Doç. Dr. Mehmet Seyfettin EROL
Düne kadar Türkiye’de iki çeşit Türk vardı; “Beyaz” ve “Siyah” tonlamalarında…
Atışmalar, mücadeleler, kıskançlıklar, horlanmalar, tepeden bakmalar hatta zaman zaman “ümitsiz” büyük aşklar da bunlar arasında olurdu. Yeşilçam’ın zengin-şımarık kızı, mahcup-çalışkan delikanlısı yine bunlardı.
Beyaz, “merkez” idi, “devlet” demekti, zenginlikti. Büyük yalılar, Boğaz, Kordon demekti…
Türkiye’nin ilericileri onlardı. Kendi yarattıkları kast sisteminde “asker-sivil” bürokrasinin zirveleri, ağababaları ve devletin derinlikleriydiler.
Ekonomi onlardan sorulurdu…
Ulus-devlet adına yazıp-çizen hatta düşünen ama bir çoğu milli şuurdan, kendi tarihinden, kültüründen, halkından uzak birer “entelektüel” idi. Dolayısıyla da hiç bir zaman bu milletin gerçek “aydın”ı olamadılar.
Meşruiyet kaynağı “Siyah Türkler” idi. İspatı ise Meclis’in duvarlarında yer alan “Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir” sözleri idi.
Arabaların arka kısmına otururlar, keyifle kahve ya da viskilerini yudumlar, Batılı müzikle deşarj olur ve kopuk oldukları bu halk üzerine ahkam keserlerdi hem de en alasından, “azizim, üstadım” diye başlayanlarından…
Onlar, aynı zamanda gece kulüplerinin, baloların, eğlence dünyasının da “efendileri” idi. Zevk ve sefa, doğuştan en temel haklarıydı.
Ne de olsa onlar, “seçilmişler”, “birinci sınıflar” idi…
Temel misyonları “Büyük Patronları”nın dünyalarını-projelerini zihinlere enjekte etmek ve “merkez” ile “çevre” arasına setler inşa etmek idi.
Büyük ölçüde başardılar da…
Cumhuriyetin inişli-çıkışlı tarihi bizzat buna şahittir!
“Siyah Türkler” ise “sistemin itilmiş kakılmışları” idi. Merkez-çevre ilişkilerinde periferinin en ücrası demekti. Kıblesi Batı olan Beyaz Türk’ün tepeden baktığı, hor gördüğü “öz”dü, sabırdı, inançtı, devlete bağlılık idi…
Kıblesi Ankara’ydı, “Merkez” ise onun yitiğiydi…
Arabesk ve halk müziğini dinler, şalgam suyuna ve ayrana talim eder, arada bir efkarlandığında da meşhur “üzüm suyu”na sarılırdı…
Derken, bir gün Siyah Türkler “Merkez”i hatırladı, “talibim” dedi…
Kuşkusuz, Siyah Türklerin “Merkez” yürüyüşü o kadar da kolay ve hızlı olmadı.
Öyle “garip” bir yolculuk oldu ki, sisteme talip olan “Siyah Türkler”in bir kısmı, zaman içinde “beyazımsı” olmaya başladılar. “Beyazların” dilini kullanmaya, onların mekanlarına dadanmaya, onlar gibi davranmaya başladılar.
Birer kötü taklit oldular. Bunu yaparken de yine “millet adına” dediler, “milli irade”yi dillerinden düşürmediler.
Derken, “Ak” ile “Kara” birbirine karıştı, entel-dantel doldu ve ortaya bir de “Gri Türkler” çıktı…
Düne kadar “Büyük Patron”un gözdesi “Beyaz Türkler”in yerini bir anda onlar aldı.
Şimdi “Beyazlar” soruyor; “Bu muydu Siyahlar?” diye…
Elbette ki, “hayır.”
Bunlar olsa olsa birer “Çakma Beyaz”. Dışı “kara”, içi “ak”.
Tek kelimeyle, “Siyah Türk”ün yüz karası!
Kafaları ve ruh dünyaları karışık, Araf’ta bir yerlere takılıp kalmış olanlardan…
Dolayısıyla, “Siyah” (Çevre) ve “Beyaz” (Merkez) arasındaki mücadelenin sonu “Gri” olmamalı. Çünkü “Gri Türk”, “Siyah Türk” değildir ve olamaz da…
Onlar, sadece ve sadece iç ve dış dinamiklerin bilinçli, sistematik birer tercihi ve piyasaya hızlandırılarak sunulmuş, sindirim sorunu olan fırsatçı “yeni gözdeler”dir!
Dolayısıyla bundan sonraki süreç, “Griler” ile “Siyahlar” arasındaki mücadeleye şahitlik edecek gibi… Amuda kalkmış milli iradenin gerçek anlamına kavuşabilmesi, hak ettiği yeri alabilmesi ve tarihsel misyonunu gerçekleştirebilmesi için böyle bir mücadele kaçınılmaz!
O yüzden, “Siyah Türklere” bir kez daha yine çok iş düşüyor!