Kış geldi çattı. Ülkemiz “Bin yılın soğukları” denilen soğuk bir mevsimin etkisine giriyor. İşsizlik ve açlık diz boyu. Birçok devlet memuru, açlık sınırının altında ücret alıyor. Asgari ücret ise bu rakamların çok çok altında. Bir kilo et 30, bir kilo domates 5 lira olmuş. Tüketici, bu temel besin maddelerini alamıyor, eti sadece kasap vitrinlerinde, domatesi ise manav veya pazarcı tezgâhlarında seyretmekle yetiniyor. Ancak Türkiye’nin bu gerçek gündemi, yine başörtüsü gibi yapay bir gündemle örtülmeye çalışılıyor.
Ancak bu sefer biraz farklı. Zira başörtüsünü Türkiye’nin gündemi haline getiren, her zaman olduğu gibi iktidar partisi değil bu sefer ana muhalefet partisi CHP’dir. Sayın Kılıçdaroğlu, şu anda referandum öncesi yapmış olduğu konuşmaların ve başörtüsü konusunda halka vermiş olduğu vaadin sancılarını çekmektedir. Ve muhtemelen bu konudan sıyrılmanın hesaplarını yapıyor olmalıdır. Önce “Biz sadece türban sorununu çözülmesini değil, YÖK’ün kaldırılmasını, milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılmasını ve seçim barajının indirilmesini de istiyoruz…” gibi, başka hamleler yaptı, tutmayınca “Komisyonun çalışmalarını bekliyoruz” dedi. Ancak anlaşıldı ki; Prof. Dr. Sencer Ayata başkanlığında kurulan komisyonun da bu konuda kayda değer bir hazırlığı bulunmuyor. Hatta bu komisyonun çalışmaları ve CHP’nin türban konusuna girmesi, bazı partililerce şiddetli şekilde tenkit ediliyor. CHP’de huzursuzluk çoktan başladı bile. CHP içinde Canan Arıtman ve Nur Serter gibi başörtüsü konusunda derin kaygıları olanlar var. İşte bütün bunlar, Sayın Kılıçdaroğlu’nun liderliğini oldukça tartışılır hale getiriyor.
Bana kalırsa, Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun türban konusundaki çıkışı son derece isabetlidir ve bu sorunu çözecek olan gerçekten de CHP’dir. Sayın Kılıçdaroğlu, parti içindeki muhalefete aldırmadan bu sorunu çözmek zorundadır. Çünkü halka vaadi ve taahhüdü vardır. Kılıçdaroğlu’nun başörtüsü sorununu çözme konusundaki taahhüdünün CHP’nin iktidar olması şartına bağlı olduğunu elbette biliyoruz. Ancak Kılıçdaroğlu, bu konuda halka şimdiden ışık ve ümit vermek durumundadır. Aksi takdirde CHP’nin iktidar olma şansı yoktur.
Eğer başörtüsü sorununu çözerse, daha doğrusu genel seçimlerden önce bu sorunun çözümü konusunda adım atarsa, emin olun ki; Kılıçdaroğlu bırakın CHP liderliğini, Türkiye’nin liderliğini bile elde edebilir. Bu sebeple, Sayın Kılıçdaroğlu, parti içindeki bir avuç başörtüsü muhalifinin yaygarasına bakmadan ilerlemeli ve bu konuyu TBMM gündemine bir an önce taşımalıdır. Bu durumda, belki CHP’den bazı kopmalar yaşanabilir. Ancak CHP’ye katılımlar, muhtemel kopmalardan çok daha fazla olacaktır. Bundan adım gibi eminim. Başörtüsü sorununu çözmesi halinde benim gibi İmam-Hatiplilerin ve Diyanetçilerin bile CHP’ye oy verebileceğinden hiç kimsenin kuşkusu olmamalıdır.
Aslına bakılırsa Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun konuya ilişkin söylemi son derece yerinde ve doğru bir söylemdir. Kendisine yöneltilen “Başbakan başörtüsü diyor siz türban diyorsunuz. Belli ki bu ayrım anayasa görüşmelerinde etkili olacak. Siz başörtüsünü türbandan nasıl ayırıyorsunuz?” şeklindeki soruya vermiş olduğu cevap, benim gibi insanların da kabul ettiği bir yaklaşımı sergilemektedir. Kılıçdaroğlu’nun yukarıdaki soruya vermiş olduğu cevap şöyledir:
“Ben Sayın Başbakan’la görüşmemde türban kelimesini kullandım. Ben türban diyorum çünkü başörtüsü ile türban birbirinden farklıdır. Aralarındaki temel fark başörtüsü geleneksel bir örtüdür, Anadolu kadınının başını örttüğü ancak örterken ‘Aman saçımın hiçbir teli görünmesin’ kaygısı taşımadığı bir örtüdür. Başörtüsü başı örtüyor ancak saçları tamamen kapatmıyor. Türban ise saçları tamamen kapatmak için kullanılıyor…”(1).
Sayın Kılıçdaroğlu, bu sözlerinde kesinlikle haklıdır. Çünkü özellikle kırsalda yaşayan Anadolu kadını, başını örterken kesinlikle “Aman saçımın bir teli görülmesin” kaygısı taşımaz. Tarlada, bahçede çalışırken başörtüsü zaten yarı yarıya açık olmak zorundadır. Aksi takdirde 35-40 derece sıcaklıkta tarlada, bahçede çalışması mümkün olmaz. Anadolu kadını, sadece kırsalda değil, şehre gitse de aynı şekilde bağlar başını. Bugün gidin şehirlerde kurulu semt pazarlarına ve şehrin kenar mahallelerine, oralarda takılan başörtüsü ile kırsalda takılan başörtüsünün hiçbir farkı yoktur. Ancak Türban, Kemal Kılıçdaroğlu’nun da son derece isabetle buyurduğu gibi, başörtüsünden oldukça farklıdır. Türbanda özel şekiller ve dikkat çeken ayrıntılar vardır. Türbanın, cemaatleri, tarikatları veya siyasi görüşleri yansıtan farklı bağlama şekilleri vardır. Kafasına kova geçirmiş gibi türban takanlar olduğu gibi, önce bone veya fes benzeri bir taç giyip üzerine türban geçirenler, böylece başını tabi görüntüsünden çıkarıp başka bir şekle sokanlar vardır ki; bunların hemen hepsi ayrı bir mesaj içermektedir. Düğümünden, iğnesine kadar hemen her yanı ayrı bir mesaj taşır türbanın. Ancak başörtüsünde böyle bir amaç yoktur. Anadolu kadını, ya inançlarından dolayı, yani dini gereklilik olarak başörtüsü kullanır, ya da soğuktan, sıcaktan veya tozdan korunmak için. Onun, başörtüsüyle başkalarına mesaj vermek ve başörtüsü üzerinden kendisi gibi düşünenlerle iletişim sağlamak gibi bir kaygısı asla yoktur.
Şu sözler de Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’na aittir: “Mesela Pakistan. Resmi adı ne? Pakistan İslam Cumhuriyeti. Yani İslam o ülkenin resmi adında var. Adında bile İslam olan ülkenin eski Başbakan’ı Benazir Butto’nun örttüğü türban değil başörtüsüydü. Yani saçının her telini kapatmıyor. Saçlarının bir bölümü gözüküyor. İran da İslam cumhuriyetidir. Orası da İslam kurallarının geçerli olduğu bir ülkedir. Orada da kadınlar türban değil başörtüsü kullanıyorlar. Yani saçlarının bazı bölümleri gözükebiliyor. İşte fark budur. Ben bu yüzden saçın her telini kapatana türban, başörtüsüne de başörtüsü diyorum”(2).
Kılıçdaroğlu’nun bu sözleri, iktidar partisi mensuplarınca alaya alınıp “Vere vere İran’ı örnek verdi” şeklinde tenkit konusu edilse de Kılıçdaroğlu’nun bu sözleri de son derece doğru sözlerdir. Bir İslam ülkesi olan Pakistan’ın başbakanlığına kadar yükselmiş bir İslam kadını olan Benazir Butto’nun takmış olduğu Türban değil Başörtüsüydü ve Benazir Butto’nun saçının ön kısmı tamamıyla dışarıda idi. Benazir Butto, ülkemizdeki türban sevdalıları gibi başını sıkı sıkıya bağlamaz, gevşek bir örtü ile kapatırdı. Kim bilir belki de radikal dinciler tarafından bunun için öldürüldü Benazir Butto.
Türkiye Diyanet Vakfı’nda yıllardır Kadın Faaliyetleri Müdürü olarak çalışan bir bayan vardır. İsmi Ayşe Sucu. Ayşe hanım, Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde “Vaize” ve “Eğitim Uzmanı” olarak çalıştıktan sonra bundan birkaç yıl önce emekli olmuş bir ilahiyatçıdır. On yılı aşkın süredir aynı görevi yürütmektedir ve haliyle tüm çalışma hayatı boyunca başörtüsü kullanmaktadır. Başörtüsünü ise tamamıyla Pakistan’ın öldürülen başbakanı Benazir Butto gibi örtmektedir. Yani Ayşe hanımın da saçının tamamını kapatmak gibi bir kaygısı asla yoktur ve saçının özellikle kâkül kısmı tamamıyla dışarıdadır. Başörtüsünü ise yine tıpkı Benazir Butto gibi son derece gevşek bağlamaktadır.
Sayın Ayşe Sucu, takmış olduğu başörtüsüyle yaklaşık 15 yıldır, devletin zirvesine varıncaya kadar, asker ve sivil olmak üzere, Diyanet’i hemen her platformda temsil etmekte, Diyanet adına konuklar kabul etmekte ve birçok sosyal etkinliğe katılmaktadır. Hemen her faaliyetinde an yakınında olan kişiler aynı zamanda personeli bulunduğu Vakfın başkanı da olan Diyanet İşleri Başkanı ve başörtüsü konusunda “Fetva” veren DİB Din İşleri Yüksek Kurulu üyeleridir. Bu insanların Ayşe Sucu’nun başörtüsü bağlama şeklinden rahatsız olduklarını ise en azından ben şimdiye kadar hiç duymadım. Eğer duysalardı, Ayşe hanıma baskı yapar, onun başını istedikleri şekle sokarlardı. Ancak böyle bir şey yoktur. Bu demektir ki; Benazir Butto’nun ve Ayşe Sucu’nun başörtüsünü bağlama şekli, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın da kabul edip geçer not verdiği bir şekildir. Demek oluyor ki; Diyanet’e göre de kadınlar başörtülerini bağlarken saçlarının bir telini bile göstermemek gibi bir kaygı taşımamalıdırlar. Buna göre Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun yaklaşımı ile Ayşe Sucu’nun (dolayısıyla da Diyanet’in) yaklaşımı birbiriyle uygunluk ifade etmektedir.
Ayşe Sucu’nun başörtüsü hakkındaki görüşü ise kısaca şöyledir: “Başörtüsü İslam’ın ön şartı değildir. Başını örten namuslu, açan namussuz olmaz. İnsanın namusu kılık kıyafet üzerine bina edilemez. İslam’da giyinmenin şekli ve tarifi yoktur. Başörtüsü ve giyim,, coğrafyayla, iklimle, örfle, adetle ilintili bir konudur. Bir kadın kendisini nasıl dindar hissediyorsa, nasıl rahat ediyorsa, kendini öyle ifade etmesi gerekir”(3).
“Ayşe Sucu’nun başörtüsü konusundaki görüşleri Diyanet’i bağlamaz” diyenler olabilir. O zaman Diyanet’in bu konudaki kurumsal görüşünü bilmeye ihtiyaç vardır. Diyanet’in bu konudaki görüşünü “Vecibe” ve “Gereklilik” kavramlarıyla açıklamak mümkündür. TDK sözlüğünde “Vecibe” kavramı, “Ödev, boyun borcu” olarak, “Gereklilik” ise “Gerekli olma durumu, lüzum” şeklinde ifade edilmiştir. “Vecibe” kelimesi ile aynı kökten gelen “Vacip” kelimesi de yine TDK sözlüğünde “Müslümanlıkça yapılması gerekli olan” şeklinde tanımlanmış bulunmaktadır. Bu tanımlardan hareketle dini bakımdan kadınların başlarını örtmeleri vaciptir denilebilir. Tıpkı kurban kesmek, fitre vermek, vitir namazı kılmak gibi…
Anlaşılacağı gibi; kadınların başlarını örtmeleri konusundaki hüküm, TDK sözlüğüne göre “Müslümanlıkta, özür olmadıkça yapılması zorunlu, yapılmaması günah sayılan” şeklinde tarif edilen “Farz” seviyesinde kesin ve kat’i bir hüküm ifade etmez. Esasen kadınların başlarını örtmeleri konusunda var olduğu söylenen emir, dini anlamda hüküm bile değildir. Bu emre, hükümden ziyade kuvvetli bir tavsiye demek galiba en doğrusudur. Zira müfessirlere, yani Kur’an yorumcularına ve fıkıhçılara göre Kur’an’daki bir emrin hüküm olabilmesi için, bir yaptırımının da olması gerekmektedir. Yani, yerine getirilmemesi durumunda, dünyada veya ahrette cezaya çarptırılacağına ilişkin bir cezayi müeyyidesinin olması gerekmektedir. Örneğin Kur’an’da hırsızlık yapanlar, zina yapanlar, adam öldürenler hakkında olayın ağırlık derecesine göre cezalar, yani yaptırımlar öngörülmüştür. İşte bu ayetler hüküm ayetleridir. Yine bazı fiillerin günah olduğundan bahisle, bu fiillerin ahiret hayatında Allah tarafından cezalandırılacağı ifade edilmiştir. Bu ayetler de yine hüküm ayetleridir. Oysa kadınların başlarını örtmelerinin öngörüldüğü söylenen ayette böyle bir müeyyide söz konusu değildir. Söz konusu ayette olmadığı gibi, bu ayetin önünde ve sonunda da böyle bir yaptırım öngörülmemiştir. Dolayısıyla, bu konudaki Kur’an ayetine hüküm ayeti denilemez. Sayıları, İslam Alimlerinin anlayış ve kavrayışlarına göre değişmekle birlikte genel kabul görmüş kanaate göre Kur’an’da hüküm ihtiva eden ayetlerin sayısı 200 civarındadır. Yani Kur’an’da bulunan 6000 küsur ayetten sadece 200 küsuru hüküm ifade etmektedir ve başörtüsü konusunda var olduğu söylenen ayet, muhtemelen bu 200 küsur ayetin içinde mütalaa edilmemektedir(4).
Kadınların başlarını örtmeleri konusundaki emir, “Farz” anlamında kesin hüküm ihtiva etmiyor olacak ki; Diyanet İşleri Başkanları da kendi kızlarını başları açık olarak okula gönderebilmişlerdir. Halen Diyanet İşleri Başkanı olan Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nun kızları Şeyma ve Şeyda Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi ve İlahiyat Fakültesi’nde başları açık olarak okumuşlardır. Önceki Diyanet İşleri Başkanı M.Nuri Yılmaz’da Bilkent Üniversitesi’ni kazanan kızı Emine’ye başını açarak okuyabileceğini tavsiye etmiş ve kadınlar için eğitimin başörtüsü takmaktan çok daha önemli bir görev olduğunu söylemiştir(5). Diyanet İşleri Başkanlığı da yapan Dr. Tayyar Altıkulaç’ın, TBMM Milli Eğitim Gençlik ve Spor Komisyonu Başkanı olduğu sırada, sorunlarının çözümünde destek olması konusunda kendisini ziyarete gelen başörtülü öğrencilere “Sizin yerinizde kızım olsaydı, başını açıp okula gitmesini tavsiye ederdim. Ya başınızı açın sınavlara girin ya da evde oturun” şeklinde tavsiye ve uyarılarda bulunduğunu hatırlıyorum.
Kur’an’da Başörtüsü Kavramı Yoktur
Aslına bakılırsa Kur’an’da kadınların başlarını örtmeleri konusunda herhangi bir düzenleme bulunmamaktadır. Bu konudaki düzenlemeler, tamamen müfessirlerin (Kur’an yorumcularının) ve fıkıhçıların (İslam hukukçularının) yorumlarına bağlıdır. Yani Kur’an’da örtünme konusunda düzenleme bulunmakla birlikte, kadınların başlarını örtmeleri konusunda herhangi bir hüküm yoktur ve bu konuda 1400 küsur yıldır var olduğu söylenen hüküm, bütünüyle İslam alimleri tarafından konulmuş hükümlerdir. Zaten başörtüsü gibi konularda çıkan tartışma ve çatışmalar da genelde bu gibi hükümlerden çıkmaktadır. Yani, Kur’an’da açıkça zikredilmemekle birlikte, daha çok İslam bilginlerinin anlayış, kavrayış ve algıları doğrultusunda ve Hz. Peygamber’den sonraki devirlerde konulan hükümlerden demek istiyoruz.
Kur’an’da “Başörtüsü” kavramının geçtiği ve “kadınların başlarını örtmelerinin emredildiği” söylenen ayet, Nûr Suresi’nin 31. ayetidir. Söz konusu ayette Allah, Peygambere hitaben şöyle diyor:
“Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler…”(6).
Aslına bakılacak olursa, anlamı bu şekilde verilen ayetin Arapça metninde “Başörtüsü” kavramı geçmemektedir. Ayette geçen “Başörtüsü” değil, sadece “Örtü”dür. Ancak nedense İslam âlimleri, ayette “Örtü” anlamında kullanılan “Humur” kelimesini, “Başörtüsü” olarak anlamışlar ve ona göre hüküm vermişlerdir. Gerçekte ayette bulunan ilgili cümlenin “Örtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler” anlamına geleceği açıktır. İslam âlimleri bir anlamda “Kadınların yakalarının üzerine kadar örtmeleri tavsiye edilen örtünün” ne olabileceğini ve nasıl bir örtü olabileceğini sorgulamışlar, sonunda bu örtünün olsa olsa başla birlikte boyunları kapatacak şekilde, baştan yakaların üstüne doğru sarkıtılacak bir örtü olabileceği sonucuna varmışlar ve bu örtüyü başı da kapattığı için “Başörtüsü” olarak kavramlaştırmışlardır. Türban taraftarları her ne kadar “Başörtüsü zaten vardı, Nûr Suresi’nin 31. ayetindeki hüküm, sadece başörtüsünün örtülme şeklini belirtiyor…” deseler de, Kur’an’da ne bu ayette, ne de başka bir ayette “Başörtüsü” kavramı bulunmamaktadır. Sadece “Örtü” ve “Örtülecek yerler” den bahsedilmekte olup, kadınlar için örtülecek yerlerin, yani avret yerlerinin arasında “baş” ve “saçlar” bulunmamaktadır.
İslam Alimlerinin geneli, ayette geçen “Görünen kısımlar”dan maksadın, kadınların yüzü ve elleri olduğunu kabul ederler. Bir görüşe göre; bu yerlere ayaklar da dâhildir(7). Yani anlaşılacağı gibi ayette geçen “Görünen kısımlar” kavramı konusunda da İslam âlimleri ihtilafa düşmüşlerdir. Kimileri bu kavramın içine ayakları da dâhil ederken, kimileri ayakların bile örtülmesi gerektiğini savunmaktadırlar. Kur’an’da, ne Nûr 31’de, ne de başkaca bir ayette “Başörtüsü” kavramı bulunmadığına göre ve ayette geçen “Görünen kısımlar” kavramı konusunda bile ihtilaf olduğuna göre, birileri de çıkıp “Ayette geçen görünen kısımlar tabirinin içine baş ve saç bölgesi de girer, bu sebeple kadınların başlarını örtmeleri gerekmez” derse sanırım fazla hata yapmış olmaz.
Bu sözlerimiz karşısında birileri de elbette, “Bahse konu ayette ve başka ayetlerde başörtüsü geçmese de Hz. Peygamber’in bu konudaki uygulamaları ve hadisleri vardır. Dolayısıyla, Kur’an’da geçmiyor diye kadınların başlarını örtmeleri konusunda hüküm yoktur denilemez ve bu konu hafife alınamaz” diyebilir. Amenna. Ancak bizim maksadımız, “Böyle bir hüküm yoktur”u tartışmak değil, “Kur’an’da böyle bir hükmün bulunmadığını” ortaya koymaktır. Başörtüsü kullanmanın dini bir gereklilik olduğunu İslam âlimleri zaten söylüyorlar. Elbette biz de biliyoruz ki; dinin kaynağı sadece kitap değildir. Ancak yine de Kur’an’da “Başörtüsü” kavramının bulunmadığını ortaya çıkarmak son derece önemlidir. Hele hele, hadislerin başına neler getirildiğini ve Hz. Peygamber’e iftira niteliğinde hadisler bile uydurulduğu ortada iken bunu ortaya koymak dini açıdan hayati derecede önemlidir.
Kur’an’da geçen kavramlar konusunda uzman olan ve Arap dilinin allamesi sayılan Râgıb El-İsfahani “Müfredat” isimli eserinde Nûr 31’de geçen ve “BAŞÖRTÜSÜ” olarak anlamlandırıla gelen “HUMUR” kelimesi hakkında şunları söylüyor:
“-Hamr- sözcüğü temelde ‘bir nesneyi örtmek, gizlemek ya da saklamak’ anlamına gelir. ‘Örtünmede, gizlemede kullanılan şeye’ -Hımar- denir. Fakat -Hımar- sözcüğü yaygın kullanımda ‘kadının başına örttüğü, kapattığı şeyin adı haline gelmiştir. Çoğulu -Humur- şeklinde gelir.”(8).
Kitabın çevirmeni olan kişi R.El İsfahani’nin “kadının başını örttüğü, kapattığı şeyin adı” olarak tarif ettiği örtüyü, bir başka Arapça Dil Bilgini olan Muhammed Fîruzabadi’ye atfen “Başörtüsü” ve “Yaşmak” olarak tarif etmiştir(9).
Görüldüğü gibi, büyük âlim R. El-İsfahani de, Kur’an’da Nûr 31’de geçen “Humur” kelimesinin “Hımar” kelimesinin çoğulu olduğunu ve “Hımar” sözcüğünün, aslında “Örtü” ve “Örten şey” anlamına geldiğini belirtmektedir. Peki, adı geçen “Fakat -Hımar- sözcüğü yaygın kullanımda kadının başını örttüğü, kapattığı şeyin adı haline gelmiştir” demekle ne demek istemiştir? Bize göre Râgıb bu sözüyle şunu demek istemiştir:
“-Hımar- sözcüğü, bahse konu ayetin nazil olduğu dönemde sadece ‘örtü’ anlamına gelirken, zamanla ‘kadınların başını örten şey’, yani ‘başörtüsü’ haline dönüşmüştür. ‘Hımar’ sözcüğünü ‘başörtüsü’ olarak tarif edip tanımlayan Allah ve peygamberi ile onun ashabı değil, sonraki dönemlerde yaşayan Müslümanlardır…”. Ragıb El-İsfahani’nin, bunları bahse konu ayetin indirilmesinden yaklaşık 4-5 asır sonra söylemiş olması da son derece önemlidir. Demek ki “Hımar” kelimesinin, “Başörtüsü” haline dönüşmesi hadisesi, yaklaşık 4-5 yüz yıllık sürede oluşan bir hadisedir(10).
Râgıb El-İsfahani, eserinde “örtü” ya da “örten şey” anlamındaki “hamr” sözcüğünün Arapça’da “şarap” anlamına da geldiğini söylemektedir. Ona göre, “şarabın, badenin veya üzüm şarabının ‘hamr’ diye adlandırılmasının nedeni, ‘aklın karargâhını örtmesidir”(11). Anlaşılıyor ki; Arapça’da “Üzüm veya hurma gibi meyvelerden elde edilmekle birlikte insanın akıl melekesini örtüp yok eden, yani insanı sarhoş eden alkollü içecekler” de “Hamr” olarak adlandırılmaktadır.
Demek oluyor ki; Arapça “Hamr” kelimesi, Türkçede öncelikle “örtü” veya “örten şey” anlamlarına gelmektedir. Ayrıca bu kelimenin “sarhoşluk veren şey”, yani “alkollü içki” gibi bir anlamı da bulunmaktadır. Bu kelimeden hareketle “Hımar” kelimesine “Başörtüsü”, Kur’an’da geçtiği şekliyle “Humur” kelimesine de “Başörtüleri” denilebilir mi orasını bilmem. Ancak ünlü dil bilgini Râgıb, bu adlandırmanın ve anlamlandırmanın, zaman içinde oluşarak yaygınlaştığını söylüyor.
Peki, Kur’an’da, Nûr Sûresi’nin 31. ayetinde örtülmesi istenilen bölge baş bölgesi midir? Belli değil. Çünkü ayette başörtüsünden değil, yakaların üzerine kadar sarkıtılması gereken bir örtüden bahsediliyor. Eğer siz bu örtüyü başörtüsü olarak yorumlarsanız, o takdirde başın da örtüleceği sonucuna varırsınız. Yok, eğer bu örtüyü başörtüsü değil de yakaların üzerine sarkıtılarak boyun ve gerdan bölgesini kapatacak bir örtü olarak yorumlarsanız, bu takdirde başın kapatılmasına gerek olmadığı sonucuna varırsınız. Ayette geçen “Mü’min kadınlara da söyle: …ziynetlerini teşhir etmesinler. (baş)örtülerini yakalarının üzerine (kadar) örtsünler…” şeklindeki bölüm bu bakımdan son derece önemlidir. Zira burada kadınlardan örtülmesi istenilen ve başkalarına göstermemeleri gereken şeylerin veya yerlerin ziynet eşyaları veya bu eşyaların takılıp-taşındığı vücut bölgeleri olduğu açıktır.
Ziynetten maksadın, takı türü ziynet eşyaları olduğunu söyleyen İslam âlimleri olduğu gibi, bundan maksadın mücevher türü ziynetten öte, kadının üzerine ziynet eşyası taktığı boyun, gerdan ve göğüs bölgesi olduğunu söyleyen İslam âlimleri de vardır ve bu ikinci görüş çok daha kabule şayan bir görüştür. Esasen, kadının cinsel cazibesini ortaya çıkaran da ziynet eşyaları değil, büyük ölçüde boyun, gerdan ve göğüs bölgeleri olduğu bilinen bir gerçektir. İşte bu durumda örtülmesi gereken şeyin, kadının ziynet eşyaları değil, boyun, gerdan ve göğüs bölgesi olduğunu düşünmek aklın gereğidir.
Öte yandan şahsen ben, kadınların saçları üzerine şiirler yazıldığını, şarkılar bestelendiğini ve kadınların saçlarına âşık olunduğunu duydum ama “kadında cinsel cazibe” denildiğinde akla öncelikle saçların ve başın geldiğini hiç duymadım. “Kadında cinsel cazibe” denilince akla ilk gelen organların, genelde kadının ağız, dudak, yanak, kaş, göz, burun, çene ve kulak gibi yüz bölgesindeki organlarıyla, boyun, gerdan ve göğüs bölgesinin olacağı açıktır. Hatta kadının el ve ayakları bile cinsel cazibesini öne çıkarmada baş ve saçlarından çok daha etkili bir konuma sahiptir. Bugün sanat dünyasında boy gösteren kadınların daha çok kaş, göz, burun, dudak, yanak, çene, kulak, boyun ve gerdan bölgeleriyle meşgul oldukları, göğüslerine özel önem verdiklerini, makyaj ve süslemelerle, daha da ileri giderek estetik operasyonlarla öncelikle bu organlarını güzelleştirmeye çalıştıkları bir gerçektir. Kadınlar sayılan organlarını güzelleştirmek için neşterin altına yatmaktan bile çekinmemektedirler. Bundan maksat, herhalde cinsel cazibelerini daha fazla ortaya çıkarmak istemeleridir. Kadınların cinsel cazibelerini ön plana çıkarmaları konusunda her ne kadar saçları da önemli ise de, en azından başörtüsü kullanan kadınlar için başkalarınca görülmesinde sakınca olmadığı belirtilen organlar, örneğin, dudak, burun, yanak ve gözler çok daha önemli sayılmalıdır. Öte yandan başörtüsü kullanan kadınlar için yeni yeni başörtüsü modelleri ve başörtüsü bağlama şekillerinin ortaya çıkarılmasının bir sebebi de yine kadındaki cinsel cazibeyi arttırtmaya ve yüz bölgesinin güzelliğini daha fazla hissettirmeye yönelik çabalardır. Saçları nasıl olursa olsun, isterse kel olsun, yüz hatları güzel bir kadın, çok güzel bağlanmış bir başörtüsü veya türban sayesinde özel olarak çizilmiş şaheser bir tablo gibi ortaya çıkabilir.
Oysa İslam âlimleri, örtünme konusunda kadının yüz bölgesi ile el ve ayaklarını istisna tutmuşlar, bu organları, Nûr 31’de geçen “Görünen kısımlar” kavramı içine sokarak örtülmelerine gerek olmadığı sonucuna varmışlardır(12). Yani bu yaklaşımlarıyla İslam âlimleri bir anlamda kadının cinsel cazibesini ele veren organları dışarıda bırakırken baş ve saç gibi cinsel cazibe bakımından ikincil derecede etkili baş ve saçın örtülmesiyle meşgul olmuşlardır. Bu bakımdan da Nûr 31’de geçen emri veya tavsiyeyi, baş ve saçlardan çok, boyun, gerdan ve göğüs bölgesine yönelik olarak yorumlamak aklın ve mantığın gereğidir diye düşünüyorum. Bize göre de bahse konu ayette geçen ve gizlenmesi istenen ziynetten maksat, mücevherat türü ziynet eşyaları değil, bir kısım ziynet eşyalarının sergilendiği boyun, gerdan ve göğüs bölgeleridir.
Eğer ziynetten maksat mücevherat türü ziynet eşyaları olsaydı, Allah açıkça el ve ayakların da örtülmesini emir buyururdu. Çünkü kadınlar, ziynet eşyalarını sadece boyunlarında ve gerdanlarında değil, el ve ayak bileklerinde, hatta burun, dudak, kaş ve kulak bölgelerinde de taşımaktadırlar. Zaten ayet oldukça açıktır. “Görünen kısımları müstesna olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmesinler.” sözü, kadınların mücevherlerini değil, direk olarak vücut bölgelerini hedef almış bulunmaktadır. Aynı cümlede geçen “Görünen kısımları müstesna” sözlerini organlara “ziynetlerini teşhir etmesinler ”sözlerini ise süslenmek amacıyla organlara bu organlara takılan ziynet eşyalarına aitmiş gibi göstermek ikiyüzlülükten başka bir şey değildir. O zaman birileri de çıkar “Görünen kısımları müstesna” sözlerinin de ziynet eşyalarına yönelik olduğunu beyanla, ayete “Ziynet eşyalarının bir kısmını sergileyin, bir kısmını gizleyin” türünden saçma bir anlam verebilir. Esasen Nûr Suresi’nin ilgili ayetleri, yani “örtünme” emrinin bulunduğu ayetin önünde ve sonunda yer alan ayetler, mal-mülk ve zenginlik teşhiriyle alakalı olmayıp, kadın erkek ilişkilerinde, evlilik ve aile içi ilişkilerde uyulması gereken esaslarla haramdan kaçınmanın önemini anlatan ayetlerdir.
Başörtüsü Sorunu Mutlaka Çözülmelidir
Kur’an’da yeri ve tarifi olsa olmasa da, İslam’da Başörtüsü vardır ve İslam Kadını, yaklaşık 1400 yıldır başını bir şekilde örtmektedir. Bu kadınların kahir ekseriyeti de “Dini gereklilik” olarak örtünmektedir. Kur’an’da yeri olsa da olmasa da, hatta insanlar tarafından uydurulmuş bile olsa başörtüsüne “Din dışı” veya sadece “örf, adet ve gelenek” gözüyle bakılamaz. Bugün dünyada insanlar tarafından uydurulmuş birçok din veya mezhep ile bu tür inanç sistemlerinin binlerce, hatta milyonlarca mensubu bulunmaktadır. Devletler de dâhil olmak üzere kişi ve kurum olarak hiç bir güç de çıkıp bu insanlara “Sizin dininiz, sizin mezhebiniz uydurmadır, onun için sizi kabul etmiyorum, sizi muhatap almıyorum” diyemez. Çağdaş hiçbir demokrasi, bir kişi bile olsa dahi vatandaşlarının sorunlarına kayıtsız kalamaz. Hele hele Türkiye Cumhuriyeti gibi kendisini, “Laik, demokratik, hukukun üstünlüğüne dayalı, insan haklarına saygılı sosyal bir devlet” olarak tanımlayan hiçbir devlet, kendi vatandaşlarının sorunlarına bigane kalamaz.
Bu bakımdan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, başörtüsüne yasak koyması da yanlıştır, Cemevlerine ibadethane statüsü vermemesi de yanlıştır. İşte bu konuda CHP’ye gerçekten de büyük iş düşmektedir. Çünkü CHP, üniversitelerde uygulanan başörtüsü yasağının devamına sebep olan parti olmaktan öteye, bu devleti kuran partidir. Onun için CHP, kurmuş olduğu devlete sahip çıkmak zorundadır. Sahip çıkmak ise, ülke vatandaşlarına yasaklar koymakla değil, onların sorunlarına sahip çıkmakla olur. Bana kalırsa, Sayın Kemal Kılıçdaroğlu yönetimindeki CHP, hiç vakit kaybetmeden;
“Legal veya illegal olsa bile, belli bir mezhep, tarikat, cemaat, zümre, sınıf, siyasi parti vb. bir sosyal ve siyasal teşekkülü çağrıştırmamak, herhangi bir dine özgü olmamak ve kişilerin açıkça tanınmasını engellememek kaydıyla üniversitelerde kılık kıyafet serbesttir…”
şeklinde bir kanun teklifini mutlaka vermek ve yasalaştırılmasına yardımcı olmak zorundadır. Aksi takdirde, CHP’nin, bu ülkenin vatandaşlarıyla ve gelenekleriyle çatışma anlamına gelen tutum ve davranışlarla ve sadece sol oylara dayanarak iktidara gelmesi ve kurucusu olduğu devlete sahip çıkması mümkün değildir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, laik bir cumhuriyet olduğu, dolayısıyla şeriatın konusu olan başörtüsü sorunuyla ilgilenmesinin söz konusu olamayacağı gibi ucuz politikalara sapmadan ve sulandırmadan, konuya temel insan hakları ve bireysel özgürlükler açısından yaklaşmak suretiyle çözüme kavuşturulması, Türkiye’yi yönetme azmindeki bütün siyasetçilerin ortak görevleridir. Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu gerçeğin farkına vardığı görülmektedir. Umarım arkadaşları da bu gerçeği görür, konuyu daha fazla geçiştirmeye ve ipe un sermeye çalışmadan kendisine destek verip, yardımcı olurlar.
13 Ekim 2010
Ömer Sağlam
_______________________
1- , “Türban mı başörtüsü mü” başlıklı haber, 02.10.2010.
2- Aynı haber.
3- Hürriyet Gazetesi, “Kadının namusu kıyafetle olmaz” başlıklı haber, 15.02.2008.
4- Hüküm ifade eden ve kısaca “Ahkâm Ayeti”denilen ayetlerin sayısını herkes başka türlü vermektedir. Bu ayetlerin sayısını 150 olarak veren de varr, 900’e kadar çıkaran da. Demek oluyor ki; İslam alimleri henüz Kur’an ayetlerini tam olarak anlayıp yorumlamaktan acizler! İslam toplumlarındaki çatışmanın en önemli sebeplerinden birisi de işte budur. Yani İslam alimlerinin, ayetleri anlamada ve yorumlamada ortak bir noktada buluşamamalarına karşılık adam gibi anlayamadıkları ayetlerden hareketle hüküm vermeleri.
5- “İki Diyanet başkanından kızlarına baba tavsiyesi” başlıklı ve Turan Yılmaz-Okan Konuralp imzalı haber, Hürriyet, 29.12.2006.
6- Kur’ân-ı Kerim ve Açıklamalı Meâli, s, 352, TDV Yayını, Ankara, 1993.
7- Age, s, 352.
8- Râgıb El-İsfahani, Müfredat, s, 516, Çev. Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2007.
9- Age, s, 516.
10- R.El-İsfahani’nin hangi yıllar arasında yaşadı kesin bilinmemekle birlikte, ölüm tarihini H.452, 502 ve 503 olarak veren kaynaklar bulunmaktadır. Buna göre onun, M.11. yüzyılda yaşadığı söylenebilir.
11- Age, s, 516.
12-Bkz. 5 nolu dipnotta belirtilen kaynak.
Bir yanıt yazın