Boğazların stratejik faktörü, enerji koridorlarının geçiş bölgesinde olması ve Asya-Avrupa denkleminin ağırlık noktasında bulunması itibariyle Türkiye; tüm dünyanın yakından ilgilendiği bir ülkedir. Yüzyıllardır sonu gelmez mücadelelerin ve savaşların yatağı olan çevre coğrafyamız günümüzde de pek çok karmaşık denklemi içinde barındırmaktadır. Önemli olan ülkemizin bu karmaşık denklemdeki yeri ve ne derecede kazançlı çıktığıdır. Önemli olan günümüzde sürdürülen dış politik yaklaşımların Türk Milleti’nin bekası ile ne derece örtüştüğüdür.
Osmanlı’nın zayıflaması ve güç kaybetmesinin ardından batılı ülkelerin ve Rusya’nın Osmanlı hakimiyeti altında bulunan bölgelere oldukça yakın bir ilgi duyduğu, bu bölgelerde bulunan denetim ve kontrolü kendi üzerlerine geçirmek için her türlü faaliyeti yürüttükleri tarih kitaplarından çıkartabileceğimiz en büyük sonuçlardandır. Avrupa ülkeleri ve Rusya ile girişilen yoğun mücadeleden büyük kayıplar vererek çıkmış, 1. Dünya Savaşı’nın ağır sonuçlarını millet olarak derinden hissetmiştik. 1. Dünya Savaşı’nın getirdiği yenilginin üzerine 1919 yılında Anadolu’yu işgal faaliyetleri başlamış, İstiklal Savaşı ile gösterilen insanüstü gayret ile Anadolu coğrafyasını emperyalist saldırıdan kurtarmayı başarmıştık.
Günümüzde gerçekleşen olaylar ve yaptığımız gözlemler o günden bu güne niyetlerin aslında çok fazla değişmediğini, sadece bazı konularda amaca ulaşabilmek için taktik değişiklikleri yapıldığını göstermektedir. Anadolu’nun ve çevre coğrafyasının denetim altına alınması hala daha bazı ülke ve güç unsurlarının emelleri arasındadır. Bu konudaki esas problem bu faaliyetlere ne derece mukavemet gösterebildiğimiz ve kendi menfaatlerimiz doğrultusunda kendi dinamiklerimizi ne derece yaratabildiğimizdir.
Atatürk’ün vefatının ardından; ülkemizin yönetimine Atatürk kadar tam bağımsızlık anlayışı ile bütünleşmiş bir lider veya siyasi grup gelmediği herkes tarafından kabul edilebilecek bir gerçektir. Atatürk sonrası siyasi yönetimlerin tavizci ve dik duruş sergileyemeyen üslupları Türkiye’nin öngördüğü hedeflerden uzaklaşmasına ve gün geçtikçe güçlü ülkelerin yörüngesine girmesine neden olmuştur. ABD’nin ve Avrupa ülkelerinin günden güne Türkiye’nin dinamiklerini ele geçirmesi bizi soğuk savaş döneminde batı dünyasının Sovyet bloğuna karşı konuşlandırdığı bir uç karakol pozisyonuna sokmuştur.
Genç beyinler ele geçirilmiş, devşirme zihniyeti ile hareket eden kitleler yaratılmak istenmiştir. Türkiye yakın tarihinde adeta büyük güçlerin çıkar savaşlarını yürüttüğü bir saha halini almıştır. Kendi dinamiklerini yaratmaktan uzak, yabancı ülkeler tarafından kolay yönlendirilebilen ve kendi iradesi ile değil de başkalarının yönlendirmesi ile dış politik yaklaşımlar geliştiren bir ülke konumuna getirilmiştir. Ülke yönetiminin günümüzde de bu etki ve yönlendirmeye açık olduğunu söyleyebiliriz.
Dış politikada ülkemize kazanç sağlamanın yolu öncelik olarak kendi milli hedeflerimizi öngörebilmemizden geçer. Bağımsız aksiyonlar oluşturamayan veya kendi dinamiklerini kurgulayamayan ülkeler daha güçlü ülkelerin yörüngelerine girmekten kurtulamazlar. Öncelik olarak saptamamız gereken husus; Türkiye’nin dış politik yaklaşımlarının kendine mi yoksa Türkiye’yi yönlendirmek isteyen farklı ülkelere mi ait olduğu sorusudur. Türkiye’nin dış politikasında yürüttüğü manevralara baktığımızda pek çok faaliyetin arkasında ‘’Washington’’ veya ‘’Brüksel’’ faktörünün ağırlık kazandığı görülebilir. Amerika ve Avrupa etkisini Türkiye’nin neredeyse tüm dış politik yaklaşımlarında hissedebiliriz.
Kıbrıs görüşmelerinden Ermenistan protokollerine, terörle mücadeleden Kuzey Irak denklemine kadar pek çok konuda ki hareketlerimizde bir Avrupa ve Amerika etkisi sezebiliriz. Esasında ABD onayı olmadan bir sınır ötesi operasyon bile yapamadığımız gerçeği bile pek çok şeyi özetleyebilir. Günümüzde gündemde yoğun olarak bulunan ve kamuoyuna Kürt sorununun(!) çözümü olarak lanse edilen faaliyetlerde bile bir dış etkinin varlığını görmekteyiz. Türk dış politikasının ince detaylarını kavrayabilmek için öncelik olarak uluslar arası denklemleri ve başrol oyuncularını iyi okuyabilmemiz gerekmektedir. Bunları temelde yorumlayacak olursak;
ABD faktörü;
Amerika Birleşik Devletleri! Soğuk savaşın galip ülkesi. Askeri üsler ve istihbarat ağlarıyla tüm dünyayı kuşatmış süper güç. Yarattığı ekonomik, siyasi ve kültürel emperyalizmle tüm dünyayı kendi yörüngesinde dönmeye zorlayan ve menfaatleri uğruna her türlü karanlık politikayı gerçekleştirebilen ülke. ABD’yi insanlara anlatmaya aslında fazla gerek yok. Ancak her insanın göremeyeceği püf noktası; Amerika’nın büyüme sınırının sonuna geldiği ve hatta güç kaybetmeye başladığı gerçeğidir. ABD dünya coğrafyası üzerinde özellikle Kafkaslar ve Ortadoğu’da artık eskisi gibi at oynatamamakta, kendi menfaatlerini tehdit edebilecek bazı rakipleri gün geçtikçe güçlenmektedir.
Amerika bazı stratejik noktalara doğrudan hâkim olamadığı gibi bazı bölgelere sızmakta dahi zorlanmaktadır. Bundan birkaç yıl önce gerçekleşmiş Abhazya – Gürcistan çatışmasında desteklediği Gürcistan üzerinden Rusya’dan çok ciddi bir tokat yemesi Amerika’nın yaşadığı güç kaybının en can alıcı örneklerindendir. Amerikan ekonomisinin özellikle Uzakdoğu ülkelerine bağımlı noktaya gelmesi ve gerçekleştirilen askeri harcamaların muazzam seviyeye çıkmasının ABD halkı arasında rahatsızlık yarattığı bilinmektedir. ABD artık doğrudan sızamadığı veya nüfus edemediği bölgelerde kendi menfaatlerince yönlendirebileceği taşeronlar ve Truva atlarına ihtiyaç duymaktadır. Türkiye gibi bir ülke özellikle Kafkasya – Ortadoğu ekseninde Amerika’nın bu ihtiyacını fazlasıyla karşılamaktadır.
Avrupa faktörü;
2. Dünya savaşında adeta birbirine giren, savaş sonrasında bir birlik kurarak ABD ile birlikte Sovyet bloğuna karşı batı bloğunu oluşturan Avrupa ülkelerinin eski aktif döneminde olmadığı görülebilen bir gerçektir. Avrupa Birliği’nin yaşanan son ekonomik krizde ciddi anlamda sarsılması, birliğin lokomotifini oluşturan Almanya ve Fransa’da ciddi işsizlik sorunlarının ortaya çıkması ve enerji ihtiyacında doğu Avrupa ülkeleri ile Rusya’ya muhtaç durumda kalması Avrupa ülkelerinin de güç kaybı yaşadığı gerçeğini gözler önüne serebilir. Avrupa Birliği mevcut düşüşünü yeni ülkelerin katılımını sağlayarak atlatmak istemiş ancak geleceğini kurtarmak amacıyla yönlendiği genişleme eğilimi istediği sonuçları vermemiştir.
Bu gün günümüzde pek çok uzman Avrupa Birliği’nin başta ekonomik olmak üzere ciddi sorunlarla boğuştuğunu ve birliğin geleceğinin uzun vadede tehlikeye girebileceğinden bahsediyor. Avrupa ülkelerinin yakın ve orta vadede artık birliğin çıkarlarından ziyade kendi şahsi menfaatleri doğrultusunda faaliyetlere yönelebileceği olasılığı güç kazanmaktadır. Avrupa’nın yükseliş eğiliminde olan Asya ülkelerine karşı bir süre daha Amerika ile ortak dayanışma içinde olabileceği söylenebilir. Bu durum da çıkarları Türkiye üzerinde kesişen batı ülkelerinin faaliyetlerinin devamı anlamına gelir.
Rusya faktörü;
Soğuk savaştan ağır bir yenilgi alarak ve adeta enkaz haline gelmiş bir şekilde çıkan Rusya’nın Vladimir Putin etkisi ile yeni bir yükseliş eğiliminde olduğu görülebilir. Putin öncesi döneme kadar enerji şirketleri ve stratejik kuruluşları özelleştirilmiş, savunma sanayi hurda durumuna gelmiş, ekonomik zorluklarla boğuşan ve dış politikada ciddi sorunlar yaşayan Rusya günümüzde yeniden eski günlerine dönüş sinyalleri vermektedir. Ekonomik problemleri kısmen aşan, başta enerji şirketleri olmak üzere stratejik kuruluşlarını yeniden devletleştiren, savunma teknolojisini yenileyen ve dış politikada çok ciddi ataklar yapan bu ülke yükselen Asya bloğunun en büyük potansiyeli konumundadır.
Dünyanın en büyük doğalgaz rezervlerinin kendi bünyesinde bulunmasını dış politikada çok iyi bir koz olarak kullanmayı başarmıştır. Kafkasya’yı büyük ölçüde kontrolü altına almış, Orta Asya’da büyük etkiler yaratmaya başlamıştır. Rusya’nın Kafkaslar ve Orta Asya’da ki varlığını askeri üsler ile büyük ölçüde pekiştirmek istediği söylenebilir. Geçtiğimiz günlerde Ukrayna ile imzaladıkları anlaşma ile Kırım’da ki üslerinin varlığını 2042 yılına kadar uzattılar. Yine geçtiğimiz günlerde Ermenistan ile yaptıkları bir başka anlaşma ile de Gümrü bölgesinde bulunan askeri üslerinin varlığını 2047’ye kadar garantiye almayı başarmışlardı.
Rusya’nın geçmişte ki yayılmacı politika tarzını düşünerek bu ülkenin yeni emperyalist süper güç adayı olduğunu söyleyebiliriz. Olayın bizim açımızdan büyük önemi ise olası bir Rus büyümesinde Türkiye menfaatleri ile Rus menfaatlerinin büyük oranda kesişebileceği durumudur. Kafkaslar ve Orta Asya başta olmak üzere etki alanları birbiri içine girebilecek bu iki ülke aralarında gerilim potansiyeli doğurabilecek yapılara sahiptir. Bu coğrafyada aynı anda hem çok güçlü bir Türkiye’nin hem de çok güçlü bir Rusya’nın varlığından söz edilemez.
Türk – Rus ilişkilerinin tarihine baktığımızda bu durum büyük ihtimalle gerilim ve hatta çatışma ortamı doğuracaktır. Türkiye bu olasılığı her zaman göz önünde bulundurmalıdır. Kafkaslar, Balkanlar ve Türk Dünyası’nı içine alan Orta Asya denklemlerinde mutlaka işin içinde bulunacak bir Rusya faktörü karşımıza çıkacaktır.
Diğer faktörler;
Çin; Asya’nın küçük ve emin adımlarla hedefine ilerleyen büyük bir potansiyelidir. Hedeflerine daha çok ekonomik adımlarla ulaşmak isteyen, akıl almaz üretim potansiyeli ile dünyayı ekonomik anlamda etki altına almak isteyen bu ülke geleceğin adından sıkça söz ettirecek ülkelerindendir. Şimdilik çevre coğrafyası dışında pek saldırgan bir tutum izlemeyen Çin; daha çok ekonomik hedefler ile etkisini arttırmak istemektedir. Çin’in bir küresel güç adayı olması tüm dünyayı olduğu gibi bizi de dolaylı olarak ilgilendirmektedir.
Yunanistan, İran, Suriye, Irak ve Ermenistan ile olan ilişkilerimiz bizim açımızdan ayrıca önemli yer tutmaktadır. Bu ülkelerin bazıları ile olan gerilim halimiz dış politikamızı yakın tarihimiz boyunca sıkça etkilemiştir. Irak’ta yaşanan gelişmeler, Ermenistan ile olan gerilim durumumuz, Yunanistan ile aramızdaki bazı problemler ve İran ile Suriye’nin bazı tutumları ülkemizi doğrudan ilgilendiren meselelerdir. Bir kaynayan kazan olarak nitelendirebileceğimiz Balkan, Kafkas ve Ortadoğu üçgeninde yaşanan gelişmeler ülkemizi her zaman doğrudan ilgilendirecektir.
Türkiye’nin dış politika stratejisini ve hedeflerini bir denklem içinde değerlendirecek olursak yukarıda saydığımız faktörler çeşitli ağırlık dereceleri ile her zaman işin içinde olacaktır. Önemli olan bu denklem içindeki yerimiz ve niteliğimizdir. Bu denklem içinde ki konumumuzu kendimiz mi belirliyoruz? Yoksa başkalarının etkisi altında mıyız? Can alıcı soru budur.
Atatürk sonrası dönemin başlarında yabancı ülkeler ile yapılan bazı anlaşmalar ve alınan yardımlar ile başlayan dönemden günümüze kadar gelecek olursak; o günden bu güne Türkiye’nin dış politikasında doğrudan bir Amerika ve Avrupa etkisi görüldüğü gözlemlenebilir. Bu zincir zaman içerisinde kırılamadığı gibi günümüzde daha da çok perçinlenmiştir. Halkın gözü geleceğin ‘’Büyük Türkiye’’ haritaları ile boyanırken, gerçekte kendi coğrafyamızda bile birilerinin Truva atı olma özelliğinden öteye gidememekteyiz.
Bazı medya kuruluşlarında bahsedilen ‘’AKP’nin 2023 planı’’ gibi pek çok söylem halkın gözünü boyama amacı güden psikolojik etkilerden ibaret kalmaktadır. Yanı başımızda bulunan Irak’ta yaşanan akıl almaz gelişmeler bile Türkiye’ye adeta benimsetilmektedir. ABD’nin bölgede kurmak istediği bir uydu Kürt devletinin altyapısı adeta Türkiye’ye inşa ettirilmektedir. Bir yandan göstermelik olarak Irak’ın toprak bütünlüğü savunulmakta ancak pratikte Irak’ın toprak bütünlüğünü zedeleyebilecek tüm gelişmeler desteklenmektedir. Barzani’yi adeta Türkiye ihya etmektedir. Gerçekte Barzani’nin daha fazla etkinlik kazanması Irak’ın parçalanması ve Türkmen varlığının tehlikeye girmesi demektir.
ABD başta olmak üzere batı ülkelerinin istediği Türkiye profili basittir. Kendi aksiyonlarını kurgulayamayacak, kendi dinamiklerini yaratamayacak, istenilmeyen bölgelerde etki göstermeyip istenilen bölgelerde Truva atı özelliği taşıyacak bir Türkiye. Başbakan Erdoğan’ın son yıllardaki İsrail çıkışında karşı çıkacak pek çok kişi olsa da bir Amerikan etkisi olduğundan söz edebiliriz. Ortadoğu’ya artık eskisi gibi hâkim olamayan Amerika’nın artık o bölgede kendi istediği gibi yönlendirebileceği bir taşerona, bir anahtara ihtiyacı vardır.
Onlar için bu anahtar Türkiye’dir. Bunun gerçekleştirilebilmesi için bölgedeki Arap halkına Türkiye’nin benimsetilmesi gerekliydi. Bunu da İsrail çıkışları ile büyük ölçüde başardılar. İsrail ile olan gerilimin sadece sözlere yansıması ve ilişkilerde herhangi bir tavır değişikliğine gidilmemesi bize bu fikri büyük ölçüde verebilir. Hâlbuki İsrail’in Türkiye ve Irak’ta ki bölücülüğü tetikleyen önemli unsurlardan birisi olduğu, ayrıca gizli servisleri aracılığı ile Türkiye üzerinde ciddi faaliyetler yürüttüğü bilinmektedir. Türkiye’nin bekasına tehditkâr faaliyetlerde bulunan İsrail’e karşı alınan tavırların neden sözlerden ve laflardan ibaret kaldığı farklı bir can alıcı noktadır. Acaba yapılmak istenen sözde İsrail karşıtlığı ile halkın ve Arap dünyasının gözünü boyamak mıdır?
Türk dış politikasının son yıllarda gündeminde olan bir diğer kavram ise komşu ülkeler ile geliştirilmek istenen ‘’sıfır sorun’’ politikasıdır. Esasında bu kavram ilk etapta insanın kulağına hoş gelse de, yanlış strateji geliştirilmesi durumunda ileriye dönük ciddi dış politik kayıplar verilmesine sebep olabilir. Komşu ülkeler ile aramızda bulunan mevcut sorunları hızlı ve göstermelik biçimde süratle çözme eğilimi beraberinde pek çok hatayı da getirebilecek sonuçlar verebilir. Türkiye’nin dış politika eğilimi milli menfaatlerin önüne geçmemeli, sırf sorunu çözelim niyeti ile kazanç sağlayamayacağımız adımlar atılmamalıdır.
Bazı ülkelere karşı çeşitli nedenlerden dolayı aldığımız tavırlar, o tavırları ortaya çıkartan etkenler ortadan kalkmadan kaldırılmamalıdır. Sıfır sorun politikasında yapılabilecek acemice hatalar komşu ülkelere verdiğimiz çeşitli tavizler olarak karşımıza çıkabilir. Özellikle Ermenistan ve Yunanistan ile aramızdaki ilişkiler bu kapsamda değerlendirilmelidir. Bu ülkelerin bize olan ihtiyaçlarının, bizim onlara olduğumuzdan daha fazla olduğunu unutmamalıyız.
Türkiye’nin dış politik kazanımları; kendi dinamiklerimizi yabancı ülkelerin etkilerinden uzak ve bağımsız bir zihniyetle kurgulayabildiğimiz müddetçe geçerlidir. Aksi halde başkalarının maşası olmaktan kurtulduğumuz günler ancak hayallerden ibaret kalacaktır. Türkiye ancak ve ancak kendi aksiyonlarını oluşturarak ve denklemlerini kurarak küresel bir güç pozisyonuna bürünebilir. Mevcut girişimlerin yeterli olmadığı veya bize uygun nitelikte olmadığı açıktır. Dünyanın güç merkezi yeniden Asya’ya doğru kayma eğilimindedir. Batı ülkeleri güç kaybetmekte, buna karşın başta Rusya ve Çin olmak üzere Asya ülkeleri güç kazanmaktadır. Geleceğin en önemli stratejik bölgeleri Orta Asya ve Kafkaslar olacaktır.
ABD’nin güç kaybettiği, Avrupa Birliği’nin çatırdama eğilimde olduğu günümüz şartlarında yeni dengelerin Asya üzerinden yükseleceği açıktır. Bu durum esasında Türkiye açısından çok büyük bir fırsat olmakla birlikte, yanlış politikalar güdülmesi durumunda bizi zor durumlarda bırakabilecek sonuçlar da verebilir. Geleceği kurgulayabilmek için öncelikli olarak şimdiki hatalarımızı tekrarlamaktan vazgeçmek zorundayız. Büyük Türkiye hayali güderken parçalanmamak için stratejimizi çok sağlam temeller üzerine oturtmalıyız. Bu da ancak bağımsız bir anlayış ile gerçekleştirilebilir.
Mehmet Gençtürk
Bir yanıt yazın