Dik

Kalemi dik tutmuşuz, yaprağı mecburen yatırmışız da, incitmemişiz, canını yakmamışız. Kılıcımız kınından dimdik bir yıldırım gibi çıkıvermiş, kana bulanmadan yerini bulmamış da, aman dendi mi; erimiş kalmış bileklerimiz, avuçlarımız arasında. Sevgiliye çiçeklerimiz olmuş, dimdik kardelenlerimiz karın içinden fışkırmış da, önünde başımızı yere eğmişiz, kelamlarımız susmaktan ibaret kalmış. Minareleri dimdik yükseltmişiz, seccadelerimizi mecburen sermişiz de, örselememiş, baş tacı yapmışız. - romada avuc

Kalemi dik tutmuşuz, yaprağı mecburen yatırmışız da, incitmemişiz, canını yakmamışız. Kılıcımız kınından dimdik bir yıldırım gibi çıkıvermiş, kana bulanmadan yerini bulmamış da, aman dendi mi; erimiş kalmış bileklerimiz, avuçlarımız arasında. Sevgiliye çiçeklerimiz olmuş, dimdik kardelenlerimiz karın içinden fışkırmış da, önünde başımızı yere eğmişiz, kelamlarımız susmaktan ibaret kalmış. Minareleri dimdik yükseltmişiz, seccadelerimizi mecburen sermişiz de, örselememiş, baş tacı yapmışız.

Bu memleketin dağlarına bakın, dimdik dağlarına; Toroslara, Gabar’a, Munzur’a, Ağrı’ya ve önünde serilip kalmış ovalarındaki sükûnete, huzura. Bu coğrafyanın musikisine bakın, inişi çıkışı ahlakla ve sevdayla onurlu bestekârlarına; Itri’ye, Dede Efendi’ye, Tamburi Ali Efendi’ye, Lemi Atlı’ya. Bu bayrağın altında toplanmış sofulara, hacılara, ninelere, başıkabak çocuklara bakın; gözü görmezlere, kulağı işitmezlere, cahillere, âlimlere bakın. Daha seksen küsür sene öncesinin dimdik insanlarına ve bu insanlarının önünden akıp giden başıboş topraklarındaki başaklara, buğdaylara, Amasya’nın elmasına, Çukurova’nın pamuğuna, Rize’nin çayına, Iğdır’ın kayısısına bakın. Halayında, horonunda yan yana dizilmiş coşkuya ve aynı coşkunluğun dimdik tevazusu ile sabah namazlarında saf saf dizilmiş dimdik insanlarına bakın.

Dik olmak tabiatın kanunudur. Cisimler dik yükselirler. Düşerken dik düşerler. Fasulyeler, domatesler, çilekler, fındıklar bile toprağa yüzlerini sürüp başlarını dimdik göğe çevirirler. Buğu dikine yükselip semaya karışır, yağmur dimdik düşer. İnsan iki ayağı üzerine dimdik kalkıp yürümeye başlayınca ateşi ehlileştirdi, çizmeye başladı duvarlara ve toplamaya başladı dimdik ayçiçeklerini. Piramitleri yavaş yavaş yükseltti dimdik, Babil’i, Rodos’u dimdik koydu kaidelerine. Hiçbir milletin putu, mabedi, Tanrı’sı yerlerde değildir diye, insan da ancak öldüğünde yerle yeksan gömülüp gider. Dik olmak, dimdik olup yukarı, daha da yukarıya yakın olmak bir mecburiyet, bir fıtrattır.

İnsanlığın bütün hikâyesi ekmek ve dikmek arasındadır. Tohumu eker, yükselen başağı biçer. Fideyi diker, elmasını, şeftalisini, limonu hasat eder. Toprağı ekmekten ve biçmekten doymaz, kitlelere düşmanlık eker. Irkları ayırır, renkleri ayırır, dilleri ve duaları ayırır, kin eker. Ektiği nefret yükselir, gençleri biçer. Kavun ektiği tarlaları yerle bir edip ‘Kaleşnikof’ hasat ettiği fabrikalar diker. Çay topladığı bahçelerin üzerine zehir saçan bacalar diker. İnsan insanı öyle bir hale getirir ki; bir dilim ekmekle, üstü aşılmaz, yanında geçilmez surlar, kaleler, setler diker. İnsanoğlu rüzgâr eker, fırtına biçer.

Bütün hikâyemiz ekmek ve dikmek arasındadır. Çünkü ekmekle karın doyar, dikmekle ayıp kapanır. Sıcak bir ekmek için buğday ekeceksin ve başağı bileceksin, sırta aba için pamuk ekeceksin, kendiri bileceksin. Ve Âdemoğlu toprağı ölülerinde hatırlamaya başladığından beri, ektiği düşmanlıktır, ayrımcılıktır, kindir, nefrettir. Ve artık dimdik yükselenler silahtır, baruttur, mermidir, kıyımdır, günahtır.

Dik olmak tabiatın kanunudur. Topraktan dimdik çıkan biber filizleri yerine keskin nişancı silahları olduğundan beri, kalemlerimiz de değişti. Göğe yükselen toprağın kokusundaki bereketi unutalı beri, Kıblelerimiz de şaştı. Uzanıp kalıverdiğimiz erguvanların huzuruna etnik kavgaları ektiğimizden beri, şarkılarımız, türkülerimiz öldü. Kulaklarımıza ekilen ninnilerden emanet gırtlağımızdan yükselip çıkan sevda manilerimizin yerine, dimdik marşlar, hücumlar, yuhalamalar yükseldiğinden beri, eğildik, büküldük, yerle yeksanız be kardeşlerim…

Her ekilenin dikilmesi gibi, hasatı da tabiatın kanunudur. Bir avuç toprağın, bir damla denizin içine ekilmiş, büyümüş, bir nefes havanın içine serpilmiş milyonlarca ekilmişi görmeyen gözlerin, bilmeyen şuurların ektikleri yükseliyor üçyüz senedir. İki tane sebil çeşme yapmamışların, bir mescide halı sermemişlerin, bir yetim karnı doyurmamışların tarlalarından pislik yükseliyor. Babanın kızını tohumladığı devirdeyiz. Arsızın hasadına alkış tutulduğu gündeyiz. Üzüm asmalarıyla çevirdiğimiz topraklardan yükselip etrafımızı çepe çevre saran; artık zulümdür, iftiradır, pisliktir, günahtır. Duvarına bent ettiği, toprağına güç verdiği, ocağına kor ettiği tezekten yaptığı Tanrı’lara dua eden insanın yükselişi semaya değil, yerin yedi kat altınadır artık.

İnsanın ayakları üzerine dikilip yürüdüğü menzil; tabiatın kurallarına ters… İnsanoğlu rüzgâr ekiyor, fırtına biçiyor kardeşlerim…

Kalemi dik tutmuşuz, yaprağı mecburen yatırmışız da, incitmemişiz, canını yakmamışız. Kılıcımız kınından dimdik bir yıldırım gibi çıkıvermiş, kana bulanmadan yerini bulmamış da, aman dendi mi; erimiş kalmış bileklerimiz, avuçlarımız arasında. Sevgiliye çiçeklerimiz olmuş, dimdik kardelenlerimiz karın içinden fışkırmış da, önünde başımızı yere eğmişiz, kelamlarımız susmaktan ibaret kalmış. Minareleri dimdik yükseltmişiz, seccadelerimizi mecburen sermişiz de, örselememiş, baş tacı yapmışız. - romada avuc

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir