CAN THE AKP’S KURDISH GAMBLE PAY OFF?

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk

1. Yukarıdaki başlık bana ait değil, The Economist’ten Amberin Zaman’a aittir.
Amberin Zaman’ın “Can the AKP’s Kurdish Gamble Pay Off?” başlıklı yazısı,
internet ortamında ve olağan dağıtım ağı kapsamında, “The German Marshall Fund
of the United States-GMFUS” tarafından bana da gönderilmiştir. İşbu yazı,
Amberin Zaman’ın söz konusu yazısı üzerine bina edilmiş ve üç şey yapılmaya
çalışılmıştır. Birincisi yazıda nelere yer verildiği özetle belirtilmiş;
ikincisi belirtilenlere ilişkin somut bazı yorumlamalarda bulunulmuş ve üçüncü
olarak da yazının neden olduğu konuya ilişkin çağrışımlar okuyucu ile
paylaşılmıştır.

2. Söz konusu yazıda, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin “Kürt Girişimi”nin işe
yarayıp yaramayacağı sorgulanmakta; bu bağlamda, yaşanan bazı olaylara
değinilmekte, bazı değerlendirmelerde bulunulmakta, konu 2011’deki Milletvekili
Genel Seçimi ile ilişkilendirilmekte ve sonuçta bazı saptamalara yer
verilmektedir.

GMFUS’in takdim yazısında, “Can the AKP’s Kurdish Gamble Pay Off?” başlıklı
yazıda, Türk Hükümeti ile “Kürt Grupları” arasındaki ilişkinin tartışıldığı;Kürt
yanlısı politik grupların çağrılarının giderek artan bir medyan okumayı
yansıttığı; iktidar partisinin ve Başbakan Erdoğan’ın, ya Kürtlere yanaşmak ya
da Kürt yanlısı gruplara baskı uygulayanlar ile birlikte hareket etmek gibi zor
bir seçimle karşı karşıya bulunduğu;milliyetçi gruplar, Adalet ve Kalkınma
Partisi’nin teröristlere taviz verdiği eleştirisinde bulunsalar da, geçtiğimiz
anayasa referandumunun bunun tam aksini gösterdiği; Adalet ve Kalkınma
Partisi’nin son tasarruflarının uzun dönemli bir bakış açısını yansıttığı ve
bunun Kürt liderleri bağlayacağı/meşgul edeceği,hususlarına yer verilmiştir.

3. Yazının dikkat çekici olduğu düşünülen kısımları ise, özetle şunlardır:

a. Türkiye genelinde, Kürt kökenli nüfusun çoğunlukta olduğu Hakkari ili hariç,
geçtiğimiz 20 Eylül tarihinde çocukların okula başladığı; yasa dışı bölücü PKK
ile ittifak içinde olan Kürt yanlısı Barış ve Demokrasi Partisi’nden gelen
talimata istinaden, Hakkari’de çocukların dersleri boykot ettiği; devlet
okullarında Kürtçe dil eğitiminin sınırlandırılmasını protesto amaçlı bu boykot
ile, Kürtlerin çoğunlukta olduğu yerlerde, demokratik özerklik ve kendi kendini
yönetim çağrılarının yaygınlık kazanmasının amaçlandığı,

b. Referanduma konu anayasa değişikliklerinin Kürtler için bir şey ifade
etmediği, milyonlarca Kürt seçmenin referandumda evinde kaldığı; Başbakan
Erdoğan’ın, ya Kürtlere yanaşacağı ve daha ileri reformlar için bastıracağı ya
da Ordu’nun 26 yıldır PKK’ya karşı yürüttüğü baskıyı yoğunlaştıracağı,

c. Aşırı sağcı Milliyetçi Hareket Partisi’nin şahin liderinin, Adalet ve
Kalkınma Partisi’ni Kürtlere taviz vermekle eleştirdiği, Bahçeli’nin bu
tutumunun PKK’nın saldırılarının artmasına yol açarak yaz aylarında daha fazla
Türk Askerinin ölmesine neden olmuş olabileceği, Milliyetçi Hareket Partisi’nin
geleneksel kalelerinin referandumda “evet” oyu verdiği, Bahçeli’nin memleketi
Osmaniye’de “evet” oylarının fazla çıkmasının artan sayıda Türk’ün Kürtlerin
yerleşimi fikrine açık olduğu anlamına geldiği, gelecek seçimlerde Milliyetçi
Hareket Partisi’nin Parlamentoda koltuk kazanmak için gereken % 10’luk barajı
aşmada başarısız olabileceği,

d. PKK terör örgütünün hapisteki başkanı ile çeşitli resmi görevlilerin yaptığı
görüşmelerin militanların silah bırakması yönünde bir algılamaya yol açtığı,
geçtiğimiz Ekim ayında Habur Kapısından yapılan girişlerin boşa gittiği, bu
girişimin iyi bir jest olmasına rağmen gelenlerin “gerilla” kıyafetleri ile
dolaşıp “zafer” konuşmaları yapmasının halkın tepkisine yol açtığı ve arkasından
geçtiğimiz Aralık ayında Tokat’ta meydana gelen askerlere yönelik PKK
saldırısının bu girişimlere (görüşmelere) son darbeyi vurduğu,

e. Geçen 25 yıldan sonra Türklerin çoğunun teröristlerin silahla mağlup
edilmeyeceğini kabul ettiği, Öcalan ile anlaşma fikrinin çarpıcı bulunduğu ve
desteklendiği, Cumhuriyet Halk Partisi’nin hafifçe değiştiği ve kan dökülmesini
önleyecek ise niçin görüşülmesin dediği ve bunun Cumhuriyet Halk Partisi’nin
yıllar sonra Kürtleri kazanmak için ümit dolu bir işaret olduğu,

f. Başbakan Erdoğan’ın Hükümetin Öcalan ile asla konuşmayacağını söylediği,
fakat MİT’in başarılı yöneticilerinin konuşmaya devam ettiği, 24 Eylül’de Adalet
ve Kalkınma Partisi’nin üst yönetiminin Demirtaş’ın başkanlığındaki Barış ve
Demokrasi Partisi heyetini kabul ettiği, bu görüşmede yeni anayasanın detayları
üzerinde durulduğu, Kürtlerin vatandaşlık bağı ile bağlı herkesi Türk kabul eden
Anayasanın 66. maddesindeki düzenlemeden rahatsız olduğu, Parlamentoya girişe
ilişkin barajın aşağıya çekilmesini ve Kürt dili eğitiminin kolaylaştırılmasını
istediği, Başbakan Erdoğan’ın Kürt dilinin devlet okullarında öğretilmesine
muhalefetini sürdürmekle beraber daha geniş bir Türk vatandaşlığı tanımına açık
olduğu mesajını verdiği,

g. Barış ve Demokrasi Partisi’nin İktidar Partisi ile yaptığı toplantının
amacının, PKK’nın ateşkesinin gelecek Haziran’a (seçimlere) kadar uzatılması ve
Türkiye’den Kuzey Irak’a gitmiş olanların geri gelmeleri konusunda Öcalan’a etki
edilmesi olduğu, eve dönüşü mümkün kılacak af planı ve Kürtlerin son istekleri
ile yeni hazırlanacak anayasa arasında, bu konular ile Adalet ve Kalkınma
Partisi’nin üçüncü dönem iktidarı arasında bağ kurulduğu,

h. Geçtiğimiz 16 Eylül’de Hakkari’de bir minibüse yapılan saldırının Barış ve
Demokrasi Partisi ile Hükümet arasındaki görüşmeleri neredeyse raydan çıkardığı,
süreci proveke ettiği, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin toplantıyı iptal etmek
zorunda kaldığı, “derin devlet”in Ergenekon Davası ile zayıflatıldığı söylense
de bunun öldüğü anlamına gelmediği,

i. Ordu’nun tek taraflı saldırmasının tüm sürecin Adalet ve Kalkınma Partisi’nin
elinde patlamasına neden olabileceği, Başbakan Erdoğan’ın Ordu’nun üst
kademesini saldırı olmaması için ikna etmiş olabileceği, çünkü bunun seçimler
öncesinde Hükümetin ayağını kaydırabilecek bir yol olabileceği,

j. Belirtilen bu riskler ışığında ve seçimler öncesindeki bu kritik süreçte
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin seçeneklerinin neler olduğu sorusunun sorulduğu,
Hükümetin yeni bir anayasa için zamana sahip olmadığı, Başbakan Erdoğan’ın Habur
benzeri fiyaskolara yol açabilecek beklentilere neden olmaması gerektiği, Adalet
ve Kalkınma Partisi’nin köylerin özgün Kürtçe isimlerine müsaade etmek ve
Güneydoğudaki yatırımları hızlandırmak gibi jestler yapabileceği, Kürtler için
Hasankeyf’i yeniden yaşatabileceği, Adalet ve Kalkınma Partisi ile Barış ve
Demokrasi Partisi’nin konuşmaya devam etmesi gerektiği, daha önemlisi Erdoğan’ın
Kılıçdaroğlu’na ulaşması ve Kürt probleminin çözümüne katkısını alması
gerektiği, ancak Kılıçdaroğlu’nun parti içindeki pozisyonunu henüz
güçlendirememiş olması nedeniyle bunun güç olduğu, Adalet ve Kalkınma
Partisi’nin Güneydoğu’daki en büyük rakibinin Barış ve Demokrasi Partisi olmaya
devam edeceği, her iki grup için güçlüğün aralarındaki farklılıkları bir kenara
bırakarak derin devlet içindeki ortak düşmana karşı güçlerini birleştirmek
olduğu hususlarıdır.

4. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 2002 yılında iktidara gelmesinden hemen sonra
yapılan yerel ve genel seçimlere bakılırsa, bu partinin en çok oy aldığı
yerlerin Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri olduğu görülür. Bu, Doğu ve
Güneydoğu Anadolu Bölgesinde yaşayan Kürt kökenli vatandaşların, hem Adalet ve
Kalkınma Partisi’ne oy verdikleri, hem de bu partinin iktidara gelmesinde pay
sahibi oldukları anlamına gelmektedir.

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara gelmesi ile başlayan süreç içinde
günümüze doğru gelinirse, daha çok Kürt kökenli vatandaşların rağbet ettiği
siyasal partilerin ortaya çıkmış olduğu görülür. Bu partilerin ortaya çıkması,
Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde yaşayan Kürt kökenli vatandaşların parti
adreslerinin değişmesine neden olmuştur. Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde
Adalet ve Kalkınma Partisi gerilemeye, onun gerilemesi ile ortaya çıkan boşluğu
da, Kürt kökenli vatandaşların itibar ettiği yeni partiler doldurmaya
başlamıştır. Bugün için bu boşluğu dolduran parti, Barış ve Demokrasi
Partisi’dir ve bu partinin o boşluğu nasıl doldurduğu, geçtiğimiz 12 Eylül’de
yapılan Anayasa Referandumunda açıkça görülmüştür.

2002 yılında Türkiye’deki Kürt ayrılıkçı hareketi ile özdeşleştirilen tek kurum
PKK terör örgütü iken, ayrılıkçı eğilimlere sahip Kürt kökenli vatandaşlar,
bugün, siyasal süreç içinde kendilerini ifade edebilecekleri demokratik ve meşru
bir kuruma (Barış ve Demokrasi Partisi’ne) sahiptirler.

Bu, çok önemlidir ve mevcut bu resimden birkaç sonuç çıkarmak icap eder. Birinci
olarak, ayrılıkçı Kürt hareketi silahlı mücadele noktasından, kendilerini olağan
siyasal süreç içinde demokratik yoldan ifade edebilme noktasına gelmişlerdir.
Bu, bir taraftan ayrılıkçı Kürt hareketinin aldığı yoldur ve gösterdiği
başarıdır, diğer taraftan da ayrılıkçı Kürt hareketinin Türkiye’nin ülke ve ulus
bütünlüğü açısından içerdiği tehdidin ve yol açtığı endişenin büyüdüğü anlamına
gelir. İkinci olarak, her iki husus da, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidarı
döneminde gerçekleşmiştir. Bu durum, iktidar partisinin kendisine başlangıçta
verilen desteği karşılıksız bırakmadığı ve Kürt kökenli seçmenler nezdinde bir
ağırlığının olduğu anlamına gelir. Ancak bu durum (ayrılıkçı Kürt hareketinin
geldiği nokta) aynı zamanda, ülke ve ulus bütünlüğünden duyulan endişeyi ve
siyasal eğilimleri ne olursa olsun bu endişeyi taşıyan seçmen kitlesini büyütmüş
ve onları iktidar partisinden uzaklaştırmıştır. Bu noktada, Anayasa
Referandumundan çıkan % 58 oranındaki evet oylarının münhasıran Adalet ve
Kalkınma Partisi’ne verilmiş oylar olarak görülmemesi gerekir. Niçin
görülmeyeceği daha önceki yazılarda belirtilmişti. Üçüncü olarak, Adalet ve
Kalkınma Partisi, sürecin bu boyutu ve oy itibarıyla, her iki kesim nezdinde de
kaybeden durumunda gözükmektedir. Çünkü daha önce İktidar Partisine oy verdiği
kabul edilen ayrılıkçı eğilimlere sahip Kürt kökenli vatandaşlar, artık bu
partiye oy vermeyeceklerdir, artık kendi partileri vardır. Bu saatten sonra,
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin, Barış ve Demokrasi Partisi üzerinden veya bir
başka yolla ayrılıkçı Kürt hareketinin olağan demokratik süreç içinde siyasal
temsiline engel olma olanağının bulunmadığı değerlendirilmektedir. Ayrılıkçı
eğilimler yanıtsan Kürt kökenli vatandaşların, temsilcilerini bağımsız aday
yaparak, seçip Parlamentoya göndermelerinin önü açıktır ve son seçimler, onların
bunu yapmaya güçlerinin olduğunu göstermiştir. Adalet ve Kalınma Partisi’nin,
ortak zemin olarak Sünni temel üzerinden Kürt kökenli seçmenler üzerinde etkili
olma imkanın da çok fazla olmadığı düşünülmektedir. İkinci kesim de, ayrılıkçı
Kürt hareketinin mesafe almasının yol açtığı endişenin ve bundan duyulan
rahatsızlığın etkisinde, iktidar partisinden uzaklaşacaktır. Ancak bu ikinci
kesim ile ilgili hususun gerçekleşmesi, muhalefet partilerinin gelecek seçimlere
ilişkin stratejilerine bağlı olacaktır.

Bu siyasal tablo, ayrılıkçı Kürt hareketinin ve Barış ve Demokrasi Partisi’nin
işine gelecektir. Çünkü gelişmeler ve işaretler, bir siyasal kaosa işaret
etmektedir. Geriye dönülüp bakılırsa, ele alınan konu ile sınırlı olarak, son 10
yıl için iki tespitte bulunmak mümkündür. Bunlardan birincisine yukarıda yer
verildi: geçen süre ayrılıkçı Kürt hareketinin işine gelmiş ve ayrılıkçı Kürt
vatandaşlarının rağbet ettiği siyasal partiler olağan siyasal yaşamda yerini
almıştır. İkinci tespit ise, bu değişimin, Türkiye’de temel kurumların
birbirleri ile çekiştiği ve kavga ettiği, bir anlamda kaotik bir ortamda,
gerçekleşmiştir. Eğer siyasal gelişmeler ve işaretler, yukarıda belirtildiği
üzere, bu kavganın ve kaotik ortamın süreceği algılamasına yol açıyorsa, bunun
anlamı, daha önce olduğu gibi, ayrılıkçı Kürt hareketinin yeni mesafeler alması
ve daha iyi bir noktaya gelmesi olacaktır.

5. İçinde bulunulan dönemde,

–         Saadet Partisi’nin bir hareketlenme içine girdiği,

–         Saadet Partisi’nden ayrılan ve yeni parti kurması beklenen Prof. Dr.
Numan Kurtuluş ve ekibinin dinamik bir seçmen tabanına sahip olduğu,

–         Kürtlerin kendi partilerine sahip olduğu,

dikkate alınırsa, böyle bir ortamda, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin
yönelebileceği seçmen kesimi, ülke ve ulus bütünlüğü endişesine sahip seçmenler
olacaktır. Son Anayasa Referandumuna ilişkin mitingler sırasında sıkça
milliyetçilik olgusunu kullanması, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin bu tür bir
yöneliş içinde olduğu anlamına gelebilir. İktidar Partisinin, kamuoyunun
milliyetçi eğilimleri ile tanıdığı milletvekillerine sahip olmasının da, bu
yönelişi kolaylaştırabileceği ileri sürülebilir.

İktidar Partisi’nin eskiden olduğu gibi Kürt kökenli vatandaşlardan ve Barış ve
Demokrasi Partisi’nin tabanından oy alması güç hale gelmiştir. Barış ve
Demokrasi Partisi’nin kendi seçmenine hakim olması ve PKK terör örgütünün
baskıları nedeniyle, İktidar Partisi ne kadar çalışırsa çalışsın, hangi sözleri
verirse versin, özellikle ayrılıkçı eğilimlere sahip Kürt kökenli vatandaşların
kendisine oy vermesini sağlayamayacaktır.

Bu durumun da yine, İktidar Partisini milliyetçi seçmen tabanına yönelttiği ve
üzerinde bu yönde bir baskıya yol açtığı kabul edilebilir.

Ancak bu noktada hemen belirtmek gerekir ki, bu yönelişin tutup tutmayacağı;
kamuoyunun Ergenekon Davası diye isimlendirdiği dava ile ilişkilendirilmesi de
dahil geçen sekiz yıl içindeki tasarruflarının bunu mümkün kılıp kılmayacağı,
kılacaksa ne kadar mümkün kılacağı, hem tartışmaya açıktır, hem de bu yazının
dışında ayrı bir konudur ve bu yazıda bunlara değinilmemiştir.

Yukarıda belirtilen tablo nedeniyle, İktidar Partisinin, Barış ve Demokrasi
Partisi’nin taleplerine fazla olumlu yaklaşmasını beklememek gerektiği
düşünülmektedir. Çünkü bunun İktidar Partisine oy olarak bir getirisi eskisi
gibi olmayacaktır. Getirisi olmadığı gibi, tam aksi yönde, Barış ve Demokrasi
Partisi’ni güçlü kılmak ve göstermek suretiyle, bu partinin Kürt kökenli
seçmenler üzerinde etkisini/gücünü artırmasına hizmet edecektir ki bu da,
İktidar Partisinin kendisine oy verebilecek durumdaki Kürt kökenli seçmenleri
kaybetmesine neden olabilecektir.

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Kürt açılımını sürdürmesinin ve daha ileri
açılımlarda bulunmasının beklenmemesi gerektiği değerlendirilmektedir. Tam aksi
yönde, iyi planlanmış ve sınırları iyi çizilmiş konularda, ayrılıkçı Kürtleri
açıkça karşısına alıp, ülke ve ulus bütünlüğü konusunda endişe içinde olanları
vatandaşları ferahlatacak adımları atması daha olabilir gözükmektedir. Başbakan
Erdoğan’ın  Kürt dili konusundaki tutumunun da, bu yorumu doğruladığı
düşünülebilir.

6. Bu değerlendirmeyi, yorumu ve beklentiyi teyit etme açısından anlamlı olduğu
düşünülen, bir başka husus daha vardır. İktidar Partisi ve Başbakan Erdoğan
ısrarla yok dese de, somut bazı olayların neden olduğu bir “eksen kayması”ndan
söz edilmesi mümkündür. Hükümetin bazı dış politika açılımları ile kamuoyunda
mahalle baskısı olarak algılanan somut bazı olaylar, Türkiye’nin bir değişimi
yaşadığı ve bu değişimin de Batı’dan uzaklaşma şeklinde algılandığı bilinen bir
husustur. Bu algılama ile birlikte, Türkiye-AB ilişkilerinde belirgin olarak
gözlemlenen yavaşlamayı ve soğumayı, Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerde baş
gösteren soru işaretlerini, Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin geldiği
noktayı, Türkiye’nin İran ve Suriye ile yakınlaşma içine girdiğini herkes
bilmektedir.

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin İsrail konusundaki tutumu gayet açık ve nettir.
Ancak aynı açıklığın ve netliğin ABD ve AB konusunda olduğunu söylemek güçtür.
Eğer İktidar Partisinin ABD’ye ve AB’ye karşı  da, daha sert bir politika içine
girebileceği düşünülürse, bunun da bu yazının konusu itibarıyla iki sonucunun
olabileceği düşünülmektedir. Birincisi, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ABD’yi ve
AB’yi karşısına alabilmesinin, içeride daha geniş bir kamuoyu desteğini
gerektireceğidir. İkincisi de, ABD’yi ve AB’yi karşısına alacak İktidar
Partisinin, ayrılıkçı eğilimlere sahip Kürt vatandaşlarının siyasal taleplerine
daha az duyarlı olacağıdır.

Ancak her iki konunun, başka bazı boyutları daha vardır. Birinci konu ile ilgili
olarak, ABD’yi ve AB’yi karşısına almasının, İktidar Partisinin Kürt kökenli
vatandaşların Barış ve Demokrasi Partisi’ne yönelmesi nedeni ile ortaya çıkan
seçmen kaybını gidermesine hizmet edebileceğidir. Böyle bir durumun, ülkenin ve
ulusun bütünlüğü konusunda endişe sahibi kesimleri, İktidar Partisinin etkisine
açabileceği düşünülebilir. İkinci konu ile ilgili olarak da, ABD’nin ve AB’nin,
ayrılıkçı eğilimlere sahip Kürt kökenli vatandaşların rağbet ettiği kurumlar
üzerindeki etkisinin ve bu kurumlar ile olan ilişkilerinin görülmesi gerekir.
Ancak İktidar Partisi ABD’ye ve AB’ye karşı sert bir politika izlediği takdirde,
bu etkinin ve ilişkinin, Kürtler üzerinden Türkiye’ye nasıl yansıyabileceği
ayrıca üzerinden çalışılması gereken önemli bir konudur.

Türkiye’nin İran, Suriye, ABD, AB ve İsrail ile olan güncel ilişkilerinin,
ayrılıkçı Kürt açılımının daha ileri noktalara taşınması konusunda olumlu şeyler
söylenmesine engel olacağı tahmin edilmekte ve değerlendirilmektedir.

İran da, Suriye de, ayrılıkçı Kürt hareketinden rahatsızdırlar ve bununla
mücadele etmektedirler. Türkiye’nin kendi ülkesinde bu konuda Kürtlerin lehine
atacağı her adım, kendi Kürtleri tarafından İran ve Suriye yönetimlerinin önüne
de konulacak ve onlar üzerinde bir baskıya yol açacaktır ki, bu, Türkiye’nin
İran ve Suriye ile olan güncel ilişkileri ile bağdaşmayacak bir durumdur.

Bütün bunların, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin  Kürt açılımını daha ileriye
götürmesinin önünde, içeride ve dışarıda, ciddi güçlükler bulunduğuna işaret
ettiği düşünülmektedir.

7. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin,

–         kendisinin asıl tabanını ürkütmeden,

–         Saadet Partisi’nden ayrılan Prof. Dr. Numan Kurtuluş’a bir yöneliş
olmasına fırsat vermeden ve,

–         kamuoyuna fazla hissettirmeden,

milliyetçi bir çizgiye yönelmesinin, gelecek yıl yapılacak genel seçimlerde
Milliyetçi Hareket Partisi’ni ciddi şekilde olumsuz olarak etkileyeceği
değerlendirilmektedir. Cumhuriyet Halk Partisi’nin de, iyi bir seçim stratejisi
ile ve iyi bir kriz yönetimi ile, iktidar partisinin büyük sıkıntı içinde olması
kuvvetle muhtemel görülen bu süreçten ve dolayısıyla gelecek yılki seçimlerden
en karlı çıkacak parti olması kuvvetle muhtemel görülmektedir.

57. Hükümet’ten çekilmek suretiyle bir anlamda Adalet ve Kalkınma Partisi’ne
iktidar yolunu açtığı tarihten bu yana geçen süre içinde Milliyetçi Hareket
Partisi tarafından yapılan, ancak milliyetçi söylem ile bağdaştırılmayarak
eleştiri konusu yapılan her konu, milliyetçi bir çizgiye yönelerek milliyetçi
seçmen tabanını kendisine çekmek isteyecek İktidar Partisi tarafından
kullanılacaktır. Milliyetçi bilinen ancak milliyetçilikle bağdaştırılmasında
güçlük çekilen tasarruflara evet demiş bir parti ile, milliyetçiliğe sonradan
sarılan ve bunu yaparken de iktidarın nimetlerini kullanan bir partiden
hangisinin seçmene cazip geleceğinin sorusuna verilecek cevap önemlidir.
Kuvvetle muhtemel, Milliyetçi Hareket Partisi, hem yakın geçmişteki bazı
tasarrufları için iyi (seçmene makul ve mantıklı gelecek) bir savunma
hazırlamayı, hem de milliyetçi söylemini daha çok öne çıkarmayı öngörecek bir
seçim stratejisi ile 2011’deki seçimlere hazırlanacaktır. Bu strateji, yine
muhtemelen, Milliyetçi Hareket Partisi’nin Kürt açlımı konusundaki tavrında bir
değişikliği içermeyecektir.

Cumhuriyet Halk Partisi’nin ise, İktidar Partisine ve Milliyetçi Hareket
Partisi’ne göre, seçime daha rahat gireceği için, Barış ve Demokrasi Partisi’nin
varlığını da dikkate alarak, 2011’deki seçimlere kadar olan dönemde, daha sakin,
dengeli ve ılımlı bir politika içinde olması beklenebilir. Cumhuriyet Halk
Partisi’nin, hem kendisinin dağılmış gözüken asıl (geleneksel) seçmen tabanını
yeniden kendi çatısı altında toplayacağı, hem de kavgadan bıkmış huzur ve
istikrar arayan her eğilimden seçmene ev sahipliği yapabileceği tahmin
edilmektedir. 2011 yılında yapılacak Milletvekili Genel Seçiminin Cumhuriyet
Halk Partisi’ne iktidar veya ana muhalefet görevi vermesine kesin gözüyle
bakıldığı için, Kürt açılımına ilişkin hesapların, seçim sonrasında özellikle bu
parti dikkate alınarak yapılması gerekeceği şüphesizdir. Ancak Kürt ayrılıkçı
hareketi ülke ve ulus bütünlüğünü ilgilendiren bir konu olduğu ve bu konu sadece
iktidara düşen bir görev olmadığı için, bütün partilerin, Kürt açılımı
konusundaki görüşlerini samimi olarak birbirleri ile paylaşmalarında yarar
olduğu düşünülmektedir.

Bu belirtilenlere rağmen, Türkiye’deki siyasal bilinçlenme düzeyini ve siyaset
yapma anlayışını biraz biliyorsam, gelecek yıl yapılacak Milletvekili
seçimlerine kadar bütün partilerin “Kürt” konusunu bir şekilde işlemelerini,
sırf oy kaygısı ve beklentisi ile bazı şeyleri söylemelerini, yerine
getiremeyecekleri ve yapamayacakları sözler vermelerini, aşırı beklentilere yol
açmalarını beklemek gerekir. Bu, Türkiye için çok tehlikeli bir durumdur ve
seçime kadar olan dönem için ifade edilen kaotik ortamın, seçimden sonra da
devam etmesine neden olabilecektir.

8. Anayasa referandumu öncesinde yapılan mitingler sırasında, Türkiye genelinde
İktidar Partisinin baskısından, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde de Barış
ve Demokrasi Partisi’nin baskısından söz edildiği bir sürecin ortaya çıktığı ve
bu sürecin halen devam ettiği ileri sürülmüştür. Bu ileri sürülenleri, Adalet ve
Kalkınma Partisi’nin iç ve dış koşulları iyi okuduğuna, değerlendirdiğine ve
iktidarının zora girdiğini görmesine bağlamak mümkündür. 05 Ekim 2010 günkü
medyada, Başbakan Erdoğan’ın partisinin milletvekillerine 2011 yılında yapılacak
seçimlere kadar konuşma yasağı koyduğu yolundaki haberler de bu sürecin bir
işareti olarak alınabilir.

Barış ve Demokrasi Partisi’nin de, Kürt açılımı konusunda masaya güçlü
oturabilmek ve taleplerini daha güçlü seslendirebilmek için, çeşitli yollarla
kendi seçmen tabanına baskı uygulayarak, tek vücut olduğunu göstermeye çalıştığı
görülmektedir. Kürt kökenli vatandaşların önemli bir kısmı büyük kentlerde
olmasına rağmen, bu partinin milletvekillerinin özellikle Doğu ve Güneydoğu
Anadolu Bölgelerini sıkça ziyaret etmeleri ve bu iki bölgeye çok zaman
ayırmaları, ister istemez bölgede psikolojik bir baskıya yol açmaktadır. Bu
baskı, Barış ve Demokrasi Partisi’nin seçmen tabanını kontrol etmesine aracılık
etmektedir. Ancak Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri, sadece Kürt kökenli
vatandaşların yaşadığı yerler değildir. Bu bölgelerde yaşayan nüfusun önemli bir
kısmı Türk’tür ve Barış ve Demokrasi Partisi, PKK terör örgütünün verdiği
destekten de yararlanarak, o illerin sadece Kürt kökenli vatandaşların yaşadığı
iller olduğu imajına yol açmaktadır ki, bu doğru bir imaj değildir. Barış ve
Demokrasi Partisi’nin aldığı boykot kararına ve uyguladığı baskıya rağmen, Doğu
ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde yaşayan halkın referandumda oyunu kullanması
da (Ağrı’da seçmenlerin % 56’sı, Bingöl’de % 77’si, Siirt’te % 51’i, Van’da %
47’si ve Batman’da da % 41’i sandığa gitmiştir.), Doğu ve Güneydoğu Anadolu
Bölgelerinde sadece Kürt kökenli vatandaşların yaşadığını doğrulamamaktadır.

9. Dönüp 10 yıl öncesi ile bugün kıyaslandığında, Kürt ayrılıkçı hareketinin
silahlı mücadele boyutunun gerilediği, siyasal boyutunun öne çıktığı görülür. Bu
da, Silahlı Kuvvetlerin işlevinin giderek azalacağı, iç güvenlik ve istihbarat
birimlerinin öne çıkacağı, çatışma alanının kırsal alanlardan kentlere kayacağı
bir döneme işaret etmektedir. Bu bağlamda, kamuoyunda Ergenekon Davası olarak
bilinen dava ile, emekli ve muvazzaf askerlerin içinde yer aldığı diğer davalar
üzerinden Türk Ordusu’nun itibarının içeride ciddi bir aşınmaya maruz kalması ve
daha önce terörizmle mücadelede isimleri geçen güvenlik personelinin bir
kısmının bugün yargılanması nedeniyle, Türk Ordusunun terörizmle mücadeledeki
hevesinin kırılmış olduğu da hatırlanırsa, askerin, Kürt açılımının önünde bir
engel olduğu düşüncesinin fazla kabul görmeyeceği bir sürecin ortaya çıkmış
olduğu söylenebilir.

Kürt açılımı konusunda bütün inisiyatif, artık siyaset adamlarına kalmış
gözükmektedir.

10. Adalet ve Kalkınma Partisi, uzun bir süredir, Kürt açılımı ile
uğraşmaktadır. Bu açılımın, uygulamaya konulmadan önce bütün boyutları ile bir
proje olarak hazırlandığı ve bu projenin anayasa boyutunun da olduğu kabul
edilmek durumundadır. Çünkü düşünülen açılımın gerçekleştirilebilmesinin,
kaçınılmaz olarak anayasa ile de bağlantısı vardır. Ancak 2011’deki seçimlere
kadar yeni bir anayasa yapılması önerisinin İktidar Partisi tarafından geri
çevrilmesi, Kürt açılımının içinde anayasa ile ilgili hususların yer almadığı
anlamına gelmektedir.

Oysa, geçtiğimiz yıllarda Adalet ve Kalkınma Partisi tarafından
akademisyenlerden oluşan bir gruba hazırlatılmış taslak bir anayasa metninin
olduğu bilinmektedir. Bu metin ile Kürt açılımı birlikte/paralel bir
değerlendirmeye tabi tutulup, 2011’deki seçimlere kadar yeni ve “sivil” bir
anayasanın yapılması pekala mümkün iken, iktidar partisi buna yanaşmamıştır.

İktidar Partisinin yanaşmamasının arkasında, Kürt kökenli seçmenlerin oyları ile
ilgili beklentinin devam etmekte olduğu düşünülmektedir. Çünkü yeni ve sivil bir
anayasanın 2011’deki seçimlerden sonraya bırakılması, seçime kadar olan süreç
içinde, Kürt kökenli vatandaşların Adalet ve Kalkınma Partisi’nin etkisine açık
tutulmasına hizmet edebilecektir. Bu, oy beklentisi bağlamında doğru bir
yaklaşım olabilir ama, artık Kürt kökenli vatandaşların özellikle rağbet ettiği
Barış ve Demokrasi Partisi vardır; böyle bir parti olmasa bile, Kürt kökenli
vatandaşların temsilcilerini bağımsız aday yapıp seçerek Parlamentoya
gönderdikleri gerçeği  de vardır. Yani İktidar Partisinin, Kürt kökenli
vatandaşlardan, eskiden olduğu gibi, oy alması çok güç gözükmektedir.

Eğer seçimlere kadar yeni ve sivil bir anayasa yapılmış olsaydı, partilerin
seçim sürecinde, bu konuyu istismar etmeleri önlenmiş olacaktı. Ne yerine
getirilemeyecek sözler verilecek, ne de olağanüstü beklentilere yol açılacaktı.
Kaos beklentisi de muhtemelen aynı şekilde boşa çıkacaktı.

Yeni ve sivil bir anayasanın seçimlerden önce yapılmamasının neden olabileceği
muhtemel kaotik ortama ve olumsuzluklara rağmen, bu işin seçimlerden önce
yapılmaması, ayrıca, her iki tarafta da çözümsüzlükten şu veya bu şekilde
beslenen kesimlerin olduğu anlamına da alınabilir. Gelinen noktada, bunun
güvenlik güçleri dışındaki bütün kesimler için düşünülmesi gerekeceği
değerlendirilmektedir. Yine bu noktada, yukarıda kısmen değinilmekle birlikte,
yeni ve sivil bir anayasanın seçimlerden sonraya bırakılmasının, kuvvetle
muhtemel seçimlerden sonraki çözüm ihtimalini zayıflatıcı bir etkiye yol açacağı
da düşünülmektedir. Seçime kadar olan süreç içinde ve seçim çalışmaları
sırasında, yapılacaklar, söylenecekler ve yaşanacaklar, seçimden sonraki süreç
içinde tarafları bağlayacak ve çözümün önünde kuvvetle muhtemel yeni engeller
ortaya çıkacaktır.

Bütün bunlar Kürt açılımının geleceği konusunda iyimser olunmasını önlemektedir.

11. Kürt kökenli vatandaşların sorununun çözümü konusunda, İktidar Partisinin,
sadece ana muhalefet partisi konumundaki Cumhuriyet Halk Partisi ile çalışması
doğru bir yaklaşım olarak görülmemektedir. Konu, bütün partileri ilgilendiren ve
hepsinin işbirliğini gerektiren bir konudur. Özellikle Milliyetçi Hareket
Partisi’nin bu konunun dışında tutulması çok yanlış olacaktır. Nedeni de, bu
partinin geçmişinin ve halen sürdürdüğü milliyetçi çizginin bu partiye Türk
siyasal yaşamında etkili olma imkanı vermesidir. İster iktidarda olsun, ister
muhalefette olsun, ister Parlamento dışında kalsın, Milliyetçi Hareket Partisi,
her koşulda Türk siyasetinde varlığını, etkisini ve gücünü her zaman
hissettirmiş bir partidir. İç ve dış konjonktürün milliyetçiliği ve ulusalcılığı
tahrik ve teşvik ettiği mevcut ortamda, Milliyetçi Hareket Partisi’nin bu
potansiyelinin çok daha yüksek olabileceği dikkate alınırsa, Kürt kökenli
vatandaşların sorunlarının çözümüne yönelik çabalarda bu partinin yer almasının
çok önemli olduğu sonucuna ulaşılacaktır. Yer almasının, gelecek taleplerin daha
iyi değerlendirilmesine hizmet edeceği ve heyetin müzakere/pazarlık gücünü
artıracağı değerlendirilmektedir.

Milliyetçi Hareket Partisi ile diğer partilerin çözüm sürecinde yer alması, yine
Türkiye’deki az gelişmiş siyaset anlayışının etkisinde, sürece dahil
olmayanların, sonradan asılsız ithamlarda bulunup bu ithamları seçimlerde oya
dönüştürmelerine fırsat ve imkan da vermeyecektir.

Bütün partilerin taşın altına el koyması, daha sağlıklı, daha isabetli ve daha
az tartışmalı sonuçlara ulaşılmasına hizmet edecektir.

12. Söz konusu yazının bir kısım bölümleri, objektif ve tarafsız olmadığı
izlenimine neden olmaktadır. Yazıda kullanılan ve küçük/ basit gözüken bazı
ifadelerin, ayrılıkçı Kürt hareketi ile ilgili mevcut süreç içinde, basit ve
küçük olamayabileceği, oldukça anlamlı olabileceği, düşünülmektedir. Kürt
kökenli vatandaşların sorunları konusunda sıkça gündeme gelen ve stratejik bir
bakış açısı ile seçildiği düşünülen Hakkari ili için, yazıda “uzak” ve asilerin
etkisine açık bir il anlamına alınabilecek nitelemelerde bulunulması bu türden
ifadelerdir ve bu ifadeler, doğru değildir.

Bu ifadelerin, tarafsız ve objektif olma ile bağdaşmayacağı düşünülmektedir.
Alaska’nın, San Francisco’nun ve Los Angeles’ın Washington DC’den; Sibirya’nın
Moksova’dan ve Sincan-Uygur Bölgesinin Pekin’den yönetildiği ve iletişim
teknolojisinin çok ileri bir seviyeye geldiği günümüz dünyasında, Hakkari’nin
Ankara’dan uzak olduğu nitelemesi, hem doğru değildir, hem de ayrılıkçı bir
hareketinin mevcut olduğu bir ortamda bu harekete güç verebilecek ve bağlamda
kullanılabilecek bir nitelemedir.

Hakkari’nin asilerin/teröristlerin etki alanına girdiği anlamına alınabilecek
bir niteleme ise, Ankara’nın (Hükümetin/siyasal iktidarın), ülkenin “uzak”
illerine hakim olamadığı ve otoritesini tüm ülkede tesis edemediği gibi bir
anlama gelir ki, bu da doğru olmayan, yanlı ve kabul edilemez bir nitelemedir.
Böyle bir niteleme, her şeyden önce Ankara’yı zayıf gösteren bir nitelemedir. Ve
biz biliyoruz ki, terör örgütleri ve ayrılıkçı hareketler, güçlerini, merkezi
idarelerin zayıflığından alırlar. Bu nedenle, Ankara’nın zayıf gösterilmesinin,
PKK terör örgütünün ve ayrılıkçı Kürt hareketinin işine geleceğini görmek
gerekir.

Hakkari ilinde, seçmenlerin % 91’i Anayasa Referandumunu boykot etmiş, oy
vermeye gitmemiş, evinde oturmuştur. Bu, doğrudur. Ancak, Barış ve Demokrasi
Partisi’nin kendisinin etki alanına girdiğini kabul ettiği Ağrı, Bingöl, Siirt,
Van ve Batman illerine bakılırsa, boykotun bu illerde tutmamış olduğu görülür.
Ağrı’da kayıtlı seçmenlerin % 56’sı oy kullanmış, Bingöl’de % 77’si oy
kullanmış, Siirt’te % 51’i oy kullanmış, Van’da % 47’si oy kullanmış, Batman’da
da % 41’i oy kullanmıştır. Bu tablo, stratejik açıdan yapılmış bir
değerlendirmeye bağlı olarak Hakkari iline özel bir anlam yüklendiği ve Barış ve
Demokrasi Partisi’nin bölgedeki bütün gücünü Hakkari’de yoğunlaştırdığı şeklinde
yorumlanmalıdır. Belirtilen oransal veriler, bu yorumu doğruladığı gibi, söz
konusu illerde Kürt kökenli vatandaşların yoğun olarak yaşadığı yolundaki
iddiaları da boşa çıkarmaktadır.

13. Söz konusu yazıda Milliyetçi Hareket Partisi için kullanılan “aşırı sağ”
nitelemesi ile, bu partinin Genel Başkanı Bahçeli için kullanılan “şahin”
nitelemesinin doğru olmadığı, kuruma ve kişiye yapılmış bir haksızlık olduğu
düşünülmektedir. Milliyetçi Hareket Partisi’nin yakın geçmişi, bu nitelemeleri
doğrulamamaktadır. Eğer Milliyetçi Hareket Partisi aşırı sağcı bir parti ve
Bahçeli de yırtıcı/şahin bir Genel Başkan olsaydı; 57. Hükümet ortaya çıkmazdı,
57. Hükümetin ömrü o kadar uzun olmazdı, 57.Hükümette partizanlık yapılırdı, 57.
Hükümetin daha süresi varken çekilip Adalet ve Kalkınma Partisi’nin önünü
açılmazdı, Abdullah Öcalan’ın asılması konusunda ısrarlı olunurdu, AB’nin
talepleri istikametinde Anayasada esaslı değişikler yapılamazdı, Abdullah Gül’ün
Cumhurbaşkanı seçilmesine destek verilmezdi, Türk Milliyetçiliğinin “tu-kaka”
yapıldığı günümüzde “ülkücü” gençler baskı ile kontrol altında tutulmazdı…

“Kürt milliyetçiliği” yaptığı alenen bilinen Barış ve Demokrasi Partisi ortada
iken, yakın geçmişi görmezden gelinen Milliyetçi Hareket Partisi’nin hala aşırı
sağcı bir parti olarak nitelenmesi, objektif ve tarafsız olmayan bir bakış
açısına işaret etmektedir. Eğer Milliyetçi Hareket Partisi aşırı sağcı bir parti
olsaydı, Barış ve Demokrasi Partisi siyasal süreç içinde ve sokakta kendisine bu
denli gösterme imkanı bulamazdı diye düşünülmelidir. Bu noktada Milliyetçi
Hareket Partisi’nin, kendisini “gövde” olarak gördüğünü ve “merkez” partisi
olarak tanımladığı da dikkate alınmalıdır.

Tabiatıyla, yukarıdaki açıklamalar nedeniyle, yazıda geçen ve Anayasa
Referandumu öncesinde yaz aylarında yürütülen çalışmalar sırasında yaşanan ve
Türk güvenlik personelinin hayatını kaybetmesi ile sonuçlanan PKK saldırılarını
Milliyetçi Hareket Partisi’nin referandum mitingleri ile ilişkilendiren ifadeler
de, gerçeği yansıtmayan, sübjektif ve yanlı ifadeler olmaktadır. Yazıda,
referandum mitinglerinde İktidar Partisinin milliyetçi söyleminin de öne çıkmış
olduğuna değinilmemiştir. Oysa, referandum sürecinde, her iki parti de
milliyetçi söylemi kullanmıştır. Durum böyle iken, PKK terör örgütünün
saldırılarının sadece Milliyetçi Hareket Partisi’nin milliyetçi söylemi ile
ilişkilendirilmesi, doğru olmamıştır. Eğer, referandum sürecinde, sadece
Milliyetçi Hareket Partisi’nin değil diğer partilerin de  milliyetçi söylemi
kullandığı görülmüş ve bu kullanımın hangi partinin/partilerin beklentilerine
daha çok hizmet edebileceği konusunda bir değerlendirme yapılmış olsaydı,
Milliyetçi Hareket Partisi’ne haksızlık yapılmış olduğu daha iyi görülecekti.

14. Anayasa Referandumunda Osmaniye ilinden çıkan sonuca bakarak, yazıda giderek
artan sayıda Türk’ün Kürtler ile bir arada yaşama fikrine açık olduğunun ileri
sürülmesi, gereksiz ve olayın tam kavranmadığını gösteren bir ifade olup,
Türklerin ve Kürtlerin bir arada yaşama sorunları bulunmamaktadır. Ve bu ifade
de yine yazının tarafsızlığının sorgulanmasına neden olan bir ifadedir.

Çünkü, Türkler ve Kürtler, zaten bir arada yaşamaktadırlar; bu, yeni bir şey
değildir, 1.000 yıldır olan bir şeydir. İkinci olarak, Barış ve Demokrasi
Partisi seçimleri boykot etmiştir. Yani Kürt kökenli vatandaşlar, yazıda da
ifade edildiği üzere, oy kullanmaya gitmemişler, evlerinde oturmuşlardır. Durum
böyle olunca, “evet” oyu verenlerin Kürt kökenli vatandaşlar olarak kabul
edilmesi ve “evet” oylarının fazla çıktığı yerlere bakarak bunun Türklerin
çoğunun Kürtler ile bir arada yaşamaya açık olduğunun ileri sürülmesi, ne kadar
doğru bir ifade olacaktır!… Üçüncü olarak, Doğu ve Güneydoğu Anadolu
Bölgelerinde Barış ve Demokrasi Partisi’nin tamamıyla etkisine açık olduğu
düşünülen illerin çoğunda (Hakkari ili hariç) bu partinin boykotuna itibar
edilmemesi, Türkler ile Kürtlerin zaten bir arada yaşamakta olduğu anlamına
gelmektedir. Eğer Barış ve Demokrasi Partisi, Doğu ve Güneydoğu Anadolu
Bölgelerinde Kürt kökenli vatandaşlara referandumda oy kullanmayacaksın demesine
rağmen, bölgede Hakkari dışındaki illerde  ciddi bir nüfus (Ağrı-% 51, Bingöl-%
77, Siirt-% 51, Van-% 47 ve Batman % 41’da) sandığa gitmişse, bu durum, hem
sandığa gidenlerin Kürt olmadığı, hem de bu insanların sandığa gitmeyen Kürtler
ile bir arada yaşamakta olduğu anlamına gelir. Dördüncü olarak da, büyük
kentlerde yaşayan Kürt kökenli nüfusun, bir arada yaşayışın en somut örnekleri
olarak ortada bulunduğudur.

Bu nedenlerden dolayı, Anayasa Referandumundan Türkler ile Kürtlerin bir arada
yaşamalarının mümkün olduğu sonucunun çıkarılması, yeni bir şey değildir; bu,
1000 yıldır olan bir şeydir. Yani malumun ilanından ibarettir. Ancak, yazıdaki
bu vurgunun da, yine ayrılıkçı Kürt hareketinin bir sorun olarak mevcut olduğu
bir ortamda, yanlı olduğu ve bu hareketin işine gelebileceği düşünülmektedir.
Türkiye’deki sorun, ayrı yaşayanların bir arada yaşamaya yönlendirilmesi ile
ilgili değildir; sorun, bir arada yaşamakta olanların ayrılmak istemesi ile
ilgilidir.

15. Yazıdan Adalet ve Kalkınma Partisi ile AB karşıtı olmanın ve iktidar
partisinin Barış ve Demokrasi Partisi ile yürüttüğü görüşmeye karşı olmanın,
küçümsendiği ve aşağılandığı gibi bir izlenim de edinilmektedir.

Oysa biz biliyoruz ki, demokratik siyasal kültür, pozitif hukuk kuralları içinde
kalmak kaydıyla, her türlü düşüncenin kendisini ifade edebilmesini öngörür,
bununla varlık kazanır, gelişir ve güçlenir. Yönetimin sınırlı kaynaklarla
yapıldığı, farklı tercihlerin ve çözüm yollarının olabildiği ve iktidar
mücadelesinin bu zemin üzerinde yürütüldüğü, bilinen evrensel gerçeklerdir.
Bilim ve teknikteki gelişmenin toplumu “bilgi toplumu”na dönüştürdüğü,bunun da
düne göre, insanların aynı konuda çok farklı fikirlere daha kolay ulaşmasına,
farklı tercihler ve çözüm yolları geliştirmesine daha çok hizmet ettiği bir
vakıadır. Hal böyle olmasına rağmen, karşı görüşlere ve fikrilere sahip
olunmasının, küçümsenmesi ve aşağılanması  üzücüdür. Özgürlüklerden bahseden bir
yazıda, farkında olarak veya olmayarak, küçümseme ve aşağılama imaları ile
özgürlüklerin kullanılmasının baskı altına alınması, 21. yüzyıl gerçeği ile
bağdaşmamaktadır.

06 Ekim 2010 Salı, 15:32, Ankara-Türkiye (osmetoz@yahoo.com

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk - kilicdaroglu partisinin grup toplantisinda konustu 111777 5

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir