Hayaller-Gerçekler Arasında Türk Dış Politikasında Misyon-Vizyon Arayışları

Doç. Dr. Mehmet Seyfettin EROL - TA3 1905 pp2Doç. Dr. Mehmet Seyfettin EROL

Ankara’da “Üçüncü Büyükelçiler Toplantısı”nın gerçekleştirildiği bir ortamda Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun yaptığı konuşma bizleri bir kez daha heyecanlandırdı. Öyle bir heyecan ki Davutoğlu konuşmasının bir yerinde “Dünyadaki yangınları söndürmeye talibiz, her bir diplomatımızı aynı zamanda birer iyi itfaiyeci” derken, gözlerimiz bir anda Mısır’da Müslüman-Hıristiyan  kavgasında ortaya çıkan yangında Türk itfaiyecilerini ve onların başındaki itfaiyeci çavuşunu aradı.

Dolayısıyla bu örnek bile, Türk dış politikasında gelinen aşamayı resmetmesi açısından oldukça dikkat çekicidir.

“Söylemler Üzerine Bir Dış Politika İnşası mı?”

Açıkçası, Türk dış politikasında son dönemde inişli-çıkışlı, kafa karıştırıcı bir süreç yaşanmaktadır. Öyle ki, bir taraftan “stratejik derinlik projesi”, “sıfır sorunlu komşuluk politikası”, “Osmanlı Milletler Topluluğu ya da Yeni Osmanlıcılık” türü, fazlasıyla “heyecanlandırıcı” fakat yersiz-zamansız bir takım “sloganlar” dönem yaşanırken, diğer taraftan sorunlar deryası içinde kendisine çıkış yolları aramaktadır. Bir diğer ifadeyle, Türk dış politikasında  “yön-eylem-söylem”, “misyon-vizyon”, “millilik” ve “tanım” bazlı tartışmalar ekseninde, “realizm” ile “idealizm” arasında ciddi bir “teşhis” ve “tedavi” yöntemi sorunu yaşamaktadır.

Nitekim başlangıçta daha tutarlı ve yekpare bir nitelik taşıyan, izlenen politikalara destek mahiyetinde ön plana çıkan dış odaklı değerlendirmelerin, son yıllarda yerini farklı bir seyre bırakması, burada özellikle AKP hükümetinin siyasi geleceği açısından da büyük bir önem arz etmeye başlamıştır. “Misyon kayması” ve “sorgulaması” şeklinde de ifade edilebilecek bu husus, açıkçası başta ABD olmak üzere, Batı dünyasının aşama aşama ortaya koyduğu tepkiyi ve bu bağlamda AKP’nin dış politika bağlamında yaşadığı “çelişki” ve “çıkmazı” ortaya koyması açısından da oldukça önemlidir.

Dolayısıyla, uygulamada, rasyonaliteye, dengeye ve sağlıklı bir zemine oturtulamamasından dolayı başlangıçta yakalanılan olumlu hava ve desteğin yerini her geçen gün derin bir şüphe, tereddüt, direnç ve tepki dalgasına bıraktığı görülmektedir. Yerel,  bölgesel ve küresel bazda artış eğilimi göstermeye başlayan tepki ve güven sorunun temelinde de bu yatmaktadır.

Diğer taraftan, dış politikada fazlasıyla alan ve sorun açılımı yaşayan Ankara’nın, bu tür spesifik konularda hazırlıksız olması ise, aslında işin bir diğer düşündürücü boyutunu oluşturmaktadır. “Sıfır sorun”un dendiği bir ortamda, Türkiye adeta bir sorun patlaması ile karşı karşıyadır. Dolayısıyla Ankara’nın iç politikada olduğu gibi, dış politika boyutunda da sorunu, sorunun kaynaklarını çok daha farklı noktalarda arama eğilimi, açıkçası sağlıklı bir analiz ve kriz yönetimi açısından çok da makul görünmemektedir. Bu hususta Akif Beki’nin 15 Haziran 2010 tarihinde Radikal gazetesinde yayınlanan “Davutoğlu’nun ‘Ben’ İdraki” başlıklı köşe yazısını WikiLeaks’te ortaya konulan iddiaların bir kez daha mukayeseli bir şekilde okunmasında fayda görülmektedir.

Davutoğlu Vizyonu: “Polyannacı Yaklaşım”

Bölge ve dünya gerçeklerine iflas etmiş Polyannacı bir tavır ile yaklaşan bu dış politika anlayışının bir süre sonra beraberinde daha derin bir takım hayal kırıklıkları ve “güven sorunu” ile birlikte, şiddetli bir derin ayrışmayı beraberinde getirme olasılığı da her geçen gün artmaktadır.

“Ayağını yorganına göre uzatmaktan” uzak bu yeni dış politika anlayışı, ne yazık ki Türkiye’nin maddi ve manevi tüm imkânlarını ve potansiyellerini fazlasıyla zorlamaya başlamıştır. Ankara, fazlasıyla bir özgüven patlaması içindedir ve bu durum onun açıkçası sağlıklı düşünmesini ve rasyonel adımlar atmasını engellemeye başlamıştır. Bundan dolayı da Türkiye, kapasitesinin ve yeteneklerinin üstünde geliştirdiği anlaşılan yeni dış politika doktriniyle, hedef-yöntem-sonuç ilişkisi bağlamında çok daha farklı bir süreç ile karşı karşıya bulunmaktadır.

Soft (yumuşak) diplomasiyi dış politikasında ön plana çıkartmaya başlayan Türkiye, açıkçası konjonktürün kendisine sağladığı fırsat noktasında limitleri ve sınırları fazlasıyla zorlamakta ve başta yakın çevresi olmak üzere, uluslararası platformların kendisine yönelik bir takım yaklaşımlarını, değerlendirmelerini de burada birer referans noktası ve gerekçe olarak ortaya koymaya çalışmaktadır. Oysa durum hiç  de öyle göründüğü gibi değildir. Bu hususta bırakın ABD ve AB’nin takındığı tavrı, Çin ve Rusya’nın başlı  başına izlediği “zik zaklı politikalar” bile bunun somut sinyallerini vermektedir.

Bu kapsamda, nefes almaksızın kendisinin, bölgesinin ve neredeyse dünyanın tüm sorunlarını, yangınını çözmeye talip “itfaiyeci bir Ankara” görüntüsü, açıkçası dünyada farklı algılamalara ve tepkilere yol açmaya başlamış bulunmaktadır. “Eksen kayması” tartışmaları bağlamında Batı dünyasının ortaya koyduğu tepkiler-endişeler bir tarafa;  Türk-İslam dünyasından bazı ülkelerin verdiği doğrudan-dolaylı tepkiler ve yaşanılan krizler de bu tespiti fazlasıyla desteklemektedir.

Nitekim Türkiye-İsrail arasında yaşanan krize ve sorunlu bir sürece, ilk etapta Suriye ve ardından Mısır ve Lübnan’ın verdiği tepkiler halen sıcaklığını korumaktadır. Benzer şekilde Türkiye’nin Andican olayları ve akabinde ülkedeki ABD üssünün çıkartılması sonrası Taşkent’i cezalandırmaya yönelik ABD öncülüğündeki BM oylamalarında üst üste Özbekistan aleyhine oy kullanması, Ermenistan ile başlatılan normalleşme-protokoller sürecinde Azerbaycan ile yaşanılan kriz halen güncelliğini korumaktadır. Talabani’nin “Türkiye Irak’ta yanlış ata oynadı” açıklaması da, Türkiye’nin Irak Türkmenlerini adeta ikinci plana atan politikasının traji-komik bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Son olarak, Lizbon’da “Füze Kalkanı” bağlamında yaşanılan gelişmeler, Türk-Batı ilişkilerinde farklı bir imaj ortaya koymaya çalışan Davutoğlu politikaları açısından NATO-Batı, tekrar “kürkçü dükkânı” olmuştur.

Dolayısıyla, hesaba-kitaba dayanmaktan uzak, acelecilik ve duygusallık-heyecanın uygulamaya hakim olduğu bu anlayış,  bir kez daha burada Türk dış politikasını bir sorun batağı içine çekme eğilimi göstermektedir.

“Lizbon Zirvesi” ve “Dış Politikada Güven Sorunu”

Bir NATO projesi olarak lanse edilen ama temelde artan İran tehdidi üzerine öncelikli olarak İsrail’in güvenliğini ve aynı zamanda bölgede başta ABD olmak üzere, Batı’nın çıkarlarını korumayı esas alan Füze Kalkanı Projesi, bana göre Türk Dış Politikası açısından bir dönüm noktasıdır.

Lizbon’da, Ankara’ya karşı “eksen kayması” tartışmaları ile başlatılan psikolojik operasyonun bir sonucu olarak Türkiye Doğu ve Batı arasında bir tercihe zorlanmıştır. Bir anlamda Füze Kalkanı Projesi, ABD Dışişleri Bakanı Philip H. Gordon’un aylar öncesi ifade ettiği üzere Türkiye açısından tam bir sınav olmuştur. Fakat bu sonuç, Türkiye’nin son yıllarda yaratmaya çalıştığı farklı Ankara imajı ile ters düşmüş ve ne yazık ki gereksiz bir şekilde yaratılan yüksek beklentilerin altında kalmıştır. Türkiye, Batı’ya-NATO’ya olan bağlılığını bir kez daha teyit ederken; Batı, kendisi açısından Türkiye’yi bir kez daha kazanmıştır. Bu kazanış ve Türkiye’nin üstlenmeye başladığı yeni rol, Soğuk Savaş döneminin ilk yıllarında Demokrat Parti (DP)’li ve 90’ların başında ANAP’lı Türkiye’nin üstlendiği rollerle büyük paralellikler taşıyacağının somut sinyallerini vermektedir.

Dolayısıyla Lizbon ile birlikte Türkiye’ye karşı yakın çevresinden başlamak üzere derin bir güven sorununun, bunalımının oluşmaya başlaması söz konusudur ki, büyük ölçüde esnekliğini, güvenirliliğini ve manevra kabiliyetini yitirmeye başlayacaktır. Bunun somut yansımalarını önümüzdeki süreçte iç ve dış politika bağlamında birer birer göreceğiz…

Bu noktada Ankara’nın bir takım yeni güvenceler verme çabalarına rağmen Türk dış politikası artık ciddi manada sorgulanacaktır. Bu güven sorununu ve “samimiyet” sorgulamasını sadece İran ile sınırlı tutmak ise hiç kuşkusuz büyük bir saflık olacaktır. İran’ın Türkiye’ye tam bir güven duygusunu beslediğini iddia etmek de zaten uluslararası ilişkilerin doğası ve tarihsel-coğrafi realitelerin bir gereği olarak çok da doğru bir yaklaşım tarzı olmazdı. Ama sonuçta İran’daki bazı çevreleri ve son dönemde Türkiye’ye şüpheyle bakmaya başlayan Ortadoğu-Körfez ağırlıklı bazı ülkeleri ve örgütleri bu tereddütlerinde artık daha emin kılmıştır.

Dünya Yeniden İnşa Edilirken, Türk Dış Politikası Nereye Gidiyor?

Evet, dünya yeniden inşa ediliyor. Bu inşa sürecinin sonunda karşımıza nasıl bir uluslararası yapının çıkacağı ise halen netlik kazanabilmiş değil. Net olan husus, kendini yenileyemeyen ülkelerin ve hatta güçlerin bu yeni dönemde yerlerini alamayacağı ve belki de tarihten silinecek olması. Dolayısıyla oyun büyük ve yeni, bir o kadar da acımasız. Bunun için Afganistan ve Irak’a bakmak yeterli…

Yeniden inşa edilen bu dünyanın büyük ölçüde şekillendirilmeye çalışıldığı ve süreç açısından belirleyici bölgesi ise, Ortadoğu ve Afrika’yı da içine alan Büyük Avrasya coğrafyası. Kuzeyden güneye bir kama gibi uzanan bu geniş coğrafya, doğudan batıya Çin ile Batı arasında da adeta bir tampon bölge gibi duruyor. Dolayısıyla bölgeye hâkim olan güç, dünyanın yeni efendisi olacak. Fakat burada küçük bir sorun var, o da Türkiye…

Türkiye adeta bu şantiyenin merkezinde yer alıyor ve tarihsel, coğrafi, psikolojik arka planı ile de bölgenin pasif ama her an harekete geçebilecek gerçek potansiyel gücü olarak ön plana çıkıyor. Bir diğer ifadeyle, bölgede Türk-İslam dünyasını harekete geçirebilecek ve ona yön verebilecek yegâne güç olarak duruyor Türkiye…

Bu ise bizi farklı bir noktaya taşıyor hatta zorluyor! Dolayısıyla Ankara açısından önünde iki seçenek var: ya bu yeniden yapılanma sürecinde kendisi de aktif ve bağımsız bir şekilde yer alacak, büyük bir güç olacak ya da tarihteki yerini alacak… Ne yazık ki üçüncü bir seçenek yok. Statükoyu korumak artık mümkün değil. O, Soğuk Savaş’ın sonu ile birlikte tarih oldu, 11 Eylül ile de birlikte duası okundu…

1 Mart ile de sürece ve sürecin mimarına milli güçler ile meydan okundu! Dolayısıyla Türkiye’nin A’dan Z’ye yeni döneme uyarlanması bir beka meselesi olarak karşımıza çıkıyor.

Aslında, “değişim” ve “açılım” kavramlarının gerçek anlamda çıkış noktasını da bu temel endişeden kaynaklanan ve buna bir çare olarak görülen “Büyük Türkiye Vizyonu” oluşturuyordu. Ve kavramların gerçek yerini bulduğu nokta da burasıydı. Fakat ne yazık ki süreç bunu anlamaktan uzak amatör ruhlar ve bir takım çakma aydın ve uzmanlarla yürütülmeye çalışıldığı için, açıkçası toplumsal bazda geniş bir yer bulamadı. Hatta AKP’nin bu yeni süreci başlı başına kendisine mal etmeye çalışması ve bunu aynen CHP gibi bir parti ideolojisi olarak sunmasından dolayı da şüphe ile karşılanmaya başlandı. Bu şüphe boyutu, gelinen aşamada yapılan bir takım çalışmalardaki keyfilik, emrivakilik ve mutabakat noktasındaki kaçmalar sonucunda ciddi bir tepkisel nitelik kazanmaya ve sisteme yönelik meşruiyet temelli bir güven sorunu oluşturmaya başladı. Dolayısıyla Türkiye bir kez daha kritik bir eşikte ve yine zaman kaybediyor. Oysa yeni süreç ve arkasındaki irade ile birlikte mevcut siyasi iradeler ve uygulayıcılar arasında bir uyum yakalanabilmiş olsaydı, Türkiye hedefleri noktasında bugün çok daha farklı bir gündemin içinde olacaktı. Ama ne yazık ki olmadı, olamadı… Fakat bundan sonrası için artık Türkiye’nin yanlış yapma lüksü yok!

“Sorunlardan Ders Çıkarabilmek Ve Ayakları Yere Basabilmek”…

Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, hesaba-kitaba dayanmaktan uzak, acelecilik ve duygusallık-heyecanın uygulamaya hakim olduğu Davutoğlu anlayışı,  Türk dış politikasını bir sorun-kriz batağı içine çekme eğilimi göstermektedir. Dolayısıyla, söylemlerin ve ortaya konulmaya çalışılan bir takım teorik yaklaşımların ülke, bölge ve küresel gerçekler bazında dengeli bir zemine oturtulması artık kaçınılmaz bir hal almıştır. Bundan sonrası için, burada atılacak ilk adımın içeride ve dışarıda güven tazelemeye yönelik yeni bir siyasi sürecin-anlayışın hâkim kılınması şeklinde olacağını söylemeye ise hiç lüzum görülmemektedir. Burada, yaklaşan 2011 seçimleri, AKP’yi kendi çapında ayakları daha da yere basan, gerçekçi bir politika izlemeye zorlayacaktır hatta zorlamaya başlamıştır bile. Böylesine hassas bir iç siyasi ortamda AKP’nin ABD’ye ve İsrail’e daha fazla diklenmesi sadece ve sadece ikinci bir “Don Kişotluk” örneği olacaktır ki AKP gibi fazlasıyla realist ve pragmatist bir parti, bunun fazlasıyla farkındadır. Dolayısıyla 2011, hataların “restorasyon” yılı olacağa benzemektedir. Bu restorasyon sürecinin Türkiye’ye dış politikada daha fazla taviz verdirmemesi ise en büyük arzumuzdur.

Doç. Dr. Mehmet Seyfettin EROL - TA3 1905 pp1

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir