Bu cümleyi söyleyen bir ekip var Kıbrıs adasının tamamında.
Bazıları güneyde, bazıları da kuzeyde.
Hem kendileri söylüyor bilinçli olarak, hem de başkalarına da söyletmeye çalışıyorlar, sayıları fazla gözüksün diye.
KKTC’deki sessiz çoğunluğun farkında değiller. Zannediyorlar ki, kendileri yaygarayı basınca, bütün Kıbrıs Türk’ü de böyle düşünüyor ve kendileri ile birlikteler.
Halbuki Kıbrıslı Türklerin büyük bir çoğunluğu, ki buna ezici çoğunluk da diyebilirsiniz, böyle düşünmüyor. Anavatan Türkiye ile gönül ve kan bağları var. Türkiye’yi hep yanlarında istiyorlar. Ellerini uzatınca dokunmak, gözlerini açınca da görmek istiyor, bu sessiz çoğunluk, anavatanını yanı başında.
Bu ezici çoğunluğun hatası yok mu?. Var elbette.
Hataları, yaygaracı azınlık gibi ses çıkarmamaları ve ağır başlılıkla olacakları beklemeleri.
Zaten seslerini çıkarsalar, yaygaracı azınlığın ne kadar güçsüz olduğu ortaya çıkacak.
Son günlerin modası, her birkaç yılda bir ısıtılarak temcit pilavı gibi masaya konan “Türkiye Evine Gitsin” fikrinin babası Rumlar.
1796 tarihli Ethniki Eterya Derneğinin başkanı Alexander İpsilanti’nin ağzından neredeyse iki yüzyıl önce çıkmış olan bu sözler, üzerinde Rumların yaşadıkları veya halen yaşamakta oldukları her toprak parçası için geçerli.
Rumlara göre ulusal düşman Türklerdir ve Rumların yaşadıkları her yerden atılmalıdırlar. Buna Kıbrıs’da dahildir, İstanbul’da, İzmir’de.
Rumlar Kıbrıs konusunda, bu fikri yaygınlaştırmak ve batılı ülkelerin kulaklarını bu fikirle doygun hale getirmek için için yıllardır, periyodik aralıklarla her birkaç yılda bir bu fikri ortaya atmışlardır.
Niyetleri bu fikri BM veya AB müktesebatı haline getirmek ve anlaşmaların içine sokabilmektir.
Dün Kıbrıs Rum Cumhurbaşkanı Hristofyas, Rum öğrencileri kabulü sırasında yaptığı konuşmada gene ayni temayı işledi ve “Türkiye evine gitmeli ve Kıbrıslı Türklerle bir diyalogla halkımızı ve ülkemizi birleştirmenin ve gücü paylaşmanın yollarını bulalım” diyerek yılların eskimiş fikrini ısıtıp, biraz da allayıp pullayıp basının önüne koydu.
Aynı konunun devamı olarak da Hristofyas Türkiye’yi, AB üyelik sürecinde ilerleyebilmek için AB’ye ve Güney Kıbrıs’a yönelik yükümlülüklerini yerine getirmeye çağırdı ve “Türkiye evine gitmelidir ve Kıbrıslı Türklerle mantıklı bir diyalog aracılığıyla, – askeri açıdan güçlü olanın kendi isteğini askeri açıdan güç olmayana dayatmasıyla değil-, halkımızın da vatanımızın da yeniden birleştirilmesi ve gücü paylaşma yöntemlerini bulalım. Türkiye bir çıkmaz içerisindedir. Bu tavrına devam ettiği sürece üyelik sürecindeki müzakere başlıkları ‘dondurulmuş’ kalacaktır.” diyerek de tehditlerini sürdürdü.
İşin garibi, aynı konuyu eşzamanlı olarak Rum Avrupa Parlamentosu (AP) üyesi AKEL milletvekili Takis Hacıgeorgiu’nun da, Antakya’da yapılan Türkiye – AB Karma Parlamento Komisyonu toplantısı sırasında “Türk askerine adada ne gerek var” sorusunu sorarak konuyu ortaya atması da bir tesadüf değil.
İstedikleri çok basit.
Planları da öyle.
Aramızdan birkaç iyi niyetli vatandaşımızı maşa gibi kullanıp, Kıbrıslı Türklerin de adanın kuzeyinde “Türk askerini istemedikleri” fikrini yaymak, “Biz Türkiye olmasın, Kıbrıslı Türklerle iç içe, koyun koyuna ve kavga etmeden yaşayabiliriz” temasını işlemek ve gerek AB Türkiye müzakerelerini, gerekse de BM Güvenlik Konseyini kullanarak adadan Türk askerinin çıkıp gitmesini sağlamak ve sonra da aynen 1963’de Tassos Papadopulos’un yapmak istediği gibi adayı Kıbrıslı Türklerden kırkbeş dakikada temizlemek.
Biz bu senaryo ile çevrilmiş filmleri Kıbrıs’ta, 1963 yılında başlamak üzere çok kez gördük. Sonuncusunu da 1974 Barış Harekatında, savunmasız köylerdeki insanlarımızı bebek, çocuk, kadın ve yaşlı demeden öldürüp toplu mezarlara gömdüklerinde görmüştük.
Artık hem bu filme gözümüz doygun, hem de bu fikre karnımız tok.
Prof. Dr. Ata ATUN
23 Şubat 2011