Libya’dan yapılan tahliyeler ve Erbakan’ın vefatından sonra Türkiye şimdi de, basın mensuplarına yönelik geniş çaplı gözaltı ve tutuklamalara odaklanmış bulunmaktadır. Daha doğrusu Türkiye, son tutuklamalarla birlikte gözünü yine Silivri’ye ve Ergenekon soruşturmalarına çevirmiş bulunuyor.
Gazetecilere yönelik son tutuklamalar, gerçekten de toplumda yaygın bir rahatsızlık yaratmaya başlamıştır. Bunu, hem hükümet yanlısı yayın yaptıkları için “Yandaş Medya” diye isimlendirilen medya organlarında yapılan yayınlardan, hem de hükümet çevrelerince yapılan bazı açıklamalardan anlamak mümkündür. Zira daha düne kadar Ergenekon soruşturmalarına kayıtsız şartsız destek veren bu tür yayın organlarında bile tepkisel sesler yükselmeye başlamıştır. Sabah, Star, Yeni Şafak, Taraf ve Zaman gibi gazetelerle, yine bu gazetelerle aynı doğrultuda yayın yapan televizyonlarda bazı tepkisel seslere ve itirazi kayıtla yapılan bazı açıklamalara şahit olmaktayız. Mehmet Barlas, Ahmet Kekeç, Ahmet Altan, Fehmi Koru, Resul Tosun, Ali Bayramoğlu, Akif Beki ve Hakan Albayrak gibi hükümet yanlısı veya en azından hükümete fazla muhalif olmayan yazarlarca, son tutuklamalar karşısında gösterilen tepkiler oldukça ilginçtir.
Ayrıca, son tutuklamalar karşısında Başbakan’ın “Biz savcı da değiliz, hâkim de değiliz, birileri gibi avukat da değiliz…” şeklindeki sözleri ile Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın “Basın mensupları suçlanıyorlar, gözaltına alınıyorlar. Bu elbette hoş bir manzara değil. Basın mensuplarının herhangi bir şekilde gözaltına alınmaları, haklarında takibat yapılması elbette bizleri üzer” şeklindeki sözlerini, son tutuklamaların hükümet çevrelerinde de rahatsızlık yarattığı şeklinde yorumlamak mümkündür.
Hele hele, Sayın Cumhurbaşkanı’nın Milliyet Yazarı Fikret Bila’ya yapmış olduğu;“Yargının, hâkim ve savcıların işine karışmam söz konusu olamaz. Ancak olup bitenleri takip ettiğimde intibaım şu ki; kamu vicdanında kabul görmeyen bazı gelişmeler oluyor. Bu hal, Türkiye’nin geldiği ve herkes tarafından takdir edilen görüntüsünü gölgelemektedir. Bundan kaygı duyuyorum. Savcılardan ve mahkemelerden sorumluluklarını yerine getirirken daha titiz davranmaların; insanların ve kurumların onur ve hukuklarının zedelenmesine yol açmayacak şekilde davranmalarını beklemekteyim…”(1) şeklindeki açıklamaları, Ergenekon soruşturması çerçevesinde gerçekleştirilen gözaltı ve tutuklamaların, artık devletin zirvesinde bile rahatsızlık yaratmaya başladığını göstermektedir. Zira Sayın Cumhurbaşkanı’nın “kamu vicdanında kabul görmeyen bazı gelişmeler oluyor” şeklinde zikrettiği vicdanın, kamu vicdanı olmasının yanında, aynı zamanda kendi bireysel vicdanı olduğu hususunda şüphe yoktur.
Cumhurbaşkanı’ndan sonra TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin’in, “Türkiye’nin, hiçbir basın mensubunun, hiçbir yazar-çizerin hakkında soruşturma açılmadığı ve tutuklanmadığı, davalara muhatap olmadığı bir ülke olmasını istiyorum… Ülkemizin AB ile müzakere sürecinde olduğu bir dönemde gazetecilerin tutuklanmasından rahatsızlık duyuyorum…”(2) şeklinde açıklamalar yapması da bu bakımdan önemlidir.
Yürütme ve yasamanın tepe noktasındaki kişilerden peş peşe gelen bu açıklamalar, soruşturmayı yürüten Cumhuriyet Savcısı Zekeriya Öz’ü (etkilemese bile)de en azından bir miktar düşündürmüş bulunmaktadır. Düşündürmüş olacak ki; Sayın Savcı, dünkü tarih (6.3.2011) itibarıyla bazı açıklamalar yapma gereği duymuştur. Savcının açıklamalarında yer alan bazı sözleri, sanki Cumhurbaşkanı’nın “kamu vicdanında kabul görmeyen bazı gelişmeler oluyor” şeklindeki değerlendirmesine cevap niteliğindedir. Şöyle diyor Sayın Savcı:
“Yürütülmekte olan soruşturma, bir kısım basın mensuplarının gazetecilik görevleri, yazdıkları, yazacakları yazılar, kitapları ve ileri sürdükleri görüşlerle ilgili olmayıp, ‘Ergenekon’ terör örgütü soruşturması kapsamında elde edilen ve soruşturmanın gizliliği nedeniyle bu aşamada açıklanması mümkün bulunmayan bir kısım delillerin değerlendirilmesi sonucu yapılması zorunlu hale gelen hukuksal bir işlemdir…”(3).
Mehmet Görmez Tarafsızlığını ve Dolayısıyla Meşruiyetini Yitirmiştir
Libya’dan yapılan tahliyeler, Erbakan’ın cenaze töreni ve gazetecilerin tutuklanması gibi gürültü ve patırtılar arasında ülkemizde gözlerden kaçan önemli bir gelişme daha vardır aslında. O da tıpkı yasama, yürütme ve yargı organları gibi anayasal bir kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nda yaşananlardır. Daha doğrusu, bu kurumun başındaki kişinin, göreve geldikten sonra sergilemeye başladığı tutum ve davranışlar.
Bilindiği gibi; Diyanet İşleri Başkanlığı, görev ve yetkileri Anayasa’da tanımlanmış bir kurumdur. Yürütmenin içinde ve onun bir parçası olan Diyanet İşleri Başkanlığı, 1924 yılında kurulmakla Cumhuriyetimizle yaşıt bir kurumdur. Ve laik, demokratik hukuk devletimizin güvencesi olarak, devlet teşkilatımız içinde önemli bir yere, hatta bana göre hayati derecede öneme sahiptir. Son yapılan yasal düzenlemelerle devlet teşkilatındaki ağırlığı çok daha artmış bulunmaktadır. Böyle olunca bu teşkilatın siyasetten bağımsız, tarafsız ve objektif bir şekilde ve elbette yasalarla kendisine verilmiş yetkiler çerçevesinde faaliyette bulunması elzemdir.
Gelin görün ki; Diyanet İşleri Başkanı Sayın Mehmet Görmez’in, özelikle son günlerde takınmış olduğu tavır, bu kurumun tarafsızlığı konusunda birçok kuşku yaratmış bulunmaktadır. Çünkü Mehmet Görmez ve yönetmiş olduğu kurum, son günlerde sanki Türkiye Cumhuriyeti’nin Diyanet İşleri Başkanlığı ve Başkanı gibi değil de, hükümetin, hatta Milli Görüş’ün Diyanet İşleri Başkanlığı ve Başkanı gibi davranmaktadır. Mehmet Görmez’in ve elbette Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, özellikle Necmettin Erbakan’ın vefatı üzerine takınmış olduğu tavır, bence özellikle Mehmet Görmez’in tarafsızlığına ve dolayısıyla meşruiyetine büyük ölçüde gölge düşürmüştür. Mehmet Görmez’in, üzerindeki sırmalı kaftanıyla önce Necmettin Erbakan’ın, arkasından da Milli Görüşçü Tahir Büyükkörükçü’nün cenaze törenlerinde boy göstermesi, haliyle pek çok insan gibi beni de rahatsız etmiştir. Merhum Erbakan neyse; ancak Mehmet Görmez’in, üzerinde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın sırmalı kaftanıyla ve hükümet erkânıyla birlikte Tahir Büyükkörükçü’nün cenaze törenine katılması, onun tarafsızlığına kesinlikle gölge düşürmüştür.
Çünkü daha geçenlerde, restorasyonu yapılan Süleymaniye Camii avlusunun, sanki söz konusu cami yeni açılıyormuş gibi gösteri alanına çevrildiği sırada, sırmalı kaftanıyla ve tıpkı Şeyhülislam Zembilli Ali Efendi edasıyla hareket eden Mehmet Görmez’in, aynı hareketi Milli Görüşün lideri Erbakan’ın ve aynı görüşün önemli isimlerinden Tahir Büyükkörükçü’nün Cenaze törenlerinde de sergilemesi asla tasvip edilemez. Katılmış olduğu cenaze törenlerinde cenaze namazlarını kıldırmış olsa haydi neyse: Çünkü Merhum Erbakan’ın Cenaze Namazı’nı Diyanet İşyeri Eski Başkan Vekili Lütfi Doğan, Tahir Büyükkörükçü’nün cenaze namazını ise oğlu Abdurrahman Büyükkörükçü kaldırmıştır. Peki, o zaman Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez bu törenlere neden katılmıştır? Hem de sırmalı kaftanıyla? Başkanlığı temsilen mi diyorsunuz? Hayır. Eğer Başkanlığı temsilen olsaydı en azından cenaze namazlarını kıldırması gerekirdi. Vefa borcu mu diyorsunuz? E o zaman da üzerine bir anlamda Başkanlığın sembolü haline getirilen sırmalı kaftanı giymeyip, söz konusu törenlere sivil kıyafetiyle katılması icap ederdi. Zira resmen olmasa bile en azından fiilen Diyanet İşleri Başkanlığı’nın sembolü haline gelen sırmalı kaftan, hiç kimsenin eğlencesi ve figüran kıyafeti değildir. O sebeple eğer bu kaftanı giyecekseniz, gereğini yapmak durumundasınız…
Şeyh Uçmaz Mürit Uçurur!
Üzülerek söylemek gerekirse; Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, Milli Görüşün iki önemli ismi Erbakan ve Tahir Büyükkörükçü’nün cenaze törenlerinde takınmış olduğu tavır ve sergilemiş olduğu davranışlarla öteden beri hakkında söylenen “Falanca görüşe mensuptur” şeklindeki iddiaları, doğrulamış bulunmaktadır.
Medyadan takip ettiğimiz kadarıyla Erbakan’ın vefatını hac görüşmeleri için gittiği Mekke’de öğrenen Mehmet Görmez, hemen bir taziye mesajı yayınlıyor. Arkasından görüşmeleri yarıda kesip, cenaze törenine katılmak için apar topar Türkiye’ye dönüyor. Buraya kadar her şey normal. Ancak cenaze namazının kılındığı Fatih Camii avlusunda sergilemiş olduğu tavır yanlıştır. İlk yanlış, cenaze namazını kıldırmadığı halde tabutun başında sırmalı kaftanıyla boy göstermesidir. İkinci yanlış ise tabutun başında yapmış olduğu konuşmadır.
Konuşmasında şunları söyledi Diyanet İşleri Başkanı; “…Bugün merhum ve mağfur başbakana, millet büyüğüne karşı son görevini yerine getirmek, hüsnü şahadetini ifade etmek üzere merhumun dilinden hiç düşürmediği İslam kardeşliğinin bir nişanesi olarak dost ve kardeş İslam ülkelerinden gelen aziz misafirler, hoş geldiniz. Başımız sağ olsun, başınız sağ olsun… Muhterem başbakanımız, bugün meclis kürsüsünden değil ama musalla kürsüsünden bize hitap ediyor ve diyor ki; ‘dünya fanidir, geçicidir. Ancak dünyada güzel işler yapmak, millete, insanlığa, âlemi insanlığa hizmet etmek kalıcıdır ve bakidir’. Allah rahmet eylesin, mekânını cennet eylesin. Sevgili habibine komşu eylesin. Refik-i alaya refik eylesin. Burada dilinden eksik etmediği Fatih Sultan Mehmet’in huzurunda bulunuyoruz. Başta Sultan Mehmet olmak üzere, hayatını millete, insanlığa adayan bütün İslam büyükleriyle haşrolmayı nasip eylesin. Muhterem başbakanımıza, millet büyüğümüze hakkınızı helal ediniz…”(4).
Görüldüğü gibi bu konuşma, Diyanet İşleri Başkanı gibi, laik cumhuriyetin bir bürokratından, daha da önemlisi bir din adamından çok, bir müridin şeyhine hitaben yapmış olduğu konuşmayı andırıyor. Peşin hükümler, peşin kabuller ve bir yüceltme kaygısı var konuşma içeriğinde. Bir müridin, şeyhini İstanbul Fatihi Sultan Mehmet ayarında görme arzusu gizlidir konuşmada. Çünkü bu mürit, şeyhini bir İslam Büyüğü olarak kabul ediyor ve onun, sıradan insanlarla değil, Fatih Sultan Mehmet ve diğer İslam büyükleriyle haşrolmasını (kıyamette, sıradan insanların safında değil, İslam büyüklerinin bulunduğu bölümde onlarla birlikte hesaba çekilmesini) münasip görüyor. Konuşmasının sonunda da dini gelenek üzere “…Hakkınızı helal eder misiniz?” diye sormuyor, “…Hakkınızı helal ediniz!” diyerek adeta cemaate emir veriyor. Bu tavrıyla Diyanet İşleri Başkanı, sanki bu milletin Merhum Erbakan’da hiç hakkı olmadığını ima eder gibidir. Ya da “Sizin Erbakan’da olan haklarınız, onun sizde olan hakları yanında çok önemsizdir. Onu da halel ediverin gitsin” demeye getiriyor lafı.
Camiler Mehmet Görmez’in Babasının Mülkü Değildir Onun İçin Siyasete Vasıta Kılınamaz
Mehmet Görmez’in, tarafgirliğini ortaya çıkarması sadece bunlarla sınırlı değil elbette. Asıl tarafgirlik ve siyasi propaganda, başında bulunduğu kurum tarafından idare edilen camilerde yapılmaktadır. Merhum Erbakan için bir günde iki kere olmak üzere Ankara’da Hacı Bayram Camii’nde ve İstanbul Fatih Camii’nde cenaze kılınması haydi neyse. Aynı gün Sultan Ahmet Camii’nde mevlit okutulmasını da anlayışla karşılayabiliriz. Ancak hayır, Erbakan’ı sevenler bununla da yetinmedi. Onlar, Türkiye’nin hemen her tarafından bir hafta boyunca mevlit okutmaya ve gıyabi cenaze namazları kılmaya ve bunun için, milletimizin ortak mülkü olan camilerimizi kullanmaya devam ettiler. Tabi seçimlere üç ay kala bol bol da “Saadet Partisi” ve “Milli Görüş” propagandası yaptılar. Başta bu ülkenin Diyanet İşleri Başkanlığı ve Başkanı olmak üzere; hiç kimse de çıkıp bunlara “DUR” demedi.
Bilindiği gibi merhum Erbakan için 1 Mart 2011 Salı günü Ankara ve İstanbul’da sabah ve öğle olmak üzere iki kez cenaze namazı kılınarak merhum aynı gün İstanbul’da defnedildi. Ve aynı gün İstanbul’da mevlidi şerif tilavet edildi. Elbette aynı gün Türkiye çapında da pek çok camide gıyabi cenaze namazları kılınıp mevlitler okutuldu. Bütün bunları yapanlar da çoğunlukla Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı din görevlileridir. Yani bu devletin maaşlı memurları. Öte yandan bütün bu törenlerin icra edildiği yerler de Diyanet’in idaresindeki camilerdir. Yani kamusal alanlar.
Devlet memurlarının yönetimindeki bu kamusal alanların, bir gün süreyle belli bir siyasi görüşe tahsis edilmesinin doğurduğu sakıncayı da geçtik. Geçtiğimiz Cuma günü, yani 4 Mart Cuma günü Ankara’nın bir ilçesinde Sâlâ verildikten sonra, ilçenin en büyük camisi olan Çarşı Camii’nde namazdan önce Erbakan’ın ruhu için mevlit okutulacağı, namazdan sonra da gıyabi cenaze namazı kılınacağı anons edilince doğrusu şaşırıp kaldım. İster istemez kendi kendime “Bu kadar da olmaz. Şimdi adamı azizler mertebesine yükseltmenin ne gereği var? Bunlar İslam’a aykırı, bid’at türe şeyler. Diyanet İşleri Başkanlığı bunlara nasıl müsaade ediyor? Üstelik seçime gidilirken camilerin siyasi propaganda merkezi yapılmasına nasıl göz yumuluyor?” diye söylendim. Daha sonra da kalktım Cuma namazını kılmak için evimize en yakın camiye gittim.
Bir de ne göreyim; Çarşı Camii’nde okutulan mevlit ve yapılan dualar, merkezi ses sistemi ile ilçedeki ve muhtemelen ilçeye bağlı köylerdeki bütün camilere kadar ulaşıyor. Dualar da elbette sık sık Erbakan’ın adı geçiyordu. Tabii “Saadet Partisi” ile birlikte. Yakından tanıdığım vaiz efendi vaazını bitirirken müftü efendinin dua yapacağı söylendi. Sonra müftü efendi aldı mikrofonu ve tam 11 dakika boyunca cemaatin kafasını ütüledi durdu. Bu sebeple namaz vakti 12.09 olduğu halde biz ancak 12.20’de namazımızı kılabildik. Müftü efendi tam 11 dakika boyunca Erbakan ve Saadet Partisi kavramlarını tekrarlayıp durdu konuşmasında ve yapmış olduğu duada.
Namazdan sonra yakından tanıdığım vaiz efendiyi arayıp kendisinden sonra konuşanın müftü efendi olup olmadığını sordum. “Müftü efendi değildi. Emekli imamlardan birisiydi…” dedi. Ancak benim namaz kıldığım camide, 11 dakika boyunca ileri geri konuşup dua yapanın Müftü efendi olduğu söylendi ve o niyetle dinlendi. Elbette cemaatin koro halindeki homurtuları eşliğinde.
Bütün bunlardan sonra, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’i, dün de Konya’da Milli Görüşçü Tahir Büyükkörükçü’nün tabutunun başında görünce “Tamam” dedim kendi kendime “Diyanet de artık ele geçirilmiş ve kurtarılmış kurumlardan birisidir.” Tarafsız Diyanet İşleri Başkanımız Mehmet Görmez’in sırmalı kaftanıyla Konya’da on bin Sünni’nin arasında arzı endam ettiği sırada, İzmir’in Gündoğdu meydanında 100.000 alevinin toplanıp kendi inanç sorunlarını dile getirmesini siz nasıl yorumlarsınız bilmiyorum ama ben, Diyanet İşleri Başkanı’nın tarafsızlığını ve elbette meşruiyetini yitirmesi olarak yorumluyorum…
7 Mart 2011
Ömer Sağlam
_____________
1-Fikret Bila, “Savcılar titiz davranmalı” başlıklı makalesi, Milliyet, 6 Mart 2011,
2- Milliyet, “TBMM Başkanı Şehin: Balbay aday olabilir” başlıklı haber, s, 12, 7.3.2011,
3-Milliyet, “Savcı Öz: Kimse Talimat veremez” başlıklı haber, s, 12, 7.3.2011,
4-http://www.stargazete.com/guncel/erbakan-in-sevenleri-fatih-camii-ne-geldi-haber-334275.htm