20 Mayıs akşamı Show TV’de yayınlanan “Doğruya Doğru” isimli programa konuk olan CHP Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin’den bir kez daha duyduk “Başbakan freni patlamış kamyon gibi üstümüze geliyor…” lafını. Sayın Tekin, aynı programda, Başbakanın üslubunun, mahalle kahvelerinde bile kullanılmadığını, Bahçeli’ye “şerefsiz”, Kılıçdaroğlu’na “Alçak” ve “Yürüyen yalan”, CHP’ye ise “Çete” benzetmesi yaptığını ve “cibilliyetsiz”, yani “soysuz” dediğini de hatırlatarak, başbakan hakkında dava açacaklarını söyledi.
Anlaşılıyor ki; Başbakanın haksız saldırıları ve hakaretleri karşısında CHP’de bıçak kemiğe iyice dayanmış bulunuyor. Çünkü daha yakın geçmişte yine aynı TV kanalında yayınlanan “Siyaset Meydanı” isimli programda bizzat Sayın Kılıçdaroğlu’ndan duyduk; Başbakan hakkında “tazminat davası” açmayacaklarını. Demek ki; Başbakanın tavrı CHP’nin sabır bardağını iyiden iyiye taşırmış bulunuyor.
Padişah Erdoğan!
Sayın Başbakanın miting meydanlarında kullanmış olduğu üslup ve elbette muhataplarının kendisine cevap verirken kullanmış oldukları üslup gerçekten de çok çirkin ve seviyesiz. Bu çirkinlik ve seviyesizlik, seçim tarihi yaklaştıkça daha da artıyor. Ancak üzülerek söylemeliyim ki; bu çirkinliğin ve seviyesizliğin muharrik gücü bizzat Başbakandır. Diğerleri, kendisine cevap verirken, yani mecburen bu çirkinliklere alet oluyorlar. Dolayısıyla bu üslup, Başbakana ve büyük Türk Milletine yakışan bir üslup değildir. Daha doğrusu Türk Milleti böyle bir üslubu hiç hak etmemektedir. Zira sokaktaki halk bile, bu tür üslubu kullanırken çoğu kere, “hâşâ huzurdan” veya “Sözüm mencilisten dışarı” diyerek, en azından özür beyanında bulunmakta ve söylediklerinin belli bir kişiyi veya grubu hedef almadığını belirtmektedir.
Oysa Başbakan, hiç bu türlü bir nezaket kaygısı taşımadan adeta bodoslama dalıyor muhataplarına ve demediğini bırakmıyor. Şerefsiz, alçak, namert, edepsiz, cibilliyetsiz, çete, fıkra adam, şaka adam, yürüyen yalan gibi benzetme ve sıfatlar, Başbakanın seçim meydanlarında dilinden düşürmediği laflardır.
Peki, Başbakanın bu türlü pervasız çıkışlarının altında yatan sebep nedir? Bizce, Başbakanın bu türlü davranışlar sergilemesinin altında yatan sebeplerin başında, seçim meydanlarında kendisini dinlemeye gelen partililerinin vermiş olduğu gazla Başbakanın nerede duracağını bilmeden dilinin gazına köklemesidir. Bunun adı, olsa olsa kendisine aşırı güvenme ve seçimleri alacağına garanti gözüyle bakmasıdır.
Başbakan’ın, partililerince “Sultan”, “Halife” ve “Padişah” gibi sıfatlarla gaza getirildiğini biliyoruz. Aynı gaz daha geçenlerde Lüleburgaz meydanında verildi Başbakan’a. Lüleburgaz mitinginde seçim otobüsünün üzerinden konuşma yaptığı sırada meydandaki halk birden “Padişah Erdoğan” tezahüratı yapmaya başlayınca, Başbakan da onlara Padişahça bir karşılık verme durumunda kalmıştır. Kendisine “Padişah Erdoğan” tezahüratı yapanlara şu cevabı vermiştir Başbakan:
“Hayır, ben padişah değilim. Biz milletimize efendi olmaya değil hizmetkâr olmaya geldik. Biz bu milletin hizmetkârıyız. Bu hizmetkâr karşısında benim aziz milletim yarın sadece bir Allah razı olsun desin bu yeter bize. Bu yola bunun için çıktık”(1).
Evet, Başbakanın bu sözleri tam da bir padişah edasıdır. Zira Sayın Başbakan, Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı olduğu bilindiği halde ve bunu kendisi de bildiği halde “Hayır, ben padişah değilim” diyor. Sanki onun “Padişah” olmadığı bilinmiyormuş gibi. Başbakanın bu tavrından “Keşke padişah olsaydım” gibi bir anlam çıkmaktadır aslında.
Ve başbakanın bu tavrı bize iki tarihi olayı hatırlatmaktadır. Bunlardan birincisi İstanbul’un fethinden sonra yaşanmıştır. Fethi müteakip Fatih Sultan Mehmet ve erkânı şehre girerken İstanbullu Rumlar, Padişah zannettikleri yaşlı başlı Molla Akşemsettin’e çiçek vermek istiyorlar. Akşemsettin, yanı başında atının üzerinde ilerlemekte olan genç padişahı göstererek; “Ben padişah değilim, padişah odur. Çiçekleri ona verin” diyor. İkinci olayımız Mısır’ın fethi üzerine tekmil Arabistan yarım adasının yönetiminin Osmanlı’nın eline geçmesi üzerine yaşanıyor. 1517 yılında Mısır’ın fethedilmesi üzerine bazı adamlar belki de tıpkı Lüleburgaz meydanındakilerin Başbakana yaptıkları gibi, yani yaranmak, yağcılık yapmak ve elbette gaz vermek maksadıyla Yavuz Sultan Selim’e gelerek; “Hünkârım, müjdeler olsun. Mekke ve Medine’nin hâkimi oldunuz” diyorlar. Yavuz Sultan Selim onlara şu cevabı veriyor; “Hayır, biz Mekke ve Medine’nin hâkimi değil, ancak hadimi(hizmetkârı) oluruz…”.
Başbakanın Lüleburgaz’daki tavrı, Akşemsettin ve Yavuz Sultan Selim’in yukarıda kısaca anlatılan tavırlarına benzemektedir. Yani Başbakan, Lüleburgaz meydanında kullanmış olduğu “Hayır, ben padişah değilim. Biz milletimize efendi olmaya değil hizmetkâr olmaya geldik.” Lafını bilerek ve maksatlı olarak kullanmıştır. Zaten, Lüleburgaz’daki “Padişah Erdoğan” şeklindeki tezahüratın, Başbakanın, çıraklık, kalfalık ve ustalık dönemlerini Mimar Sinan ile kıyaslamasından sonra yapıldığı anlaşılıyor. Yani Başbakan, kendisini Mimarbaşı Sinan ile kıyas edince, partilileri “Hayır mimarbaşılık sana az gelir, sana ancak padişahlık yaraşır” anlamında “Padişah Erdoğan” diyerek ona gaz veriyorlar. O da meydanlardan almış olduğu bu gazla veryansın ediyor muhalefet partilerine.
Başbakan’ın, kendisini Mimar Sinan’a benzetmesi aslında bir örtüdür. O, aslında kendisini Sadrazam Sokollu Mehmet Paşa ile kıyaslama ve onu geçme niyetindedir. Topluma “Çılgın Proje” diye lanse ettiği “Kanal İstanbul” projesi de büyük ölçüde bunun içindir. Çünkü bugünün şartlarında hiç de ekonomik ve işlevsel olmayacak olan böyle bir projenin başka hiç bir amacı olamaz. Bilindiği gibi, “Kanal İstanbul”, “Süveyş Kanalı”, “Don-Volga Kanalı” ve “İzmit-Sakarya Kanalı” gibi kanal projeleri, ilk defa Sadrazam, yani Osmanlı Başbakanı Sokollu Mehmet Paşa tarafından gündeme getirilmiş projelerdir. Dolayısıyla, Başbakan Tayyip Erdoğan, hiç olmazsa “Kanal İstanbul” projesini hayata geçirerek bir anlamda Sadrazam Sokollu Mehmet Paşa’nın düşünüp de bir türlü ulaşamadığı başarıya ulaşma arayışına girmiş, Sokollu’nun düşlediği nam ve unvanı elde etme derdine düşmüştür. Umarız aynı tür düşünce ile yola çıkarak devletin çöküşünü hazırlayan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın durumuna düşmez Sayın Başbakan!
Başbakan Laik Cumhuriyeti Tartışmaya Açmıştır
AKP yönetiminin, yapmış olduğu yasal düzenlemelerle laik cumhuriyetin altını yavaştan yavaştan oymakta olduğu biliniyor. Esasen Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, “Cumhuriyet değiştirilemez veya cumhuriyetin şekli değiştirilemez, rejim cumhuriyet olmaktan çıkartılamaz, bunu yazabiliriz ama bunların dışındaki bütün konularda (değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez) sözleri yerine, değiştirilmelerini nitelikli çoğunluğa bağlamak mümkün”(2) diyerek bu konudaki niyetlerini açıkça ortaya koymuş bulunuyor.
Dün (20.05.2011) akşam Başbakanın Van mitinginde yapmış olduğu konuşmayı dinlerken, AKP’nin laik Cumhuriyetle ve bu Cumhuriyeti kuranlarla hesaplaşma niyetinde olduğunu bir kere daha açıkça gördük. Zira Başbakan CHP’ye yüklenme adına, kürsüden öyle laflar etti ve öyle belgeler gösterdi ki; göstermiş olduğu belgeler, aslında CHP’ye değil bizzat laik cumhuriyete, üniter ve ulus devlete yüklenme amacı taşıyordu. Çünkü Başbakan 1944-1950 yıllarında İsmet Paşa’nın da imzasını taşıyan bazı bakanlar kurulu kararlarını kullanarak sözde bugünkü CHP’ye yüklenmeye çalışıyordu. Oysa gerçekte yüklendiği CHP değil, devletin ta kendisiydi. Neymiş efendim, İsmet Paşa yönetimi, 1944 yılında Suriye’de hazırlanan iki adet Kürtçe plağın Türkiye’ye girişini yasaklamış, 1949 yılında Kürt Fukara Cemiyeti adına hazırlanan bir kitabın ve 1950 yılında Ahmed-i Hani’nin yazmış olduğu “Memuzin” isimli Kürtçe eserin toplatılmasına karar vermiş falan filan. Bana göre Başbakanın, Kürt oylarını alma adına dün Van’da sergilemiş olduğu bu tavır, CHP’ye yönelik değil, aslında direk devletin üniter yapısına yönelik bir tavırdır. Milletin ayrışmasını körükleyen bir tavırdır. Cumhuriyetle ve Cumhuriyeti kuranlarla hesaplaşma anlamı taşımaktadır.
Oysa Sayın Başbakan da pek ala bilmektedir ki; Kürtçe yayınları yasaklayan sadece İsmet Paşa yönetimi değildir. Dönemin hassasiyetleri dikkate alınarak Atatürk döneminde de, Menderes döneminde de, daha sonraki dönemlerde de yasaklanan Kürtçe yayınlar vardır. Hatta en çok Kürtçe eserin yasaklandığı dönemlerden birisi Başbakan’ın kendisine selef tayin etiği Menderes dönemidir. Bu durum 21 Mayıs akşamı Habertürk TV’de yayınlanan “Türkiye’nin nabzı” programında CHP Mersin Milletvekili İsa Gök tarafından açıkça ortaya konmuştur.
Esasen başbakan bunu hep yapıyor. Dün itibarıyla Van’da sergilemiş olduğu bu ayrıştırıcı tavrı, geçenlerde Çorum’da da sergilemiştir. Muhafazakâr dindar Çorumluların oylarını devşirmek maksadıyla ve sözde İskilipli Atıf Hoca’ya sahip çıkma adına Cumhuriyeti kuran lider kadronun içinde yer alan Ali Çetinkaya’ya “katil” demiştir Başbakan(3). Evet, Ali Çetinkaya, İskilipli Atıf Hoca’nın idam kararını veren İstiklal Mahkemesi’nin başkanıdır ama o, aynı zamanda Ayvalık Cephesi’nde işgalci Yunan kuvvetlerine ilk kurşunu atan kişidir. Kuvay-ı Milliye’nin önderlerinden birisidir. Dolayısıyla Başbakan, dünün olaylarını bugünün şartlarına göre yorumlayarak hem yanlış yapmakta, hem de insanlarımızı yanlış yapmaya teşvik etmektedir.
“Laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu” Anayasa mahkemesi’nce de tescil edilen AKP’nin, uzunca bir süredir laik Cumhuriyetle bir hesaplaşma içinde olduğu zaten biliniyor. AKP, bu hesaplaşmayı şimdilik Atatürk’ün yakın çevresi üzerinden yapıyor. İsmet Paşa, Mahmut Esat Bozkurt, Mustafa Muğlalı ve Ali Çetinkaya derken sırada galiba bizzat Mustafa Kemal Atatürk bulunuyor. AKP, eğer 12 Haziran seçimlerini kazanırsa muhtemelen bu sefer yavaştan yavaştan da olsa Atatürk’e saldırmaya başlayacaktır. Öyle ya, İsmet Paşa, M.Esat Bozkurt, Ali Çetinkaya gibi isimler, Atatürk’ün yakın çalışma arkadaşları olduğuna, Atatürk’ten habersiz ve izinsiz hiçbir iş yapmayacaklarına göre, bu isimlere yapılan saldırılar, dolaylı yoldan da olsa aslında Atatürk’ü hedef alan saldırılardır. AKP’liler, Atatürk’e dil uzatmaktan çekindikleri için şimdilik onun yakın çalışma arkadaşları ile yetiniyorlar. Yarın öbürgün sıra Atatürk’e de gelecektir. Bundan hiç kuşkumuz yoktur.
Kanaatimizce İskilipli Atıf Hoca’nın asılması, Ahmed-i Hani’nin 1950 yılında yasaklanan eseri Memuzin’ in 2010 yılında devlet kanalıyla basılması filan bahanedir. Maksat Memuzin değil, limuzindir. Yani saltanat, ihtişam ve debdebeli yönetimin devamını temin demek istiyoruz. Geçenlerde üniversiteli bir genç kız ne demişti Sadrazam Uzun Tayyip Paşa’nın saltanat arabaları için: “Oha arabalara bak kocaman!”(4).
MHP Doğru Yolu Şimdi Buldu Ancak Biraz Geç Kaldı
Geçmişte de yazdım bunları; MHP, sadece Ankara’da oturarak Türkiye’yi yönetemez, sadece İç Anadolu, Akdeniz ve Ege sahillerinden almış olduğu oylarla Doğu ve Güneydoğu’yu idare edemez diye. Ayrıca geçmişte, MHP Erzurum’a gitmekle tekmil Doğu Anadolu’ya, Şanlıurfa’ya gitmekle tekmil Güneydoğu Anadolu’ya gitmiş sayılmaz. MHP’nin Güneydoğu’ya gittik diyebilmesi için Diyarbakır’da mutlaka miting yapması gerekir, Batman’a, Mardin’e, Siirt ve Muş’a da gitmesi gerekir dedim. Hatta Zafer Kurultay’ı yapma geleneğini mutlaka devam ettirmeli, ancak bu kurultayları sürekli Erciyes’te değil, Süphan Dağı’nın eteklerindeki Malazgirt ve Muş ovalarında, Nemrut dağı’nın eteklerindeki Adıyaman ve Malatya’da, Diyarbakır Karacadağ’da da yapabilmeli dedim. Ancak sözüm hiç kimseye geçmedi. Geçen akşam TV’de, hem de Sayın Bahçeli’nin ağzından MHP’nin Diyarbakır’da miting yapacağını duyunca gerçekten çok sevindim. Demek ki dedim; MHP doğru yolu buldu bulmasına da şimdi de kaset skandalları yapıştı yakasına. Bugün itibarıyla MHP’nin bu skandala vermiş olduğu kurban sayısı 10’u buldu. Umarım MHP bu skandallardan, bu skandalları tertipleyenlerin beklediği ölçüde yara almaz ve daha fazla yıpranmaz.
Çok hoşuma giden ve uzun zamandan beri siyaset dünyasında alışık olmadığımız bir olayı da burada zikretmek isterim. Geçtiğimiz gün Kanal D’de yayınlanan “32.Gün” programına konuk olan CHP lideri Sayın Kılıçdaroğlu, “Sınıf arkadaşım” dediği Devlet Bahçeli’ye ve MHP’ye arka çıkarak, MHP’ye yönelik kaset skandallarının kabul edilemez olduğunu belirttikten sonra bu ülkenin ve TBMM’nin, MHP’ye ihtiyacı olduğu ve mutlaka barajı geçmesi gerektiği anlamında sözler söyledi. Aynı Kılıçdaroğlu’nun, üniversite yıllarında, sınıf arkadaşı Devlet Bahçeli’nin içinde bulunduğu ülkücülerden temiz bir dayak yediğini de vaktiyle yine kendisinden dinlemiştik. Dolayısıyla Sayın Kılıçdaroğlu’nun MHP’ye sahip çıkmasını, kendi adına bir ahlaki erdem ve siyasi fazilet olarak yorumladık. Doğrusu aferin Kemal Bey’e. Siyasi ahlak da zaten bunu gerektirmektedir.
Şimdi bazıları diyecektir ki; MHP’nin, Kemal Kılıçdaroğlu’nun desteğine ihtiyacı yoktur. Hayır, vardır. Bence MHP’nin, en azından bugün için sadece CHP liderinin desteğine değil, bu ülkede aklı başında herkesin desteğine ihtiyacı vardır. En başta da birbirlerine düşmüş görüntüsü veren ülkücülerin desteğine ihtiyacı vardır.
Sayın Başbakan’ın “Ben çünkü ne Bahçeli’yim, ne şuyum, ne buyum. Bizim partimiz Ak Parti. Temiz siyaset sözü vererek geldik. Benim bir bakanım bunu yapamaz. Bugüne kadar bazı bakanlar ile ilgili atılmış adımlar varsa bunun gerekçeleri vardır. Bugün birçoğu milletvekili olamadıysa nedenleri vardır. Milletvekillerim için de aynı şey geçerlidir.”(5) şeklindeki itirafları üzerine Sayın Kılıçdaroğlu’nun, Başbakanın gazabına uğrayan bu kabil bakanlardan bir kaçının ismini zikretmesi üzerine, Kürşat Tüzmen örneğinde olduğu gibi bu kişilerin Sayın Kılıçdaroğlu’nu hedef almaları çok yanlıştır.
Oysa onların yapacakları iş, Kılıçdaroğlu’na sataşmak değil, Başbakan’ı açıklama yapmaya davet etmektir. Ancak Başbakana hesap sormak biraz sıkınca, adamlar çareyi Kılıçdaroğlu’nu hedef almakta buldular. Doğrusu, aslında ülkücü kökenli olduğu söylenen Sayın Kürşat Tüzmen, Sayın Kılyıçdaroğlu’ndan hesap sormaya kalkışmakla kendisine hiç yakışmayan, uzun boyu ve sportmen kişiliği ile mütenasip olmayan bir davranışa imza atmış bulunmaktadır. Tunca Toskay’a kafa tutup müsteşarlıktan istifa ederek siyasete atılmasını ve bakan olmasını ne kadar alkışladıysak, TOBB toplantısında Sayın Kıçıldaroğlu’nu açıklama yapmaya davet etmesini de o derece yadırgadık eski ülkücü Kürşat Tüzmen’in. Bahçeli’nin tabiriyle, ülkücünün eskisi, yenisi ve bağımsızı olmayacağına göre muhtemelen Kürşat Tüzmen’in de ülkücülükle uzaktan yakından alakası yokmuş…
21 Mayıs 2011
Ömer Sağlam
______________
1-http://www.sabah.com.tr/Gundem/2011/05/11/sende-zerre-kadar-onur-varsa
2-http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=242212
3-
4-
5-