Doç. Dr. Mehmet Seyfettin EROL
Türkiye’de, son günlerde “başkanlık sistemi” ile birlikte bir sistem sorunudur tartışılıyor gidiyor. Sanki ülkenin bütün sorunları bitti, sıra ona geldi. O olmazsa, ülke bir türlü sıratı müstakimi bulamayacak, felaha eremeyecek…
Gerçi bu ülke son bir kaç yüzyıldır bu tartışmanın içinde. O yüzden “alışmış, kudurmuştan beterdir” misali, artık “bünye” bunlardan hiç ama hiç etkilenmiyor!
Parlamenter sistemin gereklerini fazlasıyla yerine getiren ileri demokrasinin ali siyaset erkanı ve demokrasiyi fazlasıyla içine sindirmiş “milli irade”, şimdi de başkanlık sistemini denemek ve sonrasında bunu bir model olarak etrafına arz-ı endam eylemek istiyor.
Oysa, hiç kimse sorunun özü ile ilgilenmiyor. Yaptıkları şey, sistemin kaybolup giden ruhunu bulmak yerine, cesedin etrafında halay çekmek…
Bundan öte bir şey değil!
Meselenin ruhuna inmeye çalışanlar ise, sistematik bir şekilde susturulmuş. Kitleler ile aralarına kalın duvarlar örülmüş.
Bundan elli-altmış yıl önce sistem sorununa tarihsel anlamda çözüm yoluna çıkmış büyük tefekkür adamlarından biri olan Prof. Dr. Mehmet Kaplan, piyasaya yeni çıkan kitabı “Nesillerin Ruhu”nda aynen şunları söylemektedir:
“Mesele şöyle hülâsa olunabilir: Eskiden Osmanlı cemiyetinde mahiyet itibarıyla birbirine zıd, icabında birbirini kontrol ve idare eden üç kuvvetli müessese vardı. Saray, Yeniçeri Ocağı ve Medrese. Onaltıncı asra kadar muvazeneli ve sıhhatli birer kuvvet merkezi olan bu Ortaçağ müesseseleri onyedinci asırdan itibaren bozulmağa başlar.
İlkin, devrine göre büyük bir adalet ve bilgi kaynağı olan medrese yıkılır. Ordu ile saray karşı karşıya kalır. Muvazene bozulduğu için tahakküm mücadelesi başlar. Ordu saraya sözünü geçirmek için bir çok isyanlar çıkarır. Saray bundan bizar olur ve Yeniçeri Ocağını kaldırmayı düşünür.
III. Selim kendi emrinde yeni bir ordu kurmaya teşebbüs ederse de muvaffak olamaz. II. Mahmud bu işi başarır. Yeniçeri Ocağı tarihten silinir. Bu suretle saray memleketin mukadderatına tek başına hakim olur. Artık onu içeriden kontrol ve ikaz edecek hiç bir kuvvet, hiç bir müessese yoktur.
Yalnız Avrupa devletleri, Hıristiyan reâyâyı korumak maksadıyla saray üzerinde baskı yaparlar. Bu devir, devletimizde dahili muvazene kuvvetlerinin ortadan kalkması, Avrupa kontrol ve müdahalesinin başlaması devridir.
Abdülmecit devrinde, saraya karşı kısmen mukavemetli olan, Avrupalı fikirlere mücehhez ve yabancı kuvvetlere sırtını dayayan bir Bâbıâli teşekkül eder.
1860 nesli işte bu şartlar altında ortaya çıkar. Saraya ve Bâbıâli’ye karşı bir cephe teşkiline çalışılır. Parlâmentoyu istemesi de bundan ileri gelir…”
Şimdi, günümüze keskin bir dönüş yapalım ve sadece kurumların-aktörlerin adlarını güncelleyelim.
Gördünüz mü?
Dolayısıyla son bir kaç yüzyıldır aslında değişen pek fazla bir şey yok. Bundan sonra da pek değişeceğe benzememektedir. Çünkü sistemin ruhuna bundan bir kaç yüz yıl önce elveda denmiştir.
Bu üçlü denge yeniden, sağlıklı-güçlü bir şekilde tesis edilmediği sürece de bu ülkenin, milletin yeniden güç olması, dünya muvazenesinde hak ettiği yeri alması ve tarihsel misyonunu yerine getirmesi de pek olası değildir.
Dolayısıyla, tüm çabalar-tartışmalar, yapılanlar-yapılmak istenilenler, sistematik bir güç-iktidar mücadelesinden öteye gidemeyecektir.
Geçmişte olduğu gibi…
Bir yanıt yazın