AB’nin Şantajları ve Türkiye

AB’nin Şantajları ve Türkiye
Barış Doster, Haberler
30 Ocak 2011
Bol keseden atmak, düşünmeden, araştırmadan, bilmeden konuşmak, olayları incelemeden yorumlamak, bilgi sahibi olmadan ahkâm kesmek yaygın bir davranış biçimidir. Etrafımız, spordan siyasete, depremden diplomasiye, tıptan tarıma dek her alanda “uzman” olarak doğduğuna inanan insanlarla doludur. Onlar olayları, gelişmeleri, buluşları izlemeye, öğrenmeye pek gereksinim duymazlar. En önemli, en ayrıntılı konularda bile kolaycılığı, sığlığı, yüzeyselliği, indirgemeciliği elden bırakmazlar. Kahvehane dedikodusu ya da geyik muhabbeti düzeyinde açıklarlar her olayı. Bu yaygın hastalık için UĞUR MUMCU, “Bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi olmak” demişti ki, bu tanım belleklere kazınmıştır.

Konuyla az çok ilgilenenler diplomaside, uluslararası ilişkilerde ebedi dost, ezeli düşman gibi yaklaşımların olmadığını bilirler. Çıkarlar söz konusudur. Ülkeler adım atarken, siyasal, ekonomik, toplumsal, kültürel, askeri çıkarlarını azami kılmaya çalışırlar. Bu nedenle diplomaside konulara çok boyutlu yaklaşmak, muhatabın olası hamlelerini hesaplamak, kendimizi karşımızdakinin yerine koyarak düşünebilmek ve bu sayede onun adımlarını kestirmeye çalışmak zorunludur. Muhatabımızın bizimle girdiği ilişkiden ne zaman, ne kadar, nasıl, ne boyutta kazanımlar, çıkarlar elde edebileceğini, doğru biçimde ve zamanında saptamak gerekir.

AB’nin Geleceği

Türkiye’nin Avrupa Birliği adaylığı, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanların ne kadar çok olduklarını, ne kadar yüksek perdeden konuştuklarını, ne kadar etkili makamları işgal ettiklerini göstermesi açısından da önemlidir. Zira bu adaylık süreci, diplomasiyi coğrafyadan bağımsız ele alanlardan, diplomasiyi çıkardan bağımsız düşünenlere dek pek çok fikir fukarasını kamuoyuna tanıtmıştır. Bu nedenle Türkiye’nin Avrupa Birliği’yle ilişkileri söz konusu olduğu zaman, televizyonlara çıkanlar şu soruları pek sormamışlardır: AB ile ilişkiler iki eşit, bağımsız ve egemen gücün ilişkilerine mi benzeyecektir? AB ile yapılacak evlilik, iki tarafın rızasıyla ve eşit koşullarda mı olacak yoksa taraflardın biri kuma muamelesi mi görecektir? Bu ilişkiden, bu evlilikten, bu birlikten hangi taraf ne kadar kazanacak, ne kadar kaybedecektir? Bu birlikteliğin getirisi – götürüsü arasındaki denge nasıl oluşacaktır? Fayda – maliyet hesabı nasıl yapılacaktır? Türkiye’yi dışlamayı, horlamayı, terslemeyi adet haline getiren, asla üye yapmayacaklarını söyleyen AB ülkeleri neden Türkiye’yi ne kadar kalacağı belirsiz bir “Bekleme Odası”na almışlardır?

Bu sorulara yanıt vermek için, öncelikle şu gerçeği kaydetmek gerekir: Aday üye olmak, tam üye olabilmek için güvence değildir. Kimilerine göre Brüksel, geleceğin Avrupa Birleşik Devletleri olmanın, yani sıkı bir federasyona yönelmenin hazırlıklarını yapmaktadır. Kimilerine göre ise son yıllardaki gelişmelerin de gösterdiği üzere gevşek bir konfederasyona yönelecek, Birleşik Avrupa Devletleri gibi bir yapıya dönüşecektir. Ancak her iki durumda da AB açısından önemli olan, Türkiye’nin bu yapıya girmek isteyip istemediği değil, kendisinin Türkiye’yi alması durumunda ne kazanıp, ne kaybedeceğidir. Unutmamak gerekir ki AB’nin çekirdeğini Almanya ile Fransa’nın ittifakı oluşturur. Birliğin üç büyük, etkili, güçlü üyesinden biri olan İngiltere ise gerektiğinde AB üyesi, gerektiğinde AB’den bağımsız müstakil bir devlet gibi davranır. Ama her durumda ABD’nin yanındadır, onun stratejik ortağıdır. Büyük devletler açısından, kâğıt üzerinde, kurucu antlaşmalarda ne yazarsa yazsın, egemenliklerini merkezi yapıya aktarmanın bir sınırı vardır. Bu konuda cömert değil, tersine kıskanç davranırlar. Diğer ülkelerin ise tam tersini yapmasını isterler. Örneğin AB, Türkiye’den sözde soykırım iddiaları konusunda Ermenistan’dan özür dilemesini, soykırımı kabul etmesini bekler. Ama Fransa’dan Cezayir’de yaptıkları nedeniyle özür beklemez. Aynı çifte standart, azınlıklar söz konusu olduğunda da, dini ve etnik meseleler gündeme geldiğinde de geçerlidir.

Gelişmeler, AB’nin Türkiye’yi ne öldürmek, ne güldürmek istemediğini, bekleme odasında tutarak oyalamaya çalıştığını ortaya koymuştur. Brüksel Ankara’yı kendine bağımlı kılmak, üzerimizde etkili olmak istemektedir. Çünkü hesaplarına göre, Türkiye’nin AB’ye tam üye olması durumunda, Türkiye onlara nazaran daha kazançlı çıkacaktır. Türkiye sayesinde stratejik derinliği, coğrafi büyüklüğü, İslam dünyası üzerindeki itibarı artan Avrupa’nın sorunları da artacaktır. Gümrük Birliği ile pazar ve karşılıklı ticaret gibi sorunları kendisi lehine çözen AB, Türkiye’nin getireceği avantajların yüklü faturasını ödemekten kaçınmaktadır. Yani, AB’nin Türkiye’yi tam üye yapması için, siyasi, askeri ve stratejik açıdan değil, fakat iktisadi açıdan fazla neden yoktur. Çünkü Gümrük Birliği sayesinde Türkiye pazarını kendi mallarına zaten açmıştır. Türkiye, Avrupa Birliği’ne girmeden, Gümrük Birliği’ne giren ilk ve tek ülkedir. Kendisini ilgilendiren ticari kararlara, bunların oluşumuna, karar alma süreçlerine katılamadan, bu süreçleri etkilemeden, yönlendirmeden uymaktadır. Kısacası AB, Türkiye’den koparacağı ekonomik ödünü koparmış, hem de bunu Türkiye’yi içine almadan yapmıştır.

AB’nin, Türkiye’nin üyeliğinden çekinmesine neden olan başka unsurlar da vardır. Örneğin Türkiye’nin tam üyeliği halinde milyonlarca Türk, işsizliğin ortalama olarak yüzde 10 düzeyinde seyrettiği AB ülkelerine akacaktır. Avrupa piyasalarını işgal edecektir. Bu nedenle tam üyelik söz konusu olsa bile serbest dolaşımın olmayacağını hükme bağlamıştır Brüksel. Kaldı ki Türkiye’nin genç ve dinamik nüfusu Avrupa açısından abartıldığı kadar cazip değildir. Bizim nüfusumuzun nitelik açısından değil, tüketici olarak cazibesi vardır. AB de Türk pazarına yeterince egemendir. Dahası, AB’nin yönetim organlarında ülkelerin oy ağırlığı, nüfuslarına göre belirlenir. Türkiye, AB’ye tam üye olursa, en geç 2025 yılında, Avrupa’nın en kalabalık ülkesi olarak, AB yönetim organlarında en fazla temsilci bulunduran ülke olacaktır. Avrupalıların bunu da içlerine sindirmeleri beklenemez. Ayrıca, Türkiye AB’ye tam üye olursa, yardım ve sübvansiyonlardan da aslan payını alacaktır. Diğer itiraz nedenlerinin yanı sıra, küresel iktisadi krizden bu kadar çok etkilenen ülkelerin, hele de azalan yardımlardan giderek daha az pay alan küçük ve yeni üye ülkelerin böyle bir yeni üyeye rıza göstermeleri olanaksızdır.

Önce Kendimize Güvenmeliyiz

Türkiye kendi gerçeğiyle yüzleşmek zorundadır. AB ülkemiz için tek seçenek değildir. Türkiye’nin Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya’nın merkezinde olduğu göz önüne alınırsa, başka dış politika seçenekleri de vardır. Bu bölgelerde kendi siyasetini etkinleştirir, Doğuda, Güneyde, İslam dünyasında, Türk Cumhuriyetlerinde, geniş tanımıyla Avrasya coğrafyasında etkili olur ise AB’ye karşı da eli güçlenir. Avrupa’nın dilinden düşmeyen ve önümüze sürekli engel olarak çıkan insan hakları, demokrasi, özgürlükler, hukuk devleti bizim istediğimiz, bizim hak ettiğimiz, uğruna bizim savaşım vermemiz gereken değerlerdir. Bu ilke ve değerler, AB istediği için değil biz istediğimiz için, AB dayattığı için değil biz hak ettiğimiz için yaşama geçirildikleri zaman kalıcı, sağlıklı, onurlu olurlar. Unutmamak gerekir ki eloğlu bugün verdiğini yarın alabilir. Ya da hak edilmeyen bir kazamın, başkalarının müdahalesine gerek bile kalmadan, avuçlarımızdan kayabilir. Başkalarının dayatması, tehdidi ya da sopasıyla değil, kendi çabamızla, arzumuzla, emeğimizle edindiklerimiz çok daha onurlu, kalıcı ve anlamlıdırlar.

Örneğin, kendisine yakın ya da kendisinin kullanabileceği kişilerin özgürlüğüyle yakından ilgilenen Brüksel, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nin eski rektörü Yücel Aşkın’a veya Ergenekon sanıklarına aynı ilgiyi göstermez. Orhan Pamuk için gösterdiği duyarlılığı yoksul emekçilere, harç parasını ödeyemeyen öğrencilere, sendikalı olduğu için işten atılan işçilere, milyonlarca diplomalı işsize göstermez. Terör örgütü PKK mensupları için gösterdiği yakınlığı şehit Mehmetçikler söz konusu olduğunda göstermez. Yunanistan’ın hassasiyetlerine saygılı olduğundan Batı Trakya Türkleri için Atina’nın yaptığı tanımı yaparak, “Türkçe konuşan Müslüman azınlık” der ama Türkiye’nin hassasiyetlerini umursamaz. Lozan’da yer almayan azınlıklar üretir. Türk hükümetine bir kez bile GAP’ı neden bir türlü bitirmediğini hiç sormamıştır AB. Ama PKK- BDP ikilisiyle arasından su sızmaz. Leyla Zana’yı ağırlayıp, ödül vermeye doyamaz. Avrupa’daki Türklerin yaşadıkları ülkelerdeki sorunlarını bilmez. Ama Avrupa’da bir Kürt diasporası olduğunu kabul eder. Cuma namazlarında verilecek vaazın içeriğine karışır. Ancak Avrupa’daki pek çok kilisenin açıktan PKK’yı desteklemesine hiç karşı çıkmaz. Avrupa Parlamentosu soykırım iddialarını tanıyıp, aynı şeyi Türkiye’nin de yapmasını, bunun AB üyeliği için bir fiili şart olduğunu açıklar. Ama Ermenistan’a Dağlık Karabağ’ın işgali veya Hocalı soykırımı nedeniyle hiçbir baskı yapmaz.

Kıbrıs ve Ege meselelerinde Yunanistan’dan yana taraftır. Londra ve Zürih antlaşmalarında, Türkiye ve Yunanistan’ın aynı anda üye olmadıkları hiçbir uluslararası veya uluslar üstü örgüte Kıbrıs’ın üye olamayacağı yazıldığı halde, Annan Planı’na yüzde 75 oranında “hayır” diyen Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ni, Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla ve tüm adayı temsilen üye yapmıştır. Bunu yaparken hukuku hiçe saymıştır. Türkiye’nin üyeliği gündeme geldiğinde “Komşularınla tüm sorunlarını çöz öyle gel” diyen Brüksel, Kıbrıs Rumlarının üyeliği masaya geldiği zaman aynı sözü etmemiştir. Annan Planı’na “hayır” diyen Rumları, birkaç gün sonra tam üye olarak kucaklamış, yüzde 65 oranında “evet” diyen Kıbrıslı Türklere ise verdiği sözlerin hiçbirini tutmamıştır. Tersine Türkiye’ye de Güney Kıbrıs’ı “Kıbrıs Cumhuriyeti” adıyla ve tüm adanın temsilcisi olarak tanıması ve onunla ilişki kurması, limanlarını, havaalanlarını açması için baskı yapmaktadır. Fransa başta olmak üzere pek çok AB üyesi, yetkili organlar, yani hükümetler ve parlamentolar Türkiye’yi AB üyeliğine kabul etseler bile, konuyu halkoyuna götüreceklerini açıklamışlardır. Bu Türkiye’nin üyeliğe kabul edilmeyeceğinin bir kanıtıdır. Okullarında ağırlıklı olarak Türk ve Müslüman karşıtı bir eğitimden geçen, kiliselerinde büyük oranda aynı yaklaşımla koşullandırılan Avrupalıların referandumlarda Türkiye’nin AB üyeliğine evet demelerini beklemek, saflık boyutunu aşmaktadır.

Üyelik Vaadiyle Şantaj Yapmak

İşine gelince laik, işine gelince “Hristiyan kulübü” olan, işine gelince Türkiye’ye “köprü”, işine gelince ise “Türkiye Avrupa kültür haritasının dışındadır” diyen bir AB vardır karşımızda. Sadece büyük, güçlü, eski üyelerin değil, Doğu Avrupa’nın küçük ve yeni ülkelerinin de Türkiye’nin üyeliğine karşı çıktıkları bir yapı durmaktadır önümüzde. Tüm aday ülkelerin yol haritası belli olduğu halde, Türkiye’nin önüne sürekli olarak yeni şartlar, üyelikle ilgisi olmayan koşullar, fiili engeller koymaktadır. Adeta maç başladıktan sonra sürekli kural değiştirmektedir. Tam üyelik olmasa bile Türkiye’nin AB kurumlarına en güçlü bağlarla bağlanmasını savunmaktadır. Almanya başta olmak üzere pek çok ülke sık sık imtiyazlı ortaklık formülünü dillendirmektedir. Oysa bunun adı vesayet rejimidir, imtiyazlı manda rejimidir. Türkiye’nin üyeliğinin AB’nin sindirim kapasitesi veya AB’nin beklentisi gibi çok muğlâk, çok değişken, çok belirsiz ifadelere bağlanması Brüksel’in gerçek niyetini ele vermektedir. Devamlı aday üye statüsünde tutulan Türkiye’den sürekli ödün koparan AB’nin, yeni ödünler için pazarlık unsuru, şantaj aracıdır.

Türkiye bir mucize eseri tam üye olsa bile, Türkler için serbest dolaşıma engel getirilecek, daimi koruma önlemleri alınacak, farklı ekonomik uygulamalar, uzun geçiş dönemleri söz konusu olacaktır. “Müzakerelerin ucu açıktır ve üyelik güvencesi yoktur” sözü bir tek Türkiye’ye söylenmiştir. “Müzakerelerde bir başlık kapanmadan diğer başlık açılmaz” gibi zor bir şartı önümüze koyan Brüksel sık sık “özel statü, imtiyazlı ortaklık” diyerek, Ankara’yı yeni ödünlere zorlamakta, adeta şantaj yapmaktadır. Aday ülkelerin, hatta adaylığı söz konusu bile olmayan ülkelerin yurttaşlarına vize muafiyeti getirilirken müzmin aday Türkiye’ye vize uygulamaktadır. AB’nin küresel çapta siyasi ve askeri iddiası, küresel ölçekte bir rekabet niyeti ve gücü, ortak bir dış politikası, ortak bir savunma ve güvenlik politikası yoktur. Bu yöndeki kimi göstermelik adımlar ise kalıcı, etkili, caydırıcı olmaktan uzaktır. Dahası böyle yüksek maliyetli işlerin altından kalkacak maddi gücü de bulunmamaktadır.

Ankara’da aslan kesilenlerin, Brüksel veya Washington’da süt dökmüş kediye, dut yemiş bülbüle dönmeleri ülkemize özgü bir ikiyüzlülüktür. Tarih, kendine değil başkalarına güvenen ülkelerin, kendi aklını kullanmayıp başkalarından akıl alan halkların mezarlarıyla doludur.

DR. BARIŞ DOSTER
İLK KURŞUN

Konuyla az çok ilgilenenler diplomaside, uluslararası ilişkilerde ebedi dost, ezeli düşman gibi yaklaşımların olmadığını bilirler. Çıkarlar söz konusudur. Ülkeler adım atarken, siyasal, ekonomik, toplumsal, kültürel, askeri çıkarlarını azami kılmaya çalışırlar. Bu nedenle diplomaside konulara çok boyutlu yaklaşmak, muhatabın olası hamlelerini hesaplamak, kendimizi karşımızdakinin yerine koyarak düşünebilmek ve bu sayede onun adımlarını kestirmeye çalışmak zorunludur. Muhatabımızın bizimle girdiği ilişkiden ne zaman, ne kadar, nasıl, ne boyutta kazanımlar, çıkarlar elde edebileceğini, doğru biçimde ve zamanında saptamak gerekir. - ab

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir