Lizbon’da gerçekleşen NATO zirvesi iyimser beyanatlarla bitti. Yeni bir stratejinin benimsendiği, AB ile ABD arasında beklenmedik konularda uyum sağlandığı, bunlarla bağlantılı ve en önemli olarak da Rusya’yla olan karşıtlığın ortadan kaldırıldığı dile getirildi. Bununla birlikte 1999 yılında hazırladığı bir önceki strateji konseptinin başarısızlığı ve bundan doğan sonuçlar yanında, NATO’nun bu zirvedeki iyimserliği oldukça aldatıcı görünüyor.
BİR YALAN MAKİNASI OLARAK TÜRK BASINI
Aldatma deyince, kuşkusuz kendimizden başlamak gerekiyor. Türk basını, NATO zirvesi konusundaki haberleriyle, birkaç dürüst yazar haricinde, bir yalan makinasına döndüğünü kanıtlamıştır. Bu yalan makinasına yanıt yetiştirmenin çok güç ve anlamsız olduğunu sanıyorum. Çünkü bu seri üretimin doğrularla durdurulması mümkün değildir. Ayrıca bir makina kabilinden otomatik yalan ürettiği için, kimsenin bu yalanlara inanmıyor olması da makinayı ilgilendirmemektedir. Amacı doğruyu söylemek, insanları inandırmak vs değil. O yalnızca yapması gerekeni yapıyor.
Anlaşılan, füze kalkanının düğmesini denetimine alamayan Abdullah Gül, zirvenin sonunda elindeki haber üretme makinasının düğmesine basmakla yetinmek zorunda kalmıştır.
NATO’NUN YENİ STRATEJİSİ
Öyleyse bu seri yalan üretimini bırakıp zirvede çıkan sonucun anlamını ve gerilimleri anlamaya çalışalım: NATO zirvesinde gerçekte ne oldu?
NATO, Avrupa Birliği inisiyatifiyle oldukça saldırgan bir stratejik değişikliğe gitti. Atlantik Konseyi Strateji Danışmanları grubundan Rob de Wijk’e göre örgüt, toprakların korunmasından stratejik çıkarların korunmasına yönelmiş durumda. “Stratejik çıkar”, zaten Afganistan müdahalesinde gündeme gelen ve uygulanan bir ilkeydi, ama ABD’nin, buna dayanarak Afganistan’a müdahaleye müttefiklerini ikna etmek için ittifakın hukuksal çatısını epey zorlaması gerekmişti.
Lizbon zirvesinde bu güçlük ortadan kalkıyor. Bu kararlara göre, NATO Afganistan’daki varlığını bitirirken, çok daha esnek bir müdahale gücü haline gelmiş bulunuyor; liderlerin bunu “uzun zamandır yapılması gereken bir değişiklik” olarak tanımlamış olmaları rastlantı değildir.
NATO’nun önceki düşmanları Varşova Paktı, sonra Rusya ya da olsa olsa herhangi bir ülkenin imkanlarını sömüren “terörist” gruplardı. Şimdi ise, siber terörden nükleer silahlanmaya kadar pek çok alanda “nokta” vuruşları yapabilecek bir kapasite öngörülmektedir. Başka deyişle, NATO için düşmanın artık adı yoktur ve NATO ülkeleri, sayılan potansiyel tehditlerden biri saptandığında, bunu bertaraf etmeye yönelebilecektir.
Bu, Bush dönemine özgü ağır militarist doktrin olan “önleyici vuruş” anlayışını andırıyor. Nitekim, bu yılın başlarında da, NATO’nun çağrısıyla yapılan, özel uzmanlardan oluşan bir grubun panelinde bu strateji değişikliği gündeme getirildi. Panele, Clinton döneminde Yugoslavya Savaşı’nı ve parçalanma sürecini yönetmiş olan, kuvvet kullanımında mütereddit Colin Powell’a “Eğer kullanamayacaksak bu büyük orduyu elde tutmanın anlamı ne?” diyen, yeni muhafazakarlara en yakın adlardan Madeleine Albright başkanlık ediyordu. Albright, bir önceki, 1999’daki doktrinin de kurucuları arasındadır.
Başka deyişle, NATO’nun bu yeni militarist anlayışı, bir süredir “çok-taraflı” biçimde tartışılıyor, örülüyordu. Dolayısıyla, Abdullah Gül’ün ya da Tayyip Erdoğan’ın “İran” adını geçirmemesi NATO’nun yeni doktrini açısından hiçbir önem taşımamaktadır. NATO, İran’a müdahale seferberliğini rahatlatacak kararları almış bulunuyor.
SARKOZY MEMNUN
Bu noktada, Sarkozy’nin tutumu dikkat çekicidir. Sarkozy, aslında pek çok NATO liderince de gereksiz görülen bir ısrarla “İran” adını bir resmi tehdit olarak onaylatmak istiyordu. Bu tutumu, uzun süredir istikrarla sürdürdüğü kökten İsrail-yanlısı ve –Yeşil protesto döneminde doruğa çıkan– İran-karşıtı dış politikasıyla tutarlıydı. Sarkozy’nin bu isteği, Abdullah Gül’ün değil, başından beri İsrail’i biraz dizginlemeye çalışanObama’nın telkinleriyle geri çevrildi. Resmi açıklamada yer almadı, ama muhtemelen bir pazarlık sonucunda, Sarkozy, NATO’nun hedefindeki ülkenin İran olduğunu toplantı sonunda ilan edebildi.
Fransa basını, Sarkozy’nin zirveden memnun ayrıldığında hemfikir. Fransa Cumhurbaşkanı’nın önceden gözettiği üç nokta istediği gibi sonuçlandı: Füze kalkanı projesi tek-taraflı (yalnızca ABD’nin gereksinmelerine göre) tasarlanmadı, AB’ye maliyeti düşük (Türkiye’ye maliyeti belirsiz) ve en önemlisi, Rusya’yı karşısına almadan gerçekleşti.
RUSYA SÜRPRİZİ Mİ?
Lizbon sürecinin en çarpıcı sonuçlarından biri de Rusya’nın tehditler arasından çıkarılıp müttefik ülke konumuna çekilmesi olarak görülüyor. İran aleyhine bu kadar net kararların alındığı bir süreçte, Medvedev’in doğrudan görüşmelere davet edilmesi, karşılıklı verilen olumlu mesajlar, Rusya’nın İran-Çin çizgisini bırakıp Batı’ya mı yanaştığı sorusunu gündeme getiriyor.
Burada vurgulanması gereken ilk nokta şudur: NATO’nun yeni doktrininde Rusya’yla karşıtlığın törpülenmesi, Rusya’dan önce NATO ülkeleri için bir zorunluluktu. Çünkü Bush yönetimi sırasında kurulmuş Avrupa güvenlik dengesi, ABD destekli renkli darbe rejimlerinin art arda çöküşüyle iflas etmişti.
Burada can alıcı eşik, 2008 yazındaki Gürcistan savaşıdır. Bu savaşta bir renkli darbe hükümetini ağır yenilgiye uğratan Medvedev-Putin Rusyası, tek kutuplu dünya düzeninin sona erdiğini, ayrıca Batı’nın –Doğu Avrupa’ya füze savunma sistemi kurmaya dayalı– güvenlik stratejisinin de geçersiz olduğunu ilan etti.
Bu “kırmızı çizgilerden” sonra, Batı elindeki diplomatik hareket sahasını yitirdi. Ukrayna’dan Kırgızistan’daki ayaklanmaya kadar birer domino taşı gibi düşen rejimleri artık ne AB ne de ABD korumaya gönüllüydü. Moldovya’daki renkli darbe girişimine, Batı’dan hiçbir destek gelmeyince darbeciler iki günde çöküyordu.
Bir alternatif, Kafkaslar’da Gürcistan yerine yeni müttefikler bulmaktı. Odatv’de çokça yazdık: İsrail’in, Ermenistan ve Azerbaycan’la ilişkileri geliştirmesi bu dönemdedir. Ermenistan’a “Gül” gönderilmesi, iki ülke arasındaki Karabağ gibi sorunların çözümü, gene bu kapsamdaydı. Söz konusu olan, ABD’nin görece mesafeli kaldığı, AB’nin ise etkin biçimde desteklediği bir “İran’ı kuşatma” stratejisiydi.
Rusya ise bu alternatif adımları soğukkanlılıkla izledi. Çok güçlü bir milliyetçi muhalefeti olan Ermenistan’ın, Moskova’yla sıkı tarihsel bağları olan Azerbaycan’ın ve diğer Türkî Cumhuriyetler’in İsrail’le, genelde de Batı’yla girecekleri ittifak sınırlı olmak durumundaydı. Şu anda da süreç Rusya’nın denetiminde ilerliyormuş gibi görünüyor.
Kısacası, NATO zirvesindeki yeni tutumla, Rusya NATO’ya yanaşmadı, NATO Rusya’nın konumuna göre, biraz daha “realist” ve çok-taraflı bir askeri strateji belirledi. Bu konuda, Rusya’yı rahatlatacak bazı tavizler açıklamaktan da geri kalmadı. Doğu Avrupa’da füze savunma sistemini rafa kaldırdı, Rusya’yı tedirgin edecek tasarımlarını geri çekti. NATO Genel Sekreteri Rasmussen’in 20 Kasım günü “Karabağ’ın yeniden düzenlenmesinde NATO’nun bir rol oynayabileceğini sanmıyorum” açıklaması, bütün tabloyu sergilemeye yeterlidir.
PEK İYİMSER BİR STRATEJİ
Meselenin Rusya cephesini bir başka yazıya bırakıyorum. Bununla birlikte şu söylenebilir: NATO ile Rusya arasındaki bu yakınlaşma oldukça kırılgan, hatta umutsuz görünüyor. En önemli anlaşmazlık konularında kesin bir uzlaşma olduğunu söylemek çok güçtür.
Örneğin, Rusya NATO’daki bu iyi niyet yaklaşımları karşısında, ortak bir güvenlik sözleşmesi önerdi. Buna göre, BDT ile NATO ülkelerini kapsayacak bir ortak güvenlik ağı kurulacak ve buradaki ülkelerden herhangi birinin güvenlik paktı tercihi, diğer ülkelerce veto edilebilecekti. On dokuzuncu yüzyıldaki “Concert of Powers” yani Avrupa Güçler Konvansiyonu’nu andıran bu öneri NATO zirvesinde hiç ilgi görmedi. Başka deyişle, NATO, Rusya nüfuzundaki alana yayılmasını gerçekten önleyecek kurumsal düzenlemeleri tartışmaktan kaçındı ve “iyi niyet açıklamalarıyla” yetindi. Avrupa’nın jandarması olduğu günlerin hülyasındaki Rusya’nın bu abartılı özgüvenini şimdilik kırmak istemedikleri anlaşılıyor.
Rusya bir yana, NATO kapsamında çözülmesi güç olan ve ABD-AB gerilimini epey kaşıyacağı öngörülen bir sorun daha var: Avrupa içinde kurulacak bu güvenlik mekanizması kimin denetiminde olacak? Abdullah Gül’ün düğmeyi basma emrini uygulayacağı kesin, ama hangi büyük ülkenin NATO hukuku içinde inisiyatifi alacağı büyük bir anlaşmazlık konusu olarak görünüyor.
NATO’nun 1999 yılında büyük övgülerle ilan edilen stratejisi, göz göre göre iflas etmişti. Rusya SSCB dönemindeki hayallere kapılıp ölçüsüz tavizler vermedikçe 2010 stratejisi de selefiyle aynı yazgıyı paylaşacakmış gibi görünüyor. Öngörmesi zor değil; bunun anlaşılması için gene milyonlarca insanın kanının dökülmesi gerekecek. Bize maliyetini hesaplamayı ise başımızdakilere bıraktığımız için, herhalde bu iflasın en ağır yükü bize düşecektir.
Barış Zeren
Odatv.com
Bir yanıt yazın