Figen Özen
Tarih 29 Ekim 2004… Mustafa Kemal’in Türk milleti ile birlikte kanla, irfanla ve devrimle kurduğu Cumhuriyet’imizin 81. kuruluş yıl dönümü..
Tarih 29 Ekim 2004… İtalya’nın başkenti Roma….Compidoglio Meydanı… Conservatori Sarayı’nın Jül Sezar Salonu’nda, Türk düşmanı Papa X. İnnocete’nin heykeli önünde, kanla, irfanla, devrimle kurulan Cumhuriyet’in yıl dönümünde, imzalanan AB Anayasa’sı ile “milletin egemenliği” yok edilmiştir. Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül- Şimdi kendileri Atatürk’ün makamında oturmaktadır- AB Anayasası’nı imzalayarak ülkenin ve milletin geleceğini AB’nin vesayetine terk etmişlerdir.
Cumhuriyet’i sorgulayanlar, “ceberut ve statüko” diye tanımlayanlar, attıkları bu imza ile Türk milletinin, kanla, irfanla ve devrimle kurulan Cumhuriyet’inin boynuna AB-D emperyalizminin yağlı urganını geçirmişlerdir. Bu imzalarla ülkenin geleceğine pranga vurulmuş ve milletin egemenliği AB’ye devredilmiştir.
Ülkenin içine düştüğü kaosun baş sorumlusu AB’yi “vasi” tayin eden bu imzalardır.
4 Haziran 2003′de çıkarılan İkiz İhanet Yasaları ise “Demokratik özerklik” hezeyanlarının en önemli dayanağıdır.
12 Eylül’ü milat olarak kabul eden ve Öcalan’ın emir ve talimatlarına göre hareket eden BDP’nin bu konuda gönüllü yardımcılığını iktidar yapmaktadır.
BDP, PKK’nın TBMM’deki siyasi uzantısı ve Öcalan’ın “yetkilendirdiği“, bölücü başının emir ve talimatlarına göre hareket eden bir partidir. PKK’nın uzantısı olan bu parti ile iktidar, 12 Eylül oylamasının ardından, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin Başbakanı’nın makam odasında Türk milletinin gözü önünde, görüşmüştür.
Bu olay, dünya siyasi tarihinde bir ilktir. Bu görüşme “PKK ve Öcalan muhatap kabul edilmelidir.” diyen dokunulmazlık zırhının ardına sığınan bir kesimle yapılmış ve yadsınamaz bir gerçekle PKK’ya meşruiyet kazandırılmıştır. Kısacası terörist örgüt ve onun lideri Öcalan “muhatap” kabul edilmiştir.
Yeni anayasa çalışmaları bu görüşmelerin temeline oturtulacaktır. BDP’nin görüşmelerin ardından açıkça ifade ettiği gibi yeni anayasa çalışmalarının taslağı
Demokratik Toplum Kongresi’nin öngördüğü ve temeli demokratik özerklik, ana dilde eğitimi işaret eden yol haritası ile çizilecektir.
“Anayasa değişikliğini “açılım” için yapıyoruz. bu bir milattır.” söylemi ile Erdoğan’da bu gidişatın işaretini, referandum öncesi vermiştir.
“Türkiye’nin kırılma noktasına geldiğini” ifade etmekten çekinmeyen BDP Genel Başkanı N. Demirtaş ve Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı O. Baydemir’in, nedense üzerinde fazla durulmayan aşağıdaki beyanları, tehlikenin artık kapımıza dayandığının göstergesidir.
“AB müzakerelerinde yer alan ” Bölgesel ve Azınlık Dilleri Şartı” ile ” Ulusal Azınlıkların Korunması Sözleşmesi”ni imzaladınız. Buna uymak zorundasınız. Neden saklıyorsunuz? Ya yalancısınız ya da cahil…”
Adı geçen sözleşmeler iktidar tarafından imzalanmıştır.
Bu sözleşmeler, 29 Haziran 1990 tarihli Kopenhag Kriterleri Belgesi’nde ulusal azınlıkların korunması ile ilgili taahhütlerden yola çıkarak hazırlanmıştır. Hazırlanan çerçeve sözleşmesi Avrupa Dışişleri Bakanlığı Komitesi tarafından, imzalanarak 1 Şubat 1998 tarihinde yürürlüğe girmiştir.
Bu sözleşmeler bir çok ülke tarafından imzalanmış ancak parlamentoları tarafından onaylanmadığı içindir ki geçerlilik kazanamamıştır.
Fransa bu sözleşmeleri imzalamamıştır. Fransa, grupların köken, din veya ırklara göre kabul edilmesinin Fransız Anayasası’na ve Fransa’nın üniter ve ulus devlet anlayışına ters düştüğünü ifade etmiştir.
Fransa’da sadece Fransız halkı tanınmaktadır. Bu ülkede köken, din veya ırk kriterlerinin yasal dayanağı yoktur. Ülkenin ulus dili Fransızca’dır. başka bir dillerde eğitim yapılması ve bu dillerin kamu alanında kullanılması yasaktır.
İngiltere’de de durum aynıdır. Ulus dil İngilizce’dir. Her iki ülkede de bir başka dilin siyasi propaganda aracı olarak kullanılması da mümkün değildir. Böyle bir isteğin dile getirilmesi bile ulusun birliğine “tehdit” olarak kabul edilmektedir.
Avrupa Konseyi Yerel ve Bölgesel Yönetimler Komisyonu’nun 2008 Mart’nda İspanya’nın Malaga şehrinde yapılan toplantıya katılan İçişleri Bakanlığı Müsteşar yardımcısı, iktidar adına konuşarak “Hükümetinin bu sözleşmeleri imzalayabileceğini
söylemiştir.
Daha sonra ” Yeni anayasayla, yerel yönetimlerin güçleneceğini, yakında yürürlüğe girecek yerel yönetimler yasasıyla birlikte, merkezden yerel idarelere kaynak aktarımının artacağını ve yerel yönetimlerin daha özerk kılınacağını” anlatmıştır.
Bildiğiniz gibi AKP’nin Kurucular Kurulu Kitabı’nın 8. sayfasında ” Partimiz merkeziyetçi idareden vazgeçilmesini öngörür. denmektedir. Bu AKP’nin bir noktada ebeliğini yapmış ABD’nin düşünce kuruluşu CFR’ye verilmiş bir sözdür.
Bunun yanı sıra, İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu’da ” Lozan Antlaşması’nda, müslüman olmayan azınlıklara haklar tanındığına, ana dilde eğitimin serbest bırakılarak, dayatmacı Kemalist rejimden vazgeçilmesine” hükmetmiştir.
Erasmuscu İ. Kaboğlu’nun, aymazca vardığı bu hüküm, İHK’nun beslendiği avro ve dolarlara esir düşmüş kefenlenmiş bir beynin eseridir. Bu söylem, gaflet ve delaleti bir kenara bırakın ihanetin ta kendisidir.
Kandil, KCK, PKK,BDP ve liderleri bölücü başı Öcalan’ın dilinden düşmeyen “Demokratik Özerklik” iddiaları artık masada görüşülmeye başlanmış, iktidar tarafından yürütülen İmralı görüşmelerinin de gizliliği kalmamıştır.
Üstelik modelin biçimi ve adı da İspanya örnek alınarak, bölücü başının partisi tarafından, “akil adamlar”ın Başkanı Martti Ahtisaari’nin raporuyla birlikte kamu oyuna açıklanmıştır. Katalunya modeli…
Altı yıldır dilerinden düşürmedikleri Katalan modeli 2004 yılında Leyla Zana tarafından ilan edilmiştir.
Bu ilan ABD’deki Kürt Konferansı’nın sonuç bildirgesi olarak, Amerika’daki gazetelerde yayımlanmıştır.
Martti Ahtisaari’nin başkanı olduğu “Bağımsız Türkiye Komisyonu“, Öcalan’ın ara buluculuk isteği üzerine gelerek, hiç de hakları olmadığı halde Türkiye’nin içişlerine karışmışlardır. İşin üzücü tarafı ise AB vesayetinin çok açık bir göstergesi olan bu davranışa, iktidar ses çıkaramamış, boyun eğmiştir.
Aslında Türkiye AB Anayasası’nın imzalandığı 29 Ekim 2004 tarihinden bu yana, attığı imzalarla AB’nin vesayetini kabul etmiş durumdadır.
Türkiye’nin bölünmesi için örnek olarak seçilen Katalan modeli, İspanya’da yapılan bir referandumla başlamıştır. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi birileri İspanya’da bir düğmeye basmıştır.
Aslında Katalanya daha önce var olan, küçük bir krallıktır. İspanya birliği kurulurken, bu birliğe dahil olmuştur. Bugün ise Katalanya, Avrupa’nın en geniş haklara sahip özerk bölgesidir.
Türkiye’de ise böyle bir durum asla söz konusu değildir. 29 Ekim 1923 de kurulan Cumhuriyet doğrudan, doğruya üniter yapıya sahip bir ulus devlettir. Öylesine sağlam bir temele oturtulmuştur ki, tüm saldırılara rağmen omurgası kırılamamıştır.
” Kürt vatanında Kürt dili ile eğitim yapılacaktır.” söylemi hastalıklı bir beynin ve sapık bir ruhun hezeyanlarından başka bir şey değildir. Tarihin hiç bir döneminde her karışı bin yıllık Türk vatanı olan topraklar üzerinde Kürt devleti kurulmamıştır.
Demokratik Toplum Kongresi Eşbaşkanı Ahmet T. Kürtçe dil kurslarına asla razı olmayacaklarını, ana amaçlarının “ana dilde eğitim” olduğunu söylemekten de çekinmemiştir.
Ahmet T’nin, Demirtaş’ın, Baydemir ve diğerlerinin bu pervasızca duruşu, iktidarının tutarsız ve ödün veren tavrının sonucudur. Okyanus ötesi, Washington kaynaklı, AB dayatmalı açılım paketi ülkeyi dönüşü olmayan bir yola sürüklemektedir.
İmralı-Hükümet- Kandil ve Erbil arasında hızına şeytanın bile imrendiği baş döndürücü bir trafik başlamıştır. Masada PKK ve Öcalan da oturmaktadır. “Ateş kes” senaryosu pazarlığa dönüşmüş, bölücülerin istekleri “Türk vatanı nasıl bölünür ve Kürtleştirilir?” anlayışı ile birleşmiştir.
Emperyalizmin maskeli süvarileri ülkede tozu, dumana katarak atlarını dört nala koşturmaktadır.
İşin en acı tarafı ise iktidar, bu süvarilerin atlarını, çıkardığı yasalar ve İmralı-Kandil ve Erbil görüşmeleri ile yemlemekte, başkanlık sistemini gündeme taşıyarak federasyona giden yol üzerindeki tüm engelleri yok etmektedir.
=================================================================
Posted: 03 Oct 2010 01:35 PM PDT
Osmanlı İmparatorluğu, çöküş sürecini durduramadı. Çünkü o zaman da Osmanlı’nın çöküşü bir Batı projesiydi. Hatta, orduların dağıtılması ve Ankara çevresinde kurulacak devletçiğe sadece polis gücü bulundurma yetkisi verileceği bile konuşuluyordu. İngiltere ve Fransa, önce Osmanlı’yı borçlandırdı, ardından devletin vergi gelirlerine el koydu, ardından sanayisini çökertti. ABD ve Rusya’nın da katkılarıyla Balkanlar’daki isyanları ve Ermeni isyanlarını örgütlediler.
ABD’nin kurduğu kolejler vasıtasıyla Balkanlar süratle Osmanlı’dan kopartıldı. Ardından Ege ve Karadeniz’e dışarıdan Rum nüfus gönderilerek, Anadolu’nun nüfus yapısı değiştirildi. Her köye bir kilise kurulmaya başlandı.
* * *
Mütarekede ordular terhis edildi. Milli Mücadele, terhis edilmeyen Erzurum ve Ankara’da muhafaza edilmiş kuvvetler üzerinden başlatılabildi.
Atatürk’ten sonra 1939’dan itibaren aynı operasyon bir daha başlatıldı. Önce eğitim alanına girdiler ve 1975 yılında, ABD’de eğitilmemiş bir tek üst düzey yönetici bırakmamak hedefine ulaştılar. Hukuki alt yapıyı, 24 Ocak kararları ve 12 Eylül ile birlikte değiştirmeye başladılar; böylece ekonomik alt yapıya el koyma sürecini başlattılar. Tayyip Erdoğan döneminde satışlar neredeyse tamamlandı. Bu süreç devam ederken televizyon ve medya üzerinden, müzik sektörü ve sinema da kullanılarak kültürel operasyonlarla yeni yetişen nesillerin Türk kültür ve değerlerine bağlılığı kırıldı. Dini grupları ele alarak, buralarda kendi milliyetine düşman insanlar yetiştirmeye başladılar. Sovyetler Birliği’ni sıcak denizlere indirmemek için tasarlanan Yeşil Kuşak Projesi’nde kullanılan kişilere daha sonra cemaat kurmaları için doğrudan istihbarat ve para desteği verildi. Tıpkı Bektaşiliğin Türkler adına Balkanları fethetmesi gibi bu defa devşirme sistemi tersine döndürüldü ve Büyük Orta Doğu Projesi’ne hizmet edecek ama bunu “Yeni Osmanlı’ya hizmet” zannedecek yüksek eğitim almış bir kitle oluşturuldu. Bu kitle, devletin ve milletin bütün kadrolarına sızmaya başladı.
* * *
Son olarak hukuki alt yapıyı da değiştirme yoluna gittiler. Sıra Anayasa’nın değiştirilemez ilkelerine geldi. Camilerde Türk Silahlı Kuvvetleri aleyhinde vaazlar vermeye başladılar. Ordudaki Alevi subaylar bir bir harcandı. Bir kısmı zaten intihar etti. Referandumda da Alevi düşmanlığı yapıldı.
Zaten Türkiye’nin başına bir “Kürt sorunu” sardırılmıştı. Milli direnç odaklarını etkisizleştirdikten ve TSK da sesini çıkaramaz hale getirildikten sonra, Türkiye’yi savaş kaybetmiş gibi PKK ile masaya oturttular.
Türkiye’nin bir bölgesinin ve milletin önemli bir bölümünün, önce özerk bir yapı, ardından bağımsız devlet haline getirilmesi için Amerika’nın tecrübeli bir ekibi Türkiye’ye gönderildi. Bunların içine, milliyetçiler arasından devşirilen birkaç kişi de yerleştirdiler ki “Türkiye’yi bölmüyoruz, büyütüyoruz” propagandası ile milleti oyalasınlar. Tablo budur.
* * *
Milletin önemli bir bölümü, siyasetteki Muaviye politikalarına aldanmış durumdadır.
Emevi politikası, Hz. Muhammed’in ev halkına, yani kızına, damadına ve torunlarına camilerde lanet okutulurken bunu sünnetin gereği diye halka benimsetebilmişti.
Şimdi de Büyük Orta Doğu Projesi’ne, yani 22 İslam ülkesinin bu arada Türkiye’nin de parçalanmasına hizmet, “Yeni Osmanlı’ya hizmet” diye yutturulabiliyor.
Türk Milleti, kendi varlığının, içeriden devşirilmiş bir çete tarafından yok edilmek istendiğini görmezse, Anadolu’da tek bir Türk bile bırakmayacaklardır.
Mesele, olan biteni, yılmadan millete anlatabilmektir. O zaman millet gereğini yapar. Türk’ü savunmak, İslam’ı savunmaktır. Mesaj budur.
Arslan BulutYeniçağ
Bir yanıt yazın