Doç. Dr. Mehmet Seyfettin EROL
2011 ile birlikte, bir süredir askıya alınmış bulunan “başkanlık sistemi” tartışmalarının bir kez daha ısıtılarak gündeme getirildiğine şahit oluyoruz.
12 Eylül’de gerçekleştirilen referandumun hemen ardından Başbakan Erdoğan’ın “Yeni Anayasa” çağrısı kapsamında eş zamanlı olarak dillendirilen ve parlamenter sistemin ülkenin sorunlarını çözmede aciz kaldığı gerekçesinden hareketle yeni bir sisteme geçilmesi gerekliliği çerçevesinde millete empoze edilmeye çalışılan başkanlık sistemi, aynı zamanda “piramidin tepe noktasında” yol açtığı derin çatlakla da dikkatleri çekiyor.
Düne kadar başkanlığı ve bununla birlikte eyalet sistemini Türkiye açısından bir kurtuluş yolu olarak savunan, bu kapsamda arka planda bir takım hazırlıklar yapan ve bunun için kamuoyu yaratmaya çalışan bazı çevrelerin, Başbakan Erdoğan’ın sürece el atmasıyla birlikte bir an da “u dönüşü” yaptıklarına şahit oluyoruz.
Türkiye bu tür siyaseten “kıvırmalara” alışık olmakla birlikte, aynı tabandan gelen bir takım çevrelerin, “güç odaklarının”, “öküz öldü, ortaklık bozuldu” düsturundan hareketle, kendi içlerinde var olan iktidar olma sorununu, sistem tartışmaları çerçevesinde bu kadar ayan beyan ortaya koymalarına da açıkçası “kısmen de olsa” şaşırmış vaziyette.
Amiyane tabirle, tepelerde bir kez daha fillerin tepişmesi söz konusu….
O zaman haklı olarak şunu sormak gerekiyor; mesele aslında bir sistem meselesi midir, yoksa sistemin patronu olmak mı? Ya da geleceğin Türkiyesinin inşası yolunda bir süredir kat edilen yeniden yapılandırma çalışmalarında bir dönüm noktası mı?
Diğer taraftan biz bu tartışmaların çok daha öncelere dayandığını, “balık hafızamızı” biraz olsun zorladığımızda siyasi tarihimizin derinliklerinde de görebilmekteyiz.
Dolayısıyla Türkiye’de sistem meselesi, sadece 3-5 yılın sorunu değildir ve bunu sadece AKP ve Başbakan Erdoğan ile de özdeşleştirmeye çalışmak ve sınırlandırmak, açıkçası hakkaniyete ve adalete de sığmamaktadır.
Bu kapsamda meseleyi Özal’a, hatta daha öncesine götürmek de çok doğru olmayacaktır!
Çünkü bu dönemler ve bunlara damgasını vuran bu şahsiyetler, sadece ve sadece ülkenin genetik kodlarına dönüşü noktasında, tarihsel, coğrafi ve sosyal gerçeklerine uygun bir arayışın içindedirler.
Osmanlı İmparatorluğu’nun, bir diğer ifadeyle İstanbul’un bir güç olmaktan çıkıp, dağılma sürecine girdiği bir dönemde başlayan bu arayış, devleti kuran iradenin içinde bulunduğu çöküş sorununa ve tekrar ihtişamlı günlere dönüş özlemine kendi içinde bir çözüm bulmaktan başka bir şey değildir.
Ama ne yazık ki her çırpınış, devletin içinde bir sistem krizine, çatışmasına yol açmış ve beka adına yapılan mücadeleler-hesaplaşmalar, bu ülkenin daha fazla bataklığa gömülmesi ile neticelenmiştir.
Tepeden inmeci, dizayncı-müdahaleci bu yaklaşım tarzı, ne yazık ki Anadolu’nun kökleri ile bir türlü istenilen doku uyuşmasını sağlayamamış ve sistemin patronu olmak pahasına yürütülen güç mücadelesinin sonucunda yıkılan denge, “o muhteşem üçlü sacayağı”, bir türlü yeniden tesis edilememiştir.
Bu ülkenin temel sorununu, hala tepe noktasında bir sistem sorunu olarak görmeye devam eden ve bu kapsamda meşruiyet zeminini sadece birer paravan olarak kullanmaya çalışan bu zihniyet var olduğu sürece de, hiç bir sistemin bu ülkeye bir çare getiremeyeceği tarihsel tecrübe ile sabittir.
Dolayısıyla, bu ülke siyasilerinin ve “yeni kurucu irade”nin, sorunu şekli olmaktan öte, özü ve ruhu itibarıyla ele alması ve “temel dinamikler” ile birlikte şekillendirmesi, değişim-dönüşüm sürecindeki Yeni Türkiye açısından kaçınılmazdır.
Bir yanıt yazın