12 eylul DARBESI
1402’lik öğretim üyeleri
12 Eylül askeri darbesinin ardından 6 Kasım 1981’de çıkarılan 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile YÖK kuruldu. Ardından, 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu’nun 2301 ve 2766 sayılı kanunla değişik maddelerince özellikle solcu olduğu düşünülen 71 üniversite personeli YÖK tarafından görevlerinden uzaklaştırıldı. İlk uzaklaştırmalar Şubat 1983’te başladı.
Toplam 4891 kamu personeli görevden alınmış ve 38 profesör, 25 doçent, 10 yardımcı doçent 1402’lik olmuştu. Ancak 1402’lik olmasını istemediğinden bizzat istifa yolunu seçenler de hesaba katıldığında, sayının 20 bin dolaylarında olduğu düşünülüyor. 12 Eylül’ün akademik yaşamına son verdiği 1402’lik akademisyenler arasında bulunan Prof. Rona Aybay ile Prof. Gençay Gürsoy, 12 Eylül döneminde yaşadıklarını gazetemize anlattılar.
MELTEM YILMAZ
– 12 Eylül darbesinin sizde kişisel olarak ne gibi etkileri oldu?
12 Eylül 1980 darbesinin ilk uygulamalarından biri, Türk-İş dışındaki sendikaların yöneticilerinin görevden alınması, düzmece birtakım savlarla yargılanmasıdır. DİSK’in, el konulan binasının, daha sonra Anayasa Mahkemesi’ne verilmesi de o dönemin unutulmaması gereken bir uygulamasıdır. Ama 12 Eylül’ün emekçi düşmanlığını gösteren bir uygulama daha vardır: Emeklilikteki “kıdem tazminatı” ödemeleri çok ciddi ölçüde azaltılmış, bu arada“kazanılmış hak”lar da kabaca çiğnenmiştir. Bu, bizim aileyi de etkilemiş; zorunlu emekli olan eşim, hak ettiğinin dörtte biri kadar tazminat alabilmişti. Bugün pek kimsenin anımsamadığı bu uygulama, darbenin emekçi düşmanlığı niteliğini ve kazanılmış haklara saygısızlığını gösterir; ama, darbe dönemlerinin ahlaksızlığını gösteren yanı da vardır: Bu insafsız uygulama ile bütün ödemeler durdurulmuşken, darbeye hizmet arz eden bazı “üst düzey” yöneticilerin işlemlerini elçabukluğuyla tamamlatıp, tazminatlarını kesintisiz almalarına göz yumulmuştur. Bunlar arasında darbeye bakanlık etmiş bir kişi bile vardır, sanırım.
– Can verenler, işkence görenler, yıllarca hapis yatanlar oldu…
12 Eylül’ün başka kurbanlarına yani darağaçlarında can verenlere, işkence görenlere, yıllarca hapis yatanlara oranla bizim çektiklerimiz elbette çok hafif kalır. Ama, rahmetli annemin tepkisini belirtmek isterim: Yetiştirdiği, her biri meslek yaşamında başarılı olmuş dört oğulla pek övünç duyan, yiğit bir Türk kadını olan annem; askeri topçu okulunda İsmet Paşa’ya da hocalık etmiş, kendi babasını anımsatıp “Ben vatana zararlı evlatlar mı yetiştirmişim? Gidip o sıkıyönetim paşasına bunun hesabını sormaz mıyım?”diye ayaklanmıştı da zor zaptetmiştik!
Söylediğim gibi, 1402’liklerin göreve dönüşünü, aralarında üniversite öğretim üyeliğinden gelenlerin de bulunduğu bakanlara ve milletvekillerine değil, Türk idari yargısına borçluyuz. 1402’liklerin göreve dönmesi yönünde ilk yargı kararını veren İstanbul İdare Mahkemesi’nin üç bayan yargıcı olmuş; üniversiteler temyiz yoluyla davayı Danıştay’a götürmüşlerdir. Danıştay’ın o zamanki 5. Daire BaşkanıNuri Alan ve seçkin idare yargıçlarımız da, darbe döneminin insafsız işleminin hukuka aykırılığını tescil ederek tarihte saygın bir yer almışlardır.
Aralarında, genç yaşta yitirdiğimiz Bülent Tanör ve Üstün Korugan gibi “1402’lik”öğretim üyeleri de olan ilkokul öğretmeni, orman memuru gibi müvekkillerimin, 7 yılı aşkın bir süre sonra da olsa göreve dönmelerini sağlamak, avukat olarak bana büyük bir onur vermiştir. 1402’liklerin görevden uzaklaştırılmasında hiçbir rolü olmadığını ısrarla ileri süren YÖK’ün kurucusu ve ilk başkanı İhsan Doğramacı’ya karşı kendi imzasını taşıyan belgeleri mahkemeye sunmak ve yayımlamakla da, tarihe karşı, karınca kararınca bir görevi yerine getirdiğimi sanıyorum.
– 12 Eylül’ün getirdiği üniversite düzeni hakkında ne düşünüyorsunuz?
12 Eylül’ün, üniversite öğretim üyelerinin genellikle “solcu” bilinen hocalarının bir bölümüne uyguladığı tasfiye, sindirme ve“uyumlu” hale getirme uygulamaları; darbenin, aydınlığa ve emekçiye düşman nitelikteki yapısı içinde bakıldığında hiç şaşırtıcı değildir. Bu uygulama bir günde yapılıp bitirilmemiş; “salam taktiği” ile zaman içine yayılarak; bir gün 3 hoca, ertesi gün ya da hafta başka bir üniversiteden 5 hoca, 1402’lik edilerek,“Acaba ben de sırada mıyım?” korkusuyla insanların sindirilmesine çalışılmıştır. Bu arada, protesto için istifa ederek görevden ayrılan öğretim üyeleri de olmuştur. Örneğin, İstanbul SBF Dekanı hocamızTarık Zafer Tunaya, Dekan Yardımcısı Prof. Aydın Aybay’a görevine son verildiği yazısı tebliğ edilince, “Aydın, benim istifamı yazar mısın?” demiş ve görevden ayrılmıştır. Ankara SBF’den o zaman Doçent Fazıl Sağlam, yaş haddinden emekli olmasına çok kısa bir süre kalan kürsü hocası Prof. Bahri Savcı’nın, veda dersini hazırlarken 1402’lik edilmesi üzerine, istifa etmiştir.
– 12 Eylül darbecileri mevcut üniversite yapısından neden rahatsız oldular?
Fakültelerin tüzelkişiliğine son verilmesi, fakülte kurullarının oluşum ve yetkiler bakımından, eskiyle ölçülmeyecek kadar önemsiz hale getirilmesi; üniversite ve fakülte işlerinde saydamlık ve aleniyetin yerini gizliliğin alması; rektörlük, dekanlık gibi yönetim mevkilerinin, gelip geçici görevler değil, yıllarca süren saltanat makamları olması; yöneticilerin, kendilerini meslektaşlarına karşı değil“yukarıya” karşı sorumlu saymaları… Bu arada 82 Anayasası, üniversitelerin “kendi varlık ve görevlerini ilgilendiren alanlarda” Anayasa Mahkemesi’ne başvurma olanağını da kaldırmıştır.
– YÖK’ün en önemli yıkımı nedir?
YÖK’ün getirdiği yıkımların belki de en önemlisi, asistanlığı, ad olarak da kurum olarak da kaldırmasıdır. 1946 yılında çıkan Üniversiteler Kanunu’nda “öğretim üyeliğinin doğal kaynağı” olduğu belirtilen asistanlık kaldırılmış, yerine hiçbir güvencesi olmayan “araştırma görevlisi” diye sıradan bir statü getirilerek, bir anlamda öğretim üyeliğinin kaynağı kurutulmuştur. Doçent unvanı almak için bir “doçentlik tezi” yazarak jüriye kabul ettirilmesi koşulu da kaldırılmıştır. Oysa, birçok bilimsel araştırma doçentlik tezinin ürünü olarak ortaya çıkıyordu. Buna karşılık, akademik terfiler için bir “yabancı dergide yayın fetişi” yaratılmıştır. “Citation index” diye, tıp ve mühendislik gibi alanlarda belki geçerli olabilecek bir değerlendirme ölçütü de buna eklenince; sosyal, siyasal bilimler alanında çalışan öğretim üyelerinin bilimsel araştırma özgürlüğü kısıtlanmıştır. Çünkü örneğin, Türkiye’nin ekonomisi, tarım, ulaştırma, madenler gibi alanlardaki politikaları, uluslararası ilişkileri ya da ilaç endüstrisi gibi alanlarda yabancı sermaye çevrelerinin hoşuna gitmeyecek türde makaleler yazanların, yabancı dergilerde yayın yapmasının güçlükleri nedeniyle akademik terfileri engellenmiştir.
Trajikomik öyküye çok güldük
– Bu süreçte neler yaşandı?
Bu dönemin trajikomik bir öyküsünü, ünlü te-levizyoncu Uğur Dündar, ekranlara getirmişti de gülmekten bayılmıştık: Unvan almak amacıyla yurtdışında yayın yapmak için çırpınan genç öğretim üyelerinin imdadına koşan(!) bazı açıkgözler, İtalya’da uyduruk bir dergi çıkarmaya başlamışlar ve para karşılığıİngilizce makaleler yayımlamışlardı. Bir muzip öğretim üyesi de, bu sahtekârlığı ortaya çıkarmak amacıyla İngilizce olarak“fasulyenin nimetleri” adlı çok bilimsel(!) bir makaleyi aynı dergide yayımlatmıştı!
YÖK bir yandan “doçentlik tezi”ni kaldırmış, öte yandan doçentlikten profesörlüğe yükselmenin koşulu olarak“rotasyon” denen yöntem getirmişti: Profesör olmak için başka bir üniversitede belli bir süre hizmet etmek zorunlu oluyordu. Birçok alanda, araştırmaların bir“takım çalışması” halinde yürütüldüğü göz ardı edilen bu uygulamada, taşra üniversitesine gönderilen doçent, orada tek başına, kütüphanesiz, laboratuvarsız, asistansız gün saymak durumunda kalmıştır.
Öğretim üyeliğini belli bir dersi okutmaktan ibaret hale getiren bu zorunlu hizmetin yerine getirilmesi sırasında, çoğu zaman bir yarıyılın dersleri iki üç haftaya sığdırılarak verilmiş yani yasak savılmıştır. Ancak, uygulamalardaki ahlak düşüklüğü burada da kendini göstermiş; rotasyon uygulanmasında “bizim çocuklar” kayrılarak, aynı kentteki bir başka üniversitede görevlendirilirken,“kötü çocuklar” taşraya gönderilmiştir.
Prof. Gençay Gürsoy: Dinci ve milliyetçi kadrolaşma devam ediyor
12 Eylül darbesinin 1402’lik akademisyenler arasında fişlediği Türk Tabipleri Birliği Başkanı Prof. Gençay Gürsoy ise yaşadıklarını şöyle anlattı:
“12 Eylül askeri darbesi sırasında Paris’teydim. Eylül sonuna doğru döndüm. Son bir yıldır İstanbul Tabip Odası Genel Sekreteri olarak görev yapıyordum. Daha önce sol eğilimli çeşitli derneklerin yönetiminde bulunmuştum. Bütün bu örgütler herhalde darbecilerin hedef tahtasındaydı. Askeri rejim üniversiteleri, sivil toplum kuruluşlarını ezip geçiyordu. Bütün sol eğilimli sendikalar, meslek odaları, dernekler, partiler, sol eğilimli vakıflar kapatılmış, bizim İstanbul Tabip Odası ve Türk Tabipleri Birliği’nin kapısı mühürlenmişti. Geçmişteki çeşitli dernek faaliyetleri nedeniyle açılan soruşturmalar ve davalar için koşuştururken 1983 başında solcu olarak tanınan öğretim üyelerine birer birer ‘sarı zarflar’ gelmeye başladı: ‘…1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası’nın 2. maddesinin son fıkrası uyarınca, bir daha kamu hizmetinde çalıştırılmamak üzere görevinize son verilmiştir…’ Hakkımızda kesinleşmiş bir mahkûmiyet kararı olmadığı gibi isnat edilen herhangi bir suç da yoktu. İstanbul’dan atılanlar listesinde klasik solcu kimliğine uymayan bir tek Prof. Dr.Hüseyin Hatemi vardı.”
Bu süreçte bazı öğretim üyelerinin ülkenin bunaltıcı atmosferinden kurtulmak için yurtdışına gittiğini anlatan Prof. Gürsoy, şöyle devam etti:
“Ben ve öteki hekim öğretim üyesi arkadaşlar için tek çalışma alanı olarak muayenehane açmak ya da özel hastanelerde çalışmak kalıyordu. Benim özel alanda hekimlik yapmak konusunda hiç deneyimim yoktu. Bu yüzden ben de yurtdışına gitmeye karar verdim. Daha önce Avrupa’da çalıştığım üniversitelerden gelen teklifler arasında bir tercih yapmak üzereyken yurtdışına çıkışım yasaklandı. Yasak yıllar sonra Ankara’da Uğur Mumcu’nun çabalarıyla kaldırılabildi. 1983-90 dönemi bizler için her şeye sıfırdan başlayarak, yerle bir edilen demokrasinin ve sol birikimin enkazı üzerinde taş üstüne taş koymaya çalışmakla geçti. Askeri rejimin yasaklamadığı tek toplumsal faaliyet alanı‘şirketler’di. Kültür, sanat ve bilim alanında çalışmalar yapacak ‘anonim şirketler’kurmaya başladık. Mustafa Kemal Ağaoğlu’nun çabalarıyla oluşan BİLSAK, bu modelin ilk örneklerinden biriydi. Daha sonra Aziz Nesin’in öncülüğünde EKİN ve BİLAR kuruldu. Buralarda üniversite dışına itilmiş 1402’likler olarak, bir tür alternatif kültür ve eğitim kurumları oluşturmaya çalışıyorduk. O dönemde, yine Aziz Nesin’in önayak olmasıyla örgütlenen ‘Aydınlar Dilekçesi’, askeri rejime karşı 1980’den sonraki ilk toplumsal muhalefet hareketiydi. Dilekçeye imza koyanlar hakkında derhal dava açıldı. Ankara’da açılan ve beraatla sonuçlanan davanın her duruşması demokratik muhalefet hareketinin kürsüsü gibi işlev görüyordu.”
1990 yılında 1402’likler davasının sonuçlandığını anımsatan Prof. Gürsoy,“Ancak bugün dahi üniversitelerde dinci ve milliyetçi kadrolaşma devam ediyor”diyerek şunları söyledi: “1990’da 1402’likler davası sonuçlandı ve hep birlikte üniversitelerimize döndük. Ancak bıraktığımızdan çok farklı bir üniversiteye dönmüştük. Depolitizasyon, ilgisizlik, yılgınlık had safhadaydı. YÖK tam bir monolitik yapı oluşturmuş, bütün yetkiler rektörlerin elinde toplanmış, katılım kanalları tümüyle tıkanmıştı. Aradan bunca yıl geçmesine ve yasada birçok değişiklik yapılmış olmasına karşın bu özellikler değişmedi ve YÖK tipik bir 12 Eylül kurumu olarak bugüne kadar işlevini sürdürdü. Özellikle yeni kurulan üniversitelerde YÖK’ün bu merkeziyetçi yapısı ve rektör atamaları eliyle dinci ve milliyetçi kadrolaşma bütün hızıyla bugün de devam ediyor.”
Bir yanıt yazın