derecede hem erkek ve hem de kadınlarımızın elde etmeleri gerekir. Kadının en büyük görevi analıktır. İlk terbiye verilen yerin ana kucağı olduğu düşünülürse, bu görevin önemi tam olarak anlaşılır. Milletimiz güçlü bir millet olmağa azmetmiştir. Bunun gereklerinden biri de karilarımızın her konuda yükselmelerini sağlamaktır. Bundan dolayı, kadınlarımız ilim ve fen sahibi olacaklar ve erkeklerin geçtikleri bütün öğretim basamaklarından geçeceklerdir.. Kadınlar toplum yaşamında erkeklerle birlikte yürüyerek birbirinin yardımcısı ve destekçisi olacaklardır”.
Ocak 1923, Cumhuriyetin ilânından dokuz ay önce, İzmir
Cumhuriyetin kadınlara vermiş olduğu hakları kısaca bir gözden geçirelim isterseniz.
(1) Birden fazla kadınla evlenmenin kaldırılması.
(2) Evlenme akdinin, iki ergin şahit huzurunda, resmî nikâh memuru önünde yapılması
(3) Evlenmede kadın ve erkek için yaş sınırı getirilerek çok küçük yaşta evlenmelerın kaldırılması.
(4) Velilerin kızları adına evlenme akdi yapabilmeleri, zorla evlendirebilmeleri usulünün kaldırılması.
(4) Boşanma konusunda erkeğe tanınan hakların kadına da tanınması. (Şer’î hukukta boşanma yetkisi bir taraflı olarak kocaya tanınmıştı. Bu bir çeşit “kovma” hakkı idi.).
(5) Evli kadının ekonomik haklarını daha iyi koruyan esasların kabul edilmesi.
(6) Miras hukukunda cinsiyet ayrımının kaldırılması.
(7) Türk kadınına siyasî hakların verilmesi.
(8) 3 Nisan 1930’da belediye seçimlerinde, 5 Aralık 1934’te milletvekili seçimlerinde kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınması. (O yıllarda, henüz, Avrupa, Amerika ve Asya kıt’alarındaki birçok ülkede kadınların bu hakları yoktu).
Tüm bunları ve daha bir çok gelişmeyi Cumhuriyet dönemi ve şimdiki gidişatla karşılaştıracak olursak toplumun ileriye değil çok daha gerilere gitme arzusu içinde olduğunu pekala görebiliriz.
Yukarıda Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilat kanunu ile başkanlık personeline, „çevresinde imanlı kişi“ olarak bilinme mecburiyeti getirdiğini duyurmuştuk. Bu uygulamanın zamanla toplumun tüm katmanlarına yayılma olanağı oldukça güçlü bir varsayımdır. Yakın gelecekte tüm medya, sendika, yargı, dernek, vakıf mensuplarından da İslami esaslara uygun yaşam tarzı beklendiğini hep birlikte göreceğiz. Sadaka kabul edenlerin fatiha suresini bilip bilmediklerini kontrol edilmesi gibi uygulamalar ayrıca bunların göstergesidir. Bu uygulamaya veya yeni adıyla “mahalle baskısına” uymayanlar azınlık muamlesi görmeye mecbur kalacaklardır; buna sanatçılarımız da dahildir. Bakın eski ve muhtemelen yeni kültür bakanımız sayın Ertuğrul Günay dünyaca ünlü sanatçımız Fazıl Say’dan bahsederken nasıl özetlemiş durumu: „Bir değerli sanatçının kendi toplumuna bu derece yabancılaşması üzüntü vericidir“. Nedir bu kendi toplumuna yabancılaşmak olgusu? Burada gidişata (orta çağ zihniyetine) ayak uyduramayanlar, uydurmak istemeynler mi kast ediliyor acaba? Onun için mi Fazıl Say, Bekir Coşkun ve yüzde 30’a ait diğer „yabancılar“ için “beğenmiyorlarsa gitsinler arzu ettikleri ülkeye” deniyor?
Ne dersiniz gidip de kurtulmak mı gerek, yoksa kalıp da mücadele mi etmek?
Dr. Ali Sak