Genel kanaatin aksine Türkiye’nin Rusya ile münasebetleri ilk defa Soğuk Savaş sonrasında sağlıklı bir zemine oturmuş değildir. Bölgemizin en önemli devletlerinden olup bir dönemin bu Süper Gücü ile Türkiye arasında dostluk-rekabet bağlamındaki gelişmeleri 1990’lardan hatta birtakım çevrelere göre 2002’den sonra başlatmak son derece yanlıştır. Kuzeydeki dev komşumuz ile yakın münasebetlerimizin en az üç asırlık bir geçmişi bulunmaktadır. Bunun da büyük kısmını savaşlar veya rekabetten ibaret görmek ise ayrı bir yanlıştır.
Öncelikle bütün komşularla olduğu gibi Rusya ile de birçok savaşlar gerçekleşmiş, bunların çoğunu kaybetmişiz. Bununla beraber, 1402 Ankara Savaşı ertesinde Osmanlı’nın yeniden toparlanmasından sonra, normal bir devletin ömrü olan birkaç asırda olgunlaşıp “rehavet ve çöküş dönemine girmesini engelleyen” en büyük faktör bu kuzey komşumuzdur. Sıcak denizlere inme hevesiyle birkaç on yılda bir güneye karşı savaş açan Çarlık yüzünden Osmanlı padişahlarının çoğu, baş gösteren rehavet unsurlarını tedavi yoluna gitmiş, eğitimden ekonomiye, idareden askeriyeye devleti yeniden kurma derdi yüzünden veremden, kederden veya isyandan dolayı hayatını kaybetmiştir. Sağlam bir inanç ve yönetim sistemi üzerindeki bu mücadele de tarihin en uzun ömürlü cihan devletlerinden Osmanlı’nın ayakta kalmasına sebep olmuştur. Bu süreçte Rusya’nın payı büyüktür.
Aynı coğrafya üzerindeki rekabet yanında İngiliz politikaları (veya oyunları) yüzünden de iki komşu savaşmak zorunda kalmıştır. Kırım, Kafkasya ve Türkistan politika/savaşlarının önemli ölçüde İngiltere boyutu bulunmaktadır. Soğuk Savaş yıllarında en uzun ortak sınırlarımız (kara ve deniz) olan bu ülke ile aramızdaki “demirperde” aslında bizim irademiz dışında inşa edilmişti. Stalin’in Kars ve Ardahan ile Boğazlar’ı istemesi ile Batı’ya teslim olmamız, Rusya’nın bu talebini geri almasından sonra değişmemiştir. Bu teslimiyetin en önemli sonucu da aradaki demirperdedir. 1964 tarihli Kıbrıs’ı unutmamız istenen Johnson Mektubu sonrasında Türkiye yeniden Rusya’ya yönelerek önemli ekonomik anlaşmalar imzalamış, bir bakıma demirperdeyi delmiştir.
Soğuk savaş sonrasında ilişkilerin önemli bir kısmı ekonomiktir. Rusya’dan başta doğalgaz ve petrol olmak üzere önemli ölçüde hammadde almaktayız, karşılığında tekstil ve gıda ile birlikte müteahhitlik ve turizm hizmetleri vermekteyiz. Bu ekonomik ilişkilerin getirisi her iki ülke için de önemlidir. Türk sanayinin gelişmesinde 1960’larda Rusya’nın kurduğu petrol rafinerisi, aliminyum, demir-çelik v.b. tesislerin önemli katkısı olduğu gibi karar aşamasında olan nükleer reaktörün de bu bakımdan büyük bir yeri olacaktır.
Avrasya Bir Vakfı tarafından 6 Kasım’da düzenlenen konferansımdan sonra soru-cevap faslının en önemli kısmı Türkiye-Rusya ilişkilerindeki nükleer santral konusuydu. Anlaşma şartları, kabul edilmesi zor hükümler içermekle beraber Türkiye’ye karşı on yıllardır müttefiklerimiz tarafından uygulanan “nükleer enerji ambargosu”nun bir şekilde delinmesi gerekmektedir. Mevcut anlaşmanın fiyat şartları yanında en kötü hükümleri, Türkiye’nin bu alandaki küçümsenmeyecek bir öneme sahip kadro birikimine rağmen, reaktörün kurulması ve işletilmesi aşamalarında bu değerli elemanlarımıza söz hakkı verilmemesidir. Buna göre kurulacak santral çeyrek asra yakın sadece Rus uzmanların ve yöneticilerin kontrolünde çalışacaktır.
Bir şekilde nükleer enerji ambargosu delinme sürecine girdiği halde bu defa uzman vatandaşlarımıza kendi alanlarında çalışma ambargosunun sebeplerini de Avrasya Bir Vakfı’nın mümtaz dinleyicileriyle tartıştık. Bana göre hiç de komplo teorisi olmayacak gerekçeyi alanın uzmanlarından biri açıkladı: Nükleer teknolojiyi bilmek ve uygulamak sadece enerji kazandırmaz, fakat fikirde, sanatta ve idarede çok daha büyük ufuklar açar ki bizleri bundan mahrum bırakmak isteyenlerin etkisi sözkonusu.
Bugün geldiğimiz aşamada Rusya, ekonomik ilişkiler yanında askeri ve siyasi olarak da ülkemiz ile birçok alanda işbirliğine gitmek zorunda. Kafkasya ve Balkanlardaki problemler, daha çok bölgesel ölçekli konulardır. Fakat ABD’nin küresel hesaplarını gerçekleştirme stratejilerine karşı Türkiye-Rusya dayanışması tıpkı 1960’lardakine benzer bir sürece girmiştir. Öte yandan yükselen güç Çin’in muhtemel emperyalist stratejilerine karşı da iki komşu birlikte hareket etmek zorunda kalacaktır.
Dış politikada uzak-yakın, büyük-küçük bütün devletlerle dostluk ve işbirliği politikası uygulanırken yakın komşularla mevcut çıkarları korumak ve ilerletmek şartıyla daha köklü ilişkilere ihtiyaç bulunmaktadır. Bununla beraber yakın bölgedeki anlaşmazlık konularının da adil bir şekilde çözülmesi gerekmektedir.
Prof.Dr. Alaeddin Yalçınkaya
Öncevatan, 23.11.2010resim