Doç. Dr. Mehmet Seyfettin EROL
ABD’nin Libya bağlamında daha düşük profilli bir rol oynayacağını açıklaması ile birlikte yaşanan son gelişmeler ve bu noktada NATO Genel Sekreteri Ramussen ve Libya Dışişleri Bakan Yardımcısı Abdülati el Ubeydi’nin Türkiye ziyaretleri bir kez daha Ankara’yı uluslararası alanda ön plana çıkarmış vaziyette.
Süreç, adeta ABD sonrası bölgede Türkiye’yi lider bir role zorluyor. Peki bu durum ABD’ye rağmen nasıl olacak? Burada nasıl bir ilişki ve süreç söz konusu?
Bunun cevabı aslında o kadar da zor ve karmaşık değil. Soğuk Savaş sonrası yaşanılan gelişmeler ve Ankara-Washington hattında Kasım 2007’ye kadar yaşanan kriz bunun fazlasıyla ipucunu veriyor. Bu bağlamda söz konusu inişli-çıkışlı ikili ilişkilerin izini dikkatlice süren ve Graham E. Fuller’in “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” ve “İslamsız Dünya” kitapları ile birlikte Philip H. Gordon’un “Türkiye’yi Kazanmak” çalışmasını okuyan ve özellikle de 1 Mart 2003 sonrası yaşanan gelişmeler üzerine biraz araştırma yapan birisi rahatlıkla bu soruların cevaplarına büyük ölçüde ulaşabilir.
Ama biz yine de üzerimize düşen “aydınlatma” görevini kısmen de olsa yerine getirmeye çalışalım.
Bilindiği üzere, Soğuk Savaş sonrası uluslararası sistemde kendisini belirgin bir halde gösteren anarşik durum; sistemdeki belirsizlik, hegemon güçteki zafiyetler ve küresel çapta kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlayan başat güç boşluğu ile dünyanın geleceği adına oldukça kritik sayılabilecek bir süreçle bizleri karşı karşıya getirmiş durumda.
Dünyanın “süper gücü” kabul edilen Amerika’nın gerek iç gerekse de dış politika bağlamında yaşadığı sorunlar ve özellikle dış politikasında daha bağımsız bir aktör olarak davranma isteğinin bir tezahürü olarak karşısına çıkan iktisadi-mali yönden cezalandırılma durumu, bugün Washington yönetimini daha agresif politikalar ile “muhteşem yalnızlık/infirat politikası” (splendid isolation) arasında med-cezire zorluyor.
Bu gelgitler arasında Obama yönetiminin ya da yeni Amerikan iradesinin bir karara varmadan önce, son bir çare (ya da aynı zamanda bir ara çözüm yolu) olarak iki seçenek üzerinde durduğu görülüyor:
1. ABD’ye küresel hegemonya projelerinde destek olacak nispeten daha zayıf-kontrol edilebilir ve Amerikan hegemonyasını meşrulaştırıcı “Yarı-Küresel Bir Güç” ile işbirliği;
2. ABD’yi küresel anlamda rahatlatacak “Bölgesel Derebeylikler”in inşası.
Bu bağlamda Obama’nın Çin ve Rusya arasında kendisine küresel ortak arayışlarında yaşadığı hayal kırıklıkları, 2008’de yayımlanan 2025 Raporu’ndaki bazı tavsiyeleri şimdiden çöpe göndermiş durumda.
Burada, hiç kuşkusuz, ABD’nin küresel anlamdaki güvenilmez duruşları ve karşısındaki rakiplerin tarihsel misyon arayışları ve “imparatorluk genleri” çerçevesinde ortaya koydukları bölgesel-küresel liderlik hırsları Washington’un işini daha da zorlaştırmakta. Dolayısıyla Obama yönetimi açısından önümüzdeki dönemde ikinci şıkkın daha etkin bir şekilde uygulamaya konulması kaçınılmaz görünmektedir.
Diğer taraftan bu noktada ABD yönetiminin elinde çok fazla bir seçeneğinin olmadığı da dikkatlerden kaçmamaktadır. Var olan seçenekler ya Washington açısından mevcut politikasının önünde artık bir engel olmaya başlamış durumda (İsrail örneğinde görüldüğü üzere), ya da kendi yol haritasını ufaktan ufağa çizmeye başlayan ülkelerden oluşuyor.
Dolayısıyla, küresel sistemdeki belirsizlik ve dengesizlik halinin “halli”ne dönük olarak halen ortada bir çözüm yolu söz konusu değildir.
İşin daha vahim boyutu ise bu belirsizliğin ne kadar sürebileceği ya da kontrol altında tutulabileceğinin artık kestirilemez bir hale gelmesi ve eski iyimser yaklaşımların yerini çok daha farklı bir havanın almaya başlamasıdır.
Bir sonraki yazımızda bu hususu irdelemeye devam edeceğiz.