Cennette kendi halinde yaşayan Âdem’in bir meyveden men edilmesi, yaradılışın ilk yasağıdır. Yani varoluşun ilk yasağının müsebbibi Tanrı ve yasaklanan ilk fail insandır. Yasaklanan Âdem, yasaklayansa Tanrı’dır. Âdem Tanrı’nın ‘diktatörlük’ kavramını yarattığını da, bu vesileyle öğrenir. Ve yetmez; ‘cezalandırılmış’ ilk insan olarak dünyaya gönderilir. Daha önce durduk yere Âdem’e secde etmesi tembihlenen Şeytan’ın, ‘demokratik’ haklarını kullanarak yaptığı muhalefet yüzünden lanetlendiğini de öğrenen Âdem, Tanrı ile Şeytan arasındaki kıyasıya bir mücadelenin başrol oyuncusu olduğunu da fark eder. Böylece ‘diktatör’ Tanrı ve ‘muhalif’ Şeytan arasında gidip gelir. İşte yeryüzünün ilk yasağı, ilk başkaldırısı ve ilk cezası da böylelikle hayat bulur.
Tanrı’nın yasakları dur durak bilmedi. Binlerce elçisiyle, vahiylerle, kitapları ve ermişleriyle, yağmur gibi yasaklar, öğütler, tembihler ve tavsiyeler yağdırdı. Şeytan’ın muhalifliği ise hiç tükenmedi. Yeryüzüne dönüp baktığımızda; tepemizde incelmiş atmosferden, ayağımızın altındaki bölük pörçük topraklara, katman katman toplu mezarlardan, ağzına kadar doldurulmuş zindanlara, babasından hamile kalmışlardan, kafası palayla kesilmiş insanlara kadar her şey, Şeytan’ın vahşet dolu ve korkunç muhalefetini gösteriyor.
Âdem’in ilk neslinde kaygı hayatta kalmak, doymak, barınmak ve çoğalmaktı. Bugün aradan geçen binlerce yıla rağmen, çoğu insan için kaygılar aynıdır. Yeryüzünün büyük bir kısmı için mesele, sadece hayatta kalmaktır. Koca bir kıta Afrika’da, açlıklar ve hastalıklarla boğuşan yüz binlerce kara insanın tek endişesi; hayatta kalmaktır. Asırlardır talan edilmiş ormanları, işgal edilmiş toprakları, madenleri ve akarsuları yüzünden bir medeniyet inşa edememiş Afrika halkları için dert, hayatta kalmak ve doymaktır.
Dün Afgan bir çocuk, sonra bir Irak’lı ve bugün Libyalı bir anne için tasa; doymak ve barınmaktır. Tepesine yağdırılan bombaların üzerinde yazan ‘demokrasi-insan hakları’ kelimeleri hiçtir. Anlamsızdır. Tıpkı Vietnamlı yaşlılarda olduğu gibi, Arap halkları için de dert ekmek ve ilaçtır.
Savaşlar, ölümler, yasaklar, esaret ve yokluk arasında bilimi, resmi, müziği, heykeli, hesabı, şiiri ve estetiği fark eden Âdem’in torunları, Şeytani bir muhalefetle cennetten kovulmuşluklarını sorgulamaya başladılar. Yeryüzünün en derin ve anlamlı kavgasında sorular hep Şeytani, cevaplarsa daima ilahi kaldı. Bu yüzden mücadele alevlendi, derinleşti ve korkunçlaştı.
Binbir türlü hile ile kaçmayı öğrenerek hayatta kalan, ekmek ve biçmek arasında karnını doyuran, diktiği gökdelenlerde sarmaş dolaş yatan ve çiftleşen insanın kaygıları değişti. Bütün bu düzenin ve iktidarın hiç sallantıya uğramadan, riske girmeden ve düzenli bir devir daim içerisinde yürümesi için yeni endişeler edindi. Ve öğretmeni kimi zaman Tanrı, kimi zaman Şeytan oldu.
İnsan yerkürenin ‘diktatörüdür’. Yeryüzü ve gökyüzü arasındaki her şeyin kendi emrine verildiğinden ve başına buyruk şekilde kullanabileceğinden emindir. Binlerce hektar yağmur ormanı, savanı, merayı, koruluğu ve ağaçlık alanı kesmekten, yakmaktan, dümdüz ve çırılçıplak bırakmaktan arlanmaz. Bu hakkıdır; çünkü insan yerkürenin diktatörüdür.
İnsan hayvanların ‘diktatörüdür.’ Sirklerde oynatmak için filleri kamçılar, timsahların tırnaklarını söker. Binlerce ton balığı filelere doldurup havaya çeker ve soluksuz bırakıp öldürür. Fokları kafalarına sopalarla vurarak öldürür. Aslanları kafeslere hapseder. Farelere ilaçlar enjekte eder. Kuşların göç yollarına binalar, yollar, otobanlar diker ve kuşlara yollarını kaybettirir. Sığırları boğazlar, koyunları keser, parçalara ayırır, kıyma yapar, kuşbaşı yapar, şişe dizer. İnsan; hayvanlara sadece ve yalnızca ‘kendi izin verdiği kadar’ yaşama hakkı tanır ve uymayana cezasını verir. Çünkü insan hayvanların diktatörüdür.
İnsan, insanlığın ‘diktatörüdür’. Rengi farklı olan yüz binlerce ceset doludur Amerika’nın stepleri ve her birinin sırtında kırbaç izleri vardır. Saçları ve gözleri başka olan onbinlerce insanın halkalı köleliği ve sömürgeliğinden ibarettir İngiltere tarihi. Sırtlarındaki küfelerde şarap üzümü, elmas ve kömür taşıyan kölelerin zenginliğiyle pudraladılar suratlarını yüzyıllarca Fransızlar. İnsan, insanlığa biçtiği değer kadar hayat insanlara, çünkü insan insanlığın diktatörüdür.
İnsan diktatörlüğünü Tanrı’dan aldı. Kendisini yasaklayan ve kovan Tanrı’dan emanet bir iktidarla, yeryüzünde kendi cennet ve cehennemini inşa etti. Serbestler ve yasaklar yarattı. Beğendiğini cennetine aldı, beğenmediğini kovdu. Gezegenin en akıl almaz, en vahşi, en korkunç ve an kan donduran hikâyelerini, insan yazdı. Bunun ismi; Tanrı’dan emanet diktatörlüktür.
Her şeye rağmen bir Tanrı kadar ‘yaratıcı’ olamayan insanın çaresiz ve aciz kaldığı hallerde, ders aldığı Şeytan ve Şeytan’ın ‘demokratik muhalefeti’ oldu. Neticede, daha en başında kendisine karşı ‘diktatörlük taslayan’ Tanrı’ya karşı ‘ demokratik bir muhalefet göstermiş olan Şeytan’, insanoğlunun acizliği için biçilmiş kaftandı.
Yer altı kaynakları, fosil yakıtlar ve su için yeryüzünün bir bölümünü işgal etmenin ve oradaki bitki, hayvan ve insan nüfusa hayat hakkı vermemenin itici gücü; ilahi diktatörlüktür. Buna var gücüyle karşı koyan mazlumları ters köşeye yatırıp susturacak yol ise, ‘ Şeytani muhalefettir.’ Onlar tohum, su, bakır ve ağaç derler. Diktatörler ‘demokrasi, özgürlük ve insan hakları ‘ diye cevap verirler.
Binlerce yıllık Âdem’in tarihindeki yüzlerce işgalin, zorbalığın, tecavüzün ve talanın kilidi budur. Kendisini ilahi diktatör olarak addedip yeryüzünün Tanrısı ilan eden Âdem ve buyruklarına uyulması için hazır tuttuğu Şeytani demokratik muhalefeti.
İnsanoğlunun diktatöryaya gizli beğenisi, zamanında İtalya ya da Almanya’da, daha önce Mısır’da ya da Osmanlı’da, Bizans’ta ve gelmiş geçmiş bütün saltanatlarda varlığını sürdürmesi ve günümüzde Arap ülkelerinde olanca gücüyle yaşamaya devam etmesinin sebebi; insanın bir ‘diktatörlük’ sonucu kendisini dünyada bulmuş olmasıdır. Fıtratında, mayasında ve hamurunda bu kovulmuşluk olan insan, yerküreyi kendisine ait bir cezaevi ve kendisini dünya hücresinin yegâne mahkûmu olarak gördüğünden, yakmak, yıkmak, talan etmek, yok etmek ve çekip gitmek üzerine bir iktidar kurmuştur.
Eskiden bu iktidarın güvencesi oklar, kılıçlar, taşlar, sopalar ve kızgın yağlar iken artık silahlar, bombalar, mayınlar, füzeler, denizaltıları ve savaş uçaklarıyla devam ediyor.
Bir Patriot füzesi yere düşüp patladığında, 250 metrekarelik bir alan içerisinde ses hızıyla fırlayan şarapnelleri, 1600 derecelik ısısı ve basıncıyla cehennem yaratır. İnsanların kulak zarları patlar, kolları kopar, gözleri dağlanır, ciltleri yanar; insanlar paramparça ölürler. Her savaşın bir ölü ve yaralı hesabı vardır. Bir de ekonomik maliyeti yayınlanır. Ancak insan hiçbir savaşın kaç tane kedi, köpek, inek, at, öküz, keçi, tavuk, kuş ya da topraktaki solucanı, kaplumbağayı, meyve sineğini öldürdüğünü hesaplamamıştır. Oysa bir Patriot düştüğünde 250 metrekarelik alanda hiçbir insan olmasa bile yaktığı bir avuç yerdeki sayısız canlıyı, etrafta alevlenmiş ağaçta yuvalanmış kuşları ve topraktaki mucizeler olan tohumları katledip bırakmaktadır. İnsan yek canlı olarak kendisini gördükçe, kendi kendisinin diktatörü olarak kalmaya mahkûmdur.
Şeytan’ın ‘demokratik muhalefeti’ ve ‘Âdem’in diktatörce bir buyrukla’ Cennet’ten kovuluvermesinden ibaret yaradılış efsanesi, günümüzün en korkunç katliamlarına giriş cümlesidir. Doğan çocuklarını yıkayan ve günahlardan arındırarak vaftiz eden Hristiyanlar, saçlarını kazıyıp günde bir kez yulafla ceza çeken Budistler, oruçlu Museviler ve kovuldukları cennete dönebilmek için onlarca yasakla yaşayan Müslümanlar, dinler; bütün dinler ve inançlar o kovulmanın kuyruk acısı, günahkârlığı ve pişmanlığı ile biat ettikleri Tanrı’nın dünyasında, kendi diktatörlüklerinin hükümdarlığını sürdürüyorlar.
Âdem kendisine yağdırılan ‘diktatörlüğün’ emir ve yasaklarıyla, Şeytan’ın ‘demokrat’ muhalefetinden bir ders çıkaracak. Bu dersi nesillerden nesillere aktara aktara şekillendirecek. Her torun yeni bir biçim, yeni bir içerik, yeni bir yaklaşım ekleyerek, günden güne evcilmiş ve vücuda bürünmüş bir hal kazandıracak. Ve nihayet isimler, cümleler, savaşlar, silahlar, altın ve toprak arasından sıyrılan bu ders, kendine bir isim verdirip içimize yerleşecek.
Bir gün gelecek, Âdem artık kovulmuşluğunun müsebbibi olarak pişkin pişkin Havva’yı işaret ederek, ‘Beni kandırdın’ demeyecek. Havva’yı örtmeyecek. Saklamayacak. Horlamayacak. Dövmeyecek. Bu hafta Bangladeş’te olduğu gibi; Havva’ya eşit miras hakkı verildiği için isyan ederek sokaklara dökülmeyecek. Taşlayarak öldürmeyecek.
Bir gün Âdem, yine bu hafta Afganistan’da olduğu gibi kitap yakıldı diye, sekiz insanı, başlarını keserek öldürmeyecek. Evreni, güneş sistemini, yıldızları, suyu ve toprağı, rüzgârı ve sineği, havayı ve ışığı ‘görebilmeyi’ bir gün öğrenecek Âdem. Bir gün yerküreye bir uzaylı gibi bakmayı ve baktığında, ‘Hepsi aynı tür milyarlarca insanın neden sınırlar, hudutlar ve bayraklar altında yüzlerce parçaya ayrıldığını’ sorabilmeyi öğrenecek.
O vakit kovulmanın da, yasak ağacın da, faniliğin ve edebiliğin de kendisinde başlayıp bittiğini, ‘diktatörlük’ ve ‘demokrasinin’ kendi uydurduğu kavramlar olduğunu anlayacak. İnsan dersini er geç alacak.
Müslüman’dan Yahudi’ye, Sih’ten Hristiyan’a, zenciden beyaza, Arap’tan Eskimo’ya değişmeyen bir ders; Âdem ahlakla tanışacak.