Wikileaks sansasyonu günlerdir dinmiyor. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın gözüyle Amerikan politikaları ve aynı zamanda Amerika’nın dünyayı, sorunları, çeşitli ülke ve politikacıları nasıl gördüğü ortalığa döküldü. Şimdi, Arap devlet adamlarının İran’ın bombalanmasında israrı; buna karşılık Türkiye’nin yaptırım bile uygulanmasına karşı çıkması; Richard Burns ile Feridun Sinirlioğlu arasında bu konudaki görüşmelerin seyri; Ahmet Davutoğlu’nun İslâmcılığının Washington’u ne kadar rahatsız ettiği; Erdoğan’ın ise pek tehlikeli görülmediği ama çevresini dalkavuklarla doldurduğu; keza Erdoğan’ın İsviçre bankalarında sekiz gizli hesabının olduğu; Mossad şefi Meir Dagan’ın, “laik ordu”nun neden bir türlü harekete geçip iktidara el koymadığına takıldığı; yeryüzünün Ortadoğu’ya daha uzak köşelerinde, Kuzey Kore’nin artan kuvvet gösterilerinin ardında nasıl bir iç krizin yatıyor olabileceği; Amerika kadar Çin’in de bu “kara delik”in içinde ne olup bittiğini pek bilemediği, ancak dünyanın herhalde en garip rejimine kendi çıkarları uğruna (Kuzey Kore’de yaşanacak herhangi bir çöküşün, milyonlarca aç mülteciyi Çin sınırlarına yığacağı korkusuyla) arka çıkmaya devam ettiği –bütün bunlar ve daha niceleri, gazete manşetlerini kaplamaya ve internette dolaşmaya devam ediyor.
Bir yönüyle, ilginç tabii. İlginç olmasına ilginç de… Yani… gerçekten ilginç mi o kadar ? Açıkçası, şimdiye kadar okuduklarımda hemen hiçbir sürpriz, öyle “bomba haber” denecek bir boyut, varlığını zaten bilmediğimiz veya tahmin etmediğimiz bir taraf göremiyorum. Ortadoğu, İsrail-Filistin, Türkiye-İsrail-Filistin, İran-ABD, Türkiye-İran ve sonuçta, hepsinin toplamı olarak Türkiye-ABD eksenlerinde, örneğin, ne var, daha önce kimsenin aklına gelmeyip de şimdi açığa çıkan ? Belirli bir voyeurism, bir röntgencilik hissini; iktidar sahipleriyle aynı odada oturuyor, diyelim bir müsteşar veya büyükelçinin ne yazdığını omuzu üzerinden dikizliyor olmanın bazılarına verebileceği kalp çarpıntılarını; ya da “vay be, işte şimdi tam olayların göbeğindeyim, this is where the action is” böbürlenmesini bir yana bırakırsak, işin özü, bütün bilinen veya kestirilenlerin bir kere daha doğrulanmasında yatıyor.
Bu kadarı da önemli ve yararlı tabii; en azından, kamuoyu her günkü bayağılıkların, sığ ve ucuz polemiklerin, talk show’cular, stand up’çılar ve top modeller dünyasının dışında bir şeyler okumaya adetâ zorlanıyor. Ama bu arada, demokrasiyle ilgili bir ders belki bir parça gözden kaçabiliyor.
Hillary Clinton, Wikileaks’in 250.000 küsur belgeyi ele geçirip yayınlamasını, Amerika’nın ulusal güvenliğini zedelemenin ötesinde, diplomasinin gizliliğini zedelediği için bütün dünyaya yönelik bir saldırı olarak nitelemiş. Bir kere, New York Times’ın da 29 kasım tarihli başyazısında belirttiği gibi, ufukta pek öyle bir güvenlik tehlikesi görülmüyor. Bunda, gene NYT’nin işaret ettiği gibi, George W. Bush’tan Barack Obama’ya ABD politikasının içeriği ve yöntemleri itibariyle geçirdiği göreli değişimin de payı var. Göründüğü kadarıyla ortada adam kaçırma yok, gizli işkence merkezleri yok, darbe girişimleri yok. Daha olağan baskı, ikna, özendirme, sıkıştırma manevralarıyla cereyan eden bir diplomasi söz konusu.
Wikileaks bu diplomasinin de olduğu gibi görülmesini sağladı ki bu, insanlık için kötü değil iyi bir şey.NYT, “Amerikalıların ve başka herkesin Amerikan politikasını bu belgelerin tuttuğu ışıkta görmeye hakkı var” diye yazmış. İnsanlar, evet, eksik programlanmış yaratıklar. Genç bir Amerikalı çavuş çıkıyor; çeyrek milyon belgeyi kopyalayıp Wikileaks’e, Wikileaks de beş büyük gazeteye veriyor. Onlar da hiçbir tehdide kulak asmayıp yayınlamaya koyuluyor. Bundan böyle, büyük-küçük bütün devletler kendilerini buna hazırlamak; dış ilişkilerini her şeyin her an işte bu şekilde gözler önüne serilebileceği koşullarda yürütmeye adapte olmak zorundalar. Bu, diplomasinin tarihte hiç olmadığı kadar şeffaflaşması anlamına geliyor.
Geçtiğimiz aylarda, Marx’ın ve Marksizmin “burjuva” demokrasisini küçümsemesini, hem o ân için, hem uzun vâdeli sonuçları itibariyle çok eleştirdim. Marx, dedim, kendi döneminin, daha spesifik olarak 19. yüzyıl ortalarının reel demokrasisini tarihselliği içinde kavramadı. 1848 devrimlerinden Louis Bonaparte’ın cumhurbaşkanlığı, sonra hükümet darbesi ve imparatorluğunun çıkmasını, o demokrasinin değişmez niteliği ve aşılmaz sınırları açısından bir mutlaklığın göstergesi olarak yorumladı. Buradan, topu topu iki-üç yıl gibi çok kısa bir süre içinde, “burjuva demokrasisi”nin ancak “proletarya diktatörlüğü” ile aşılabileceği noktasına sıçradı.
Marx ekonomik ve toplumsal gelişmeyle, sosyal-sınıfsal kuvvet ilişkilerinin değişmesiyle birlikte, demokrasi “kabı”nı başka bir içeriğin doldurabileceğine ihtimal vermedi. Demokrasi herhalde hep eksik ve defolu kalacak, asla “tamam”lanmayacak. Ama madalyonun diğer yüzünde, Wikileaks demokrasinin uluslararası alanda dahi nasıl bir güce ulaştığına işaret ediyor.
Halil Berktay
Taraf
Bir yanıt yazın