Doç. Dr. Mehmet Seyfettin EROL
Cumhuriyet’in 87. yıldönümünde 2023’e dönük “Büyük Türkiye Projesi”nin konuşulmasının gerektiği bir ortamda halen Cumhuriyet’in bekasının ve bu kapsamda ülkenin üniter yapısının-toplumsal realitesinin bu denli “pervasızca” tartışılıyor olması, açıkçası bu ülkeye ve millete yapılabilecek en büyük kötülük ve haksızlıktır…
Tartışmanın ötesinde, Cumhuriyet’in temel dinamikleri, kurumları ve elitleri arasında kendisini açıktan açığa göstermeye başlayan bu “derin sessiz savaş” hali, tek kelimeyle bu ülkenin tarihsel misyonu ve vizyonu ile tam bir paradoks oluşturmaktadır.
Belki de bu “paradoksal durum”, temel stratejideki taktiklerden biridir. Belki de Ankara, bu paradoks görüntüsü içinde, Türkiye’ye yeni bir yol haritası oluşturmaya çalışmaktadır. Ama zahire bakıldığında, bu durum ya da tespit, fazlasıyla iyimser olmaktan öte bir anlam taşımamaktadır…
Öyle olduğu bir an olsun kabul edilse bile, “taraflar” arasında ortaya çıkan bu “hırçın”, “küskün” ve “sinirli” hava, artık çuvala sığmamaktadır. Süreç, adeta kontrolden çıkmaya başlamış vaziyettedir. Ankara merkezli bir takım plan ve projeler, sahada bir takım beceriksizliklere kurban gitmek üzeredir!
Bir diğer ifadeyle Türkiye, “evdeki hesabın çarşıya uymaması” ve “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak” hikayesi ile bir kez daha karşı karşıyadır…
İlgililere duyurulur!
Dolayısıyla 29 Ekim 2010, çok büyük bir olasılıkla tarihe bir dönüm noktası olarak geçecektir.
Çünkü gelinen aşamada, sürecin adını koyma noktasında bir kez daha atılan bir takım yersiz, zamansız ve gereksiz adımlar ile birlikte artık pandoranın kutusu açılmış ve şu ana kadarki “esnek taktik” anlayışın sonunu getirmiştir.
Taraflar açısından artık gündem bellidir ve “kırmızı çizgiler” net bir şekilde ortaya konulmuştur.
Hiç kuşkusuz bu durum, Türkiye’deki yeni yapılanma sürecinde 2011 ve 2012’yi çok daha önemli kılmaktadır. Ortaya çıkacak tablo, sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğini değil, bölgenin ve bir anlamda uluslararası sistemin geleceğini de yakından etkileme potansiyeline sahiptir.
Amerika’da “şahinlerin” tekrar iktidara gelme hazırlığı içinde bulunduğu bir ortamda, Türkiye’nin durumu daha nazik bir hal almaktadır.
Dolayısıyla, ülkedeki kolektif liderliğin ruhuna okunan dua sonrası yeni ittifak arayışlarına girilen şu dönemde, Ankara içte ve dışta yeni sürpriz ittifaklara ve ihanetlere gebe olmanın ciddi sinyallerini vermektedir.
Bu kapsamda ülkede milliyetçi-muhafazakar yeni bir zihniyet-iktidar sürecine doğru bir geçiş rolü üstlenecek ara siyasi bir yapının inşa sürecinin hız kazanması ve 2011 seçimlerinde %10-13 aralığında bir oy oranı alması hiç de sürpriz olmayacaktır.
Bir diğer ifadeyle, AKP’ye karşı, AKP’yi çok yakından bilen ve bu parti ile işbirliği-kader ortaklığı yapmış olan “bazı kesimlerin”, bekalarına dönük olarak ön alıcı nitelikte bir takım yeni işbirliklerine yönelmesi kaçınılmaz görülmektedir. Dolayısıyla Ankara, 2011’e doğru yeni bir “kutsal ittifaklar” süreci ile karşı karşıyadır. Bu sürecin meclisteki dengeyi alt üst edebilme olasılığı ise, tahmin edilebileceği gibi çok yüksek bir oranda görünmektedir.
Bu kutsal ittifaklara ülke dışı dinamiklerin göstermeye başladığı yakın ilgi de dikkat çekici boyuttadır.
Son dönem Türk dış politikasındaki dalgalı durum, bunun açık ispatıdır. AKP dış politikasında iç politik endişelere, baskılara ve bir takım hayallere dayalı ortaya çıkan bu zig-zaglı durum, açıkçası dış dinamikler kadar bir takım iç dinamikleri de ciddi manada rahatsız etmeye başlamıştır.
Bu kapsamda, Stratejik Derinlik ve Ilımlı İslam Projesi’nin belkemiğini oluşturan Arap ülkelerinden İsrail ile ilişkiler konusunda sırasıyla (Suriye, Mısır ve Ürdün) gelen bir takım uyarılarla birlikte, bugüne kadar AKP’ye verdiği destekle ön plana çıkmış bir takım grupların ve isimlerin verdiği tepkiler de dikkate alındığında, gidişatın aslında AKP açısından hiç de iç açıcı olmadığı görülecektir. Bu noktada Başbakan Erdoğan’ın, dış politikanın mimarı olarak kabul edilen Türk Kissinger’ı Davutoğlu’nu hedef alan Akif Beki’nin yazısı karşısında takındığı tavır da oldukça manidardır.
Bu yeni süreçte Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK)nin sürecin içine çekilmeye çalışılacağı da aşikardır. Ama, TSK’nın son yıllarda izlediği yeni politika, açıkçası böylesi bir duruma fırsat verecek gibi görünmemektedir. TSK, son 10 yıllık süreçten kendine göre oldukça önemli deneyimler ve bir takım sonuçlar çıkartmıştır.
Dolayısıyla “bekle-gör” politikasının her türlü tahrik ve provokasyona rağmen, bir “açık müdahale” ile neticelenmesini beklemek, sadece ve sadece “avucunu yalamak” olur!
Dolayısıyla yeni dönem, siviller üzerinden yürütülecek, her türlü malzemenin cömertçe piyasaya sürüleceği ve yine başta etik sınırlar olmak üzere, her türlü sınırın fazlasıyla zorlanacağı yoğun bir güç-iktidar mücadelesine sahne olacağa benzemektedir.
Bunun işaret fişeği 29 Ekim’de fırlatılmıştır!
İlgililere bir kez daha duyurulur!