Kıbrıs’ta 1968’den beri süren müzakereler, geçen yıllar içinde dünyadaki politik ve ekonomik dengeler eskiye kıyasla çok fazla değiştiğinden, farklı bir sürece girmek üzere.
Aslında “üzere” kelimesi yanlış.
Buna “zorunda” desek çok daha doğru olacak.
Önümüzdeki 2011 yılının ilk altı ayının müzakereler açısından rölantide geçeceği kesin. Her ne kadar BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon, Cumhurbaşkanları Eroğlu ve Hristofyas’ı Ocak ayı sonunda Cenevre’de ikinci “3.lü Toplantı”ya çağırmış olsa da, Rum tarafında ve Türkiye’de Mayıs ve Haziran aylarında yapılacak parlamento seçimleri müzakerelerin hızını ve ruhunu iyice yavaşlatacak.
2012 yılının 1 Temmuzunda Kıbrıs Rum Cumhuriyeti AB Konseyi Dönem Başkanı olacak. Başkanlık dönemi 31 Aralık 2012’de bittikten iki ay sonra da, bir olasılıkla da 19 Şubat 2013 tarihinde, Kıbrıs Rum tarafında Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılacak. Arkasından da Nisan 2014 tarihinde, KKTC parlamento seçimleri gelecek.
2014 yılı, Türkiye-AB müzakereleri açısından bir dönüm noktası olacak gibi. Lizbon Anlaşmasına göre, ki bu anlaşma AB’nin “Yeni Anayasa”sı olarak tanımlanmaktadır ve 1 Aralık 2009 tarihinde yürürlüğe girmiştir, oylamalarda “Nitelikli Çoğunluk” kavramı 1 Kasım 2014 yılında devreye girecek ve Rumların tek başlarına “veto” kullanma hakları sona erecek.
1 Kasım 2014’ten sonra yasama yetkisi için çifte çoğunluk aranacaktır. Kararlar üye devletlerin en az yüzde 55’inin ve AB nüfusunun en az yüzde 65’inin kabulüyle alınabilecektir. Büyük birkaç devletin bloke etmesini önlemek veya küçük devletlerin birleşip engel çıkarmalarına mani olmak için “asgari ülke sayısı” da on beş olarak belirlenerek önlem alınmıştır.
Bu da müzakerelerin devamı için eğer Almanya ve Fransa Türkiye’nin AB üyesi olmasını engellemek için bir başka konuyu engel yaratmak için ortaya atmazlarsa, “Kıbrıs konusu” 1 Kasım 2014 tarihinden sonra olumsuz bir faktör olarak ortadan kalkacak demektir.
Kıbrıs Rum tarafının müzakere takvimi, ellerine geçecek güç ve AB’nin tepsi içinde kendilerine sunduğu olanaklarla doğru orantılıdır.
Kıbrıs konusunda kendilerini en güçlü hissedebilecekleri ve taviz koparabilmelerinin en olası olduğu dönem Temmuz 2011 ile 31 Aralık 2012 tarihleri arasındaki 18 aydır.
Türkiye için ise, yıldızı gittikçe parlamakta ve yükselmekte olduğundan pek bir şey fark etmeyecek ama 1 Kasım 2014 tarihi AB-Türkiye ilişkileri açısından bir dönüm noktası oluşturacak.
BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon bu sefer sürece kişisel olarak müdahil oldu. Bu müdahalesi, ileriki günlerde müzakere yöntemine yeni olgular katacak ve özellikle de Rum tarafının cömertçe harcadığı “zaman”ın da içinde yer aldığı birçok seçeneği de kısıtlayacak.
Belli ki, 18 Kasım New York görüşmesi kendi başına ve Güvenlik Konseyi’nin herhangi bir talebi olmadan, Eroğlu-Hristofyas görüşmelerinin yöntemine yeni kurallar getirdi ve gidişatı da yeni bir kulvara soktu.
Genel Sekreterin Cumhurbaşkanlarını Ocak ayı sonunda Cenevre’de ikinci “3.lü Toplantı”ya davet etmesi gerçekte yeni bir sürecin ve bu sürecin takviminin bir işareti.
New York toplantısı sonrasında BM yetkilileri “Müzakerelerin takvime bağlanmadığını, ancak süresiz de olamayacağı”nı dile getirdiler ama bu çok masum bir cümlenin içinde belirgin bir mesaj yer almakta. “Süresiz de olmayacak” tanımı, BM yetkililerinin akıllarında bir takvimin olduğunu söylüyor.
Bu takvim Annan planında yaşadığımız gibi, hangi maddenin, hangi gün hangi saatte tartışılacağı şeklinde değil.
Cenevre’de, Ocak ayında yapılacak ikinci “3.lü Toplantı”da Genel Sekreter, ya teslim işareti şeklinde ellerini havaya kaldıracak ve “Benden bu kadar” diyecek ve çıkmaza girildiğini resmen açıklayacak, ya da müdahalesinin dozunu arttırarak sürece yön verecek ve Kıbrıs konusunu “Uluslararası konferansa götürecek”.
Uluslararası Konferans, Cumhurbaşkanı Eroğlu’nun New York’ta yaptığı çağrının büyük boyutlusu. Türkiye de aynı çağrıyı geçmişte birkaç kez dile getirmişti.
Rum tarafı, bir türlü kontrolü eline geçiremediği bir akıntıya kapılmış durumda. Şimdilik çırpınıyor.
Prof. Dr. Ata ATUN
http://www.ataatun.com
22 Kasım 2010