Doç.Dr. Mehmet Seyfettin Erol (ASAM Koordinatörü)
Dünya bir taraftan siyasi-güvenlik bağlamında bir belirsizlik okyanusunda yüzerken, diğer taraftan iktisadi anlamda devam eden buhran durumu ise bildik tüm ideolojileri ve sistem-yapıları sorgular hale gelmiştir.
Dolayısıyla dünyada daha büyük çapta bir krizin yaşanması ve küresel anlamda istikrarsızlıkların artma olasılılığının düne göre daha fazla güç kazanmaya başladığı bir dönemde yoğun bir güç mücadelesine sahne olan eski Sovyet alanı ve Osmanlı coğrafyasında yer alan devletlerin “dengesizliğin dengeleyicisi bir güce” duyduğu ihtiyaç her geçen gün daha da artmaktadır.
Peki, bu güç kimdir?
Bu güç, hiç kuşkusuz Türkiye’dir.
Gerçek manada bölgesel bir güç olma yolunda mesafe kat eden ve “Yeni Yakın Çevre” politikası kapsamında küresel güç statüsüne geçmeyi hedefleyen “Yeni Türkiye”, barış eksenli, bölgesel-küresel anlamda güvenlik, refah, demokrasi ve insan haklarını esas alan çok yönlü dış politikasıyla; gerek Doğu-Batı, gerek Kuzey-Güney, gerekse de Türk-İslam dünyası ile diğer medeniyetler arasında dengeleyici, uzlaştırıcı ve yapıcı bir rol oynamaya çalışmaktadır.
Zaman zaman “güven” sınırlarını zorlasa da…
Şu ana kadar ortaya koyduğu performans ve mevcut pozisyonu bu hususu bir takım “tartışmalı hususlara” rağmen fazlasıyla teyit etmektedir.
Bu tartışmalı hususlar ya da kafa karıştıran noktalara bilahare değinilecektir.
Yalnız, yeni dış politikada ittifak-diyalog arayışlarının, arabuluculuk teşebbüslerinin ve sıfır sorunlu komşuluk politikasının burada önemli bir yere sahip olduğunu belirtmekte de fayda mülahaza edilmektedir.
Bu kapsamda dünyada başarısız ilan edilen ülkeleri kendine has diplomasisi ile uluslararası sisteme başarılı bir şekilde entegre etmeye ve merkeze çekmeye çalışan (Suriye ve Afganistan örneklerinde görüldüğü gibi); Batılı örgütlerde (NATO dahil) yer almasına rağmen tarihsel coğrafyasının ve bu bağlamda Türk-İslam dünyasının çıkarlarını ABD, Çin, İsrail ve Avrupa Birliği nezdinde sonuna kadar savunabilen Türkiye, aynı zamanda başta Rusya ve İran olmak üzere, stratejik derinlikleri ve yakın çevresi ile de geliştirdiği kendine özgü ilişkileriyle de bu coğrafyadaki birtakım oldu-bittilerin önüne geçmeye çalışmaktadır.
Yeni Büyük Oyun’da bölgesel-küresel boyuttaki dengesizlikler ve krizler karşısında zaman zaman “siyaset-strateji-araçlar” bağlamında bilerek ya da farkında olmayarak kendisinden beklenmeyen bir şekilde bir takım ters orantılı çıkışlar yaparak “dengesizliğin dengeleyicisi rolü”nü oynamaya çalışan Türkiye, göründüğü kadarıyla mevcut konjonktürün kendisine sağladığı fırsatlar ortamında bir manevra alanı yaratmaya çalışmaktadır.
Ve Ankara’nın izlediği son dönem politika, tarihsel anlamda daha çok “Altınorda-Moskova Knezliği” arasındaki ilişkiyi andırmaya başlamıştır.
En azından Ortadoğu-Afrika bazlı son gelişmelerde Türkiye’nin oynadığı rol ve buna karşılık ABD’nin “hami devlet” açıklamaları ile Avrupa Birliği’nin İtalya üzerinden Balkanlar bağlamında verdiği mesajlar bu hususu teyide yönelik önemli sinyaller olarak kabul edilebilir.
Bu hususta haliyle bir takım haklı itirazlar kaçınılmaz gözükmektedir.
Dolayısıyla Ankara’nın izlediği politikanın gerçekte ne anlama geldiği, neyi hedeflediği ve ne kadar milli-bağımsız olduğu artık daha çok tartışılır bir hale gelmiştir.
Ortada, bir an önce aydınlatılması gereken bir kafa karışıklığı söz konusudur.
Bir sonraki yazımızda bu hususa açıklık getirmeye çalışacağız…