Dr. Ali Sak
Bu yazıyı Sözcü gazetesi’de yazarı yargıtay onursal başkanı Vural Savaş’ın „KANSER TÜM ORGANLARIMIZA YAYILMIŞ“ başlıklı yazısından esinlenerek yazmaya karar verdim. Malumunuz bendeniz sosyolog veya siyaset uzmanı değil, kanser hastalıkları ve tedavileri temel araştırmaları uzmanıyım. Buradan yola çıkarak önce kanserin tıbbi tanımını yapalım.
Kanser nedir?
Kanser, benzer özellikler gösterdiği için aynı genel ad altında toplanan pek çok hastalığa verilen genel bir tanımlamadır. Kanser yaşamın ve bedenin temel birimi olan tek bir hücrede başlar. Normalde hücrelerin büyümesi ve çoğalması bedenin ihtiyaçları doğrultusunda ve genlerin kontrolü altındadır. Bu süreç yaşamımızın sağlıklı bir biçimde sürmesini sağlar. Ancak bazen hücreler genlerin değişimi sonucu kontrol dışı biçimde büyümeye ve çoğalmaya başlarlar. Bu durumda kontrolsüz hücrelerin bulunduğu bölgelerde normalde olmayan bir kitle oluşmaya başlar, buna da tümör denir.
Her kitle veya tümör kanser midir?
Tümörler iki gruba ayrılır. Selim ve habis tümörler. Selim tümörler kanser değildir. Genellikle tıbbi yöntemlerle oluştukları yerden çıkarılabilirler. Çoğunlukla da yeniden oluşmazlar ve vücudun diğer bölgelerine yayılmazlar. En önemlisi de selim tümörler, nadir durumlar dışında, yaşam için tehdit oluşturmazlar.
Habis tümörler kanserli dokulardır. Buradaki hücreler anormal biçimde ve kontrolsüz olarak bölünür ve çoğalır. Yalnızca bulundukları doku ve organa zarar vermekle kalmazlar, tedavi edilmedikleri takdirde çoğunlukla bedenin başka bölgelerindeki doku ve organlara da sıçrayabilir (metastaz), o bölgelere yerleşebilir ve kanserin yayılmasına yol açabilirler.
Vural Savaş’ın sosyolojik ‘kanser’ tanımlaması
Vural Savaş tanımlamasına şu şekilde başlıyor: “Son yirmi yılda önemli mevkilere gelen tüm siyasiler, başta Hilmi Özkök olmak üzere genelkurmay başkanlarımız; anayasa mahkememizden kürsü hakim ve savcılarımıza kadar tüm hukukçularımız bilinçsizlikleri ve dik duruş sergileyememeleri yüzünden Cumhuriyetimiz korunamaz hale gelmiştir. Bu yüzden pervasızca son vuruşlar yapılıyor. Kanser, tüm organlarımıza yayılmış… Artık ameliyat ve kemoterapiyle bile Türkiye Cumhuriyeti’nin eski sağlıklı günlerine dönmesine olanak yok artık.”
Şimdi diyeceksiniz ki tıbbi kanser tanımlamasıyla Vural Savaş’ın siyasi olarak ele aldığı ‘kanser’ tanımlamasının arasında nasıl bir bağ kuracağız? Ve daha da önemlisi, böyle bir bağ kurmak bilim adına uygun mu? Şüphesiz, her iki tanımlama da bilime uygundur. Zira ilki tıbbi bilimde kanser hastalığının, yani bir nevi insan vücudunda oluşan kontrolsüz gelişimin sonucunda oluşan bir durumun tanımıdır. Diğeri ise, siyasi veya sosyolojik bilimde toplumsal bazda yozlaşma ve kontrol dışı kalmanın getirdiği sonuçların tanımıdır.
Tıbbi ve sosyolojik ‚kanser’ tanımlamasındaki paralellikler
Sosyolojik ve tıbbi kanser tanımlamalarını kıyaslayacak olursak, ikisinin arasında paralellik görebiliriz. Nasıl ki toplumların sağlıklı gelişimi için belirli mevkiilerde bulunan üst düzey kontrol mekanızmaları varsa (hükümet, güvenlik birimleri, mahkemeler, genel kurmay ve saire), hücrelerimizin de sağlıklı gelişimi için önemli kontrol mekanızmaları (genleri) vardır. Toplumsal kontrol mekanızmaları doğru işlemeyince istikrarsızlık ve anarşi vuku bulur ve zamanla toplumun yok olmasına (ölümüne) neden olur. Bu süreç tıpkı kanser oluşumunda olduğu gibi aniden değil, zamanla gelişir. İstikrarsızlık, bölünmüşlük ve anarşi toplumun tüm katmanlarına dağılır. Alınan tüm tedbirlerin artık istikrardan ziyade verilen zararı hafifletmekten başka hiç bir faydası yoktur.
Aynı şekilde, belirli genlerin sağlıklı işlemediği durumlarda hücrelerimiz kontrol dışı kalır. İstikrarlı çalışmayan hücre kendini yok ederse, yani intihar kodunu işletirse, organizma kanser oluşumundan kurtulur. Yok, istikrarsız çalışan hücre intihara direnir de kontrolsüz bir şekilde üremeye devam ederse büyük bir olasılıkla kanser vakaası oluşur. Kanserli hücreler vücudun savunma sistemini de saf dışı bırakıp damarlarımıza sızarak zamanla organizmanın tüm uzuvlarına yayılır. Sonuç itibariyle, bu durumda olan hastalarda tüm tedavi çalışmaları (ameliyat, kemoterapi, ışın tedavisi) etkisiz kalır ve tedavi sadece ağrıları dindirici (palyatif) bir hal alır.
Vural Savaş’ın devam ediyor: “Düzmece belgelerle, Balyoz Davası’nın son duruşmasında 311 general 163 askerimizin tutuklanması ve karardan sonra sanıkların Harbiye Marşı’nı söylemeleri içimi kanattı…
Olan bitenler karşısında ruh sağlığımın giderek tehlikeye girdiğini görüyorum.
Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner’in bu durum karşısında derhal istifa etmesi gerekirdi… İstifayı bile beceremeyen insanlar; Türk Ordusunun onurunu, Atatürk’ün hepimize emanet ettiği Cumhuriyetimizi ve ülke bütünlüğümüzü koruyamazlar.“
Burada toplumsal alanda kontrol mekanızmanın üst seviyesinde bulunanların sorumluluğundan bahsediliyor. Şayet bu kontrol mekanızmaları işlevsiz kaldıkları durumda görevlerinden çekilmiyorlarsa toplum için çok büyük tehlike oluşturuyor durumuna düşmektedirler. Aynı paralellikte hücrenin içindeki kontrol genleri sağlıklı çalışmadığı durumda kendilerini saf dışı bırakacak mekanızmaları işletmedikçe organizma için büyük tehlike arz etmektedirler.
Direncin pes ettiği an
„Olan bitenler karşısında ruh sağlığımın giderek tehlikeye girdiğini görüyorum. (…) Sözün bittiği yer olan Silivri Cezaevi’nde avukatlar cübbelerini çıkartacaklarmış; ben de şu satırları bitirdiğim an kalemimi kıracağım ve Sözcü’deki yazılarıma devam etmeyeceğim. Çünkü yazarak hiçbir şeyin düzelmediğini ve düzelmeyeceğini anladım.“
Aynı paralellikte organizmada oluşan hastalıklar her şeyden önce bizim ruh sağlığımızı ve sonuç itibarıyla da kansere karşı ihtiyaç duyduğumuz savaşma direncimizi yani savunma sistemimizi kırmaktadır. Tıpkı toplumsal sorunlar karşısında Vural Savaş gibi son direnişçilerin dirençlerini yitirdikleri gibi. Fizyolojik ve psikolojik direncin bittiği zaman tek bir umut kalıyor: Hastalığımızdan kurtuluşumuzu Allah’a havale ediyoruz.
Vural Savaş’da „iç düşmanlanmızın ve onları destekleyen emperyalist güçlerin Allah belasını versin; Allah Türk Milletini Korusun!” demekle kurtuluşu nihai olarak Allah’a havale ediyor.
Tıbbi ve sosyolojik ‚hastalıkların’ paralelliği nasıl da şaşırtıcı…
Öyle değil mi?