EGEMENLİK KAYITSIZ ŞARTSIZ MİLLETİNDİR!

Anayasalar bir devletin yol haritasıdır denilebilir. Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk’ün vefatının ardından Türkiye’nin yol haritası da değişmeye başlamış, günümüze kadar yapılan değişiklik ve eklemelerle yaklaşık beş katına çıkarılmıştır. Ancak başlangıçtaki çok önemli iki temel prensip gözlerden uzaklaşmıştır. Bu prensiplerden birincisi tam bağımsızlık, ikincisi de milli egemenliktir.

Cumhuriyetin kuruluşundaki bu esaslara göre Türk milleti kendi kendisini yönetme hakkını asla elinden bırakmayacaktır. Başka devletlerin talimatları altında yaşamayacaktır!

Günümüzde tam bağımsızlık hedefinin yerini AB’ye tam üyelik hedefi almıştır. Milli egemenlik ilkesi ise “sınırlı egemenlik” aşamasına gelmiştir.

Osmanlı Devleti’nin egemenliği:

Osmanlı Devleti güçlü ve merkeziyetçi bir yönetim sistemine sahipti. Ancak devlet sistemi çok hukukluydu. Bir başka deyişle farklı dine mensup cemaatler ayrı hukuk düzenine sahipti. “Kanunların şahsiliği usulü” geçerliydi. Yabancılara ve gayrimüslimlere geniş ayrıcalıklar tanınmıştı. (Prof. Dr. M. Cemil Bilsel, Lozan, Sosyal Yay., 1998, II. C., s. 29 vd. s. 41)

Osmanlı Devleti giderek merkeziyetçilikten uzaklaşmış, eyaletlerdeki yönetimler yerel güçlerin eline geçmiş ve hükümet otoritesi sarsılmıştır. (Prof. Dr. Ahmet Cevat Eren, Tanzimat Fermanı ve Dönemi, Der Yay., 2007, s. 18 )

Özellikle 1839 Tanzimat Fermanını izleyen dönemde, Avrupalı devletlerin Osmanlı Hıristiyanları için “önce imtiyaz, sonra özerklik ve nihayet bağımsızlık istemeleri” döngü haline gelmiştir. (Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, Ermeni Tehciri, Babıali Kültür Yay., 2006, s. 25)

Kısacası çok hukuklu Osmanlı Devleti büyük devletlerin müdahalesiyle egemenliğini giderek kaybetmiş, adem-i merkeziyetçiliğe kaymış ve nihayet dağılmıştır.

Türk milletinin egemenliğini eline alması:

23 Nisan 1920’de TBMM açılmış ve Türk milleti egemenliğini eline almıştır.

TBMM, dünyaya verilen en büyük halk yönetimi/ demokrasi dersidir.

Bilindiği üzere Sultan Vahdettin, Mondros Mütarekesi’nden sonra Osmanlı Mebuslar Meclisi’ni kapatmıştır. (21 Aralık 1918) Osmanlı Meclisi, Mustafa Kemal’in telkinleri ile yeniden açılmış ve Misak-ı Milli’yi (Milli Yemini) kabul etmiştir.

Ne yazık ki Misak-ı Milli’den bir ay sonra, işgal kuvvetleri Meclis’i basmış, milliyetçi gördüğü mebusları Malta Adası’na sürgün etmiştir. (16 Mart 1920) Sultan Vahdettin de Osmanlı Meclisi’ni ikinci ve son kez kapatmıştır.( 11 Nisan 1920)

Ulu önder Atatürk ise 23 Nisan 1920 tarihinde TBMM’yi kurmuş, İstiklâl Savaşı zamanında bile yetkisiz adım atmamış, her sorunu hukuka uygun olarak çözmüştür.

Falih Rıfkı Atay Atatürk’ün memleketi asla “meclissiz bırakmamasını” şöyle anlatmaktadır:

“Atatürk bir hürriyetçi idi. Ömrünce memleketi meclissiz bırakmamıştır. Kurtuluş savaşının en buhranlı günlerinde:

– Kapatalım bu meclisi! diyenlere:

– Meclis olmazsa biz havada kalırız, demişti.

O buhranlı günlerde bile zamanının çoğunu mecliste muhalifleri ile tartışmalara ayırmak zorunda kalmıştır. Atatürk’ün ideali milletin kendi kendini idare etmesi idi. Bunun için de milletin kendi iradesine tam sahip olması lâzımdı.”

(Falih Rıfkı Atay, 4 Kitap Birarada; Babanız Atatürk, Bayrak, Atatürkçülük Nedir? Atatürk Ne İdi?, Bateş, 1998, s. 121)

Atatürk, düzenli ordu kurulurken de TBMM’den aldığı yetkiler çerçevesinde hareket etmiştir. Ordunun gerekliliğini ise şöyle ifade etmiştir:

“Ordu istemeyen ve ordunun yüklediği maddi ve manevi özveriyi göze aldırmayan bir millet, tutsaklık zincirini kendi eliyle boynuna geçirir.” (Prof. Dr. Afet İnan, Medeni Bilgiler, Atatürk Araştırma Merkezi, 2000, s.146)

Bugün Ordu konusunun NATO konusundan bağımsız olarak ele alınabilmesi mümkün değildir.

 

Cumhuriyetin kuruluşundaki milli egemenlik ilkesi:

Osmanlı Devleti, çok milletli ve çok hukuklu bir devlet idi. Türkiye Cumhuriyeti Devleti ise bir millet ve bir hukuk esasıyla milli bir devlet olarak kurulmuştur.

1921 yılında çıkarılan Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun ilk maddesi “hakimiyet bilâ kaydü şart milletindir.” şeklindedir. Yine de bu bir kanundu ve 1876 tarihli Kanun-i Esasi (Anayasa) yürürlükteydi.

Cumhuriyetin 29 Ekim 1923 tarihinde ilân edilmesinden sonra yeni devletin esaslarını gösteren 1924 Anayasası hazırlanmıştır.

1924 Anayasası’nın 3. maddesi yine kısa ve özdür: “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.”

Bir başka deyişle egemenlik tümüyle ve sadece Türk milletine aittir. Diğer devletler Türkiye’nin yasama, yürütme ve yargısına müdahale edemezler. (Tam bağımsızlık).

Artık egemenlik herhangi bir şahısta değildir. (Monarşi).

Egemenlik herhangi bir grupta veya sınıfta da değildir. (Oligarşi).

Türkiye’de egemenlik milletindir. (Demokrasi/ halkçılık).

(Prof. Dr. Afet İnan, Medeni Bilgiler, Atatürk Araştırma Merkezi, 2000, s.38-40)

Dolayısıyla millet egemenliği birdir, çeşitli gruplar arasında paylaşılamaz ve başka devletlere devredilemez.

Millet egemenliğinin bir ve devredilemez oluşu, bir milleti (milli devlet) ve bir hukuku (laiklik) gerektirmektedir.

Cumhuriyetin kuruluşundaki laiklik ilkesi:

Laiklik, ırk veya din ayrımı yapılmaksızın ve kimseye ayrıcalık tanınmaksızın bütün vatandaşların aynı hukuka tâbi olmasıdır.

Gülseren Aytaş

Nitekim Cumhuriyetin kuruluşunda vatandaşlar arasında din ve ırk ayrımı yapılmamıştır. Vatandaşlar “sen Alevi’sin, sen Laz’sın, sen Rum’sun, sen Kürt’sün” diye ayrılmamış, bütün vatandaşlar Türk milletinin bir ferdi olarak kabul edilmiştir. Türklük devletimizin milli kimliği olmuştur. Bu durum, şüphesiz ki Türk tarihinin veya Türkiye dışındaki Türklerin inkârı değildir. Türklüğün milli kimlik olarak kabul edilmesi, “Türk vatandaşlığı” kavramını oluşturmaktadır.

Türk vatandaşlığı kavramı ise vatandaşlar arasında hiçbir ayrıcalığa izin  verilmemesini/ laikliği gerektirmektedir.

Nitekim Cumhuriyet kurulurken Osmanlı Devleti zamanında uygulanan ayrıcalıkların tümü kaldırılmıştır. Kanun önünde eşitliği temel alan bir hukuk düzeni kurulmuştur.

Böylece şahsi (kişiye/gruba göre uygulanan) hukuktan laik (bütün vatandaşlara uygulanan) hukuka geçilmiştir.

1924 Anayasası’ndaki ifadeler açık ve nettir:

“Türkiye Devleti Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Halkçı, Devletçi, Layik ve Devrimcidir.” (Madde 2) (Ne hazindir ki bugün bu kavramlar sağa-sola savrulmuş durumdadır.)

“Türkiye’de din ve ırk ayırdedilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese ‘Türk’ denir. (md. 88)

“Her Türk hür doğar, hür yaşar.” (md. 68)

“Türkler kanun karşısında eşittirler ve ayrıksız kanuna uymak ödevindedirler. Her türlü grup, sınıf, aile ve kişi ayrıcalıkları kaldırılmıştır ve yasaktır.” (md. 69)

Atatürk zamanında getirilen laik hukuk düzeni, Türk kültürüne uygun bir hukuk düzenidir. Nitekim Türk kültüründe insanlar arasında ayrım yapmadan adaleti tesis etmek, kişilerin kanun önünde bir tutulması esastır. Neredeyse bin sene önce yazılan Türk kitabı (1070) Kutadgu Bilig’de şöyle denilmektedir:

“Ben işleri doğruluk ile hallederim.

“insanları bey veya kul diye ayırmam.

(…)

“Gerek oğlum, yakınım veya hısmım olsun;

“gerek yolcu, geçici veya konuk olsun;

“Kanun karşısında benim için hepsi birdir;

“hüküm verirken hiçbiri beni farklı bulmaz.”

(Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig, Çev. Prof. Dr. Reşit Rahmeti Arat, Kabalcı Yay., Eylül 2008, s. 221, 223)

Ne var ki eski müttefik bugünkü küresel devletler yüzyıllardan beri olduğu gibi “kanun önünde daha eşitliği”  istemektedir. Ayrıcalık isteklerinin önündeki en büyük engel laikliktir. Laikliğin yanlış bir şekilde “dinsizlik” olarak tanıtılması sebepsiz değildir.

 

Cumhuriyetin kuruluşunda devletin merkeziyetçiliği:

Merkeziyetçilik, yasama-yürütme-yargı egemenliğinin ülkenin çeşitli bölgeleri arasında pay edilememesi, devlet idaresinin bir bütünlük içinde olması demektir.

Türk kültüründe de durum böyledir.

Nitekim Bahaeddin Ögel, “Türklerde Çift-Krallık” isimli bir tebliği eleştirerek; “Halbuki Türk devletlerine hakim olan tek ve ana prensip ise devlet içinde ‘tek otorite’nin bulunması idi.” demektedir. (Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, C.II, M.E.B. Yay., 1971, s. 86)

Cumhuriyetin kuruluşunda da merkeziyetçi bir devlet yapısı öngörülmüştür. 1924 Anayasası’na göre Türkiye illere ayrılmıştır. (md.89) İllerin işleri konusunda ise sadece “görev ayrımı” vardır. (md.91)

Atatürk’ten sonra milli egemenlik:

Bilindiği üzere Türk milleti egemenliğini yasama, yürütme ve yargı eliyle kullanmaktadır. (Anayasa md.6)

Türk milletinin yasama, yürütme ve yargı egemenliğinin bir bölümünün(?) AB kurumlarına devredilmesi, kamuoyunda neredeyse hiç konuşulmayan bir konudur. Bu duruma ilk kez dikkât çeken kişi herhalde Yılmaz Dikbaş’dır. (Yılmaz Dikbaş, Avrupa Birliği- Tabuta Çakılan Son Çivi, Asya Şafak Yay., Temmuz 2007, s.713 vd.)

İşte bu hayati konu DPT 8. Beş Yıllık Kalkınma Planı (2000) Türkiye-AB İlişkileri Özel İhtisas Komisyonu Raporu’nda şöyle ifade edilmiştir:

“.. Avrupa Birliğini uluslararası düzeyde kurulan diğer örgütlerden ayıran en önemli özellik, Birliğin “uluslarüstü yapısı” ve bunun gereği olarak, egemen yetkilerin üye devletler tarafından Birliğe kısmen devri olgusudur. Yetki devri olgusu, ulusal planda kullanılan, “yasama, yürütme ve yargı” yetkilerinin bir bölümünün Birlik kurumlarına devri şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bu itibarla üzerinde önemle durulması gereken bir noktada Anayasamızın egemenlik ve egemenliğin yetkili organlarca kullanılması ile ilgili hükümlerinin, Avrupa Birliğine tam üyeliğin gerektireceği Anayasa değişiklikleri çerçevesinde gözden geçirilmesi hususudur.” (s.161)

(Türkiye-AB İlişkileri Özel İhtisas Komisyonu Raporu; DPT 8. Beş Yıllık Kalkınma Planı, 2000, , 17.03.2008)

Görüldüğü üzere AB süreci “ yasama, yürütme ve yargı yetkilerinin bir bölümünün Birlik kurumlarına devri”ni öngörmekte; bir başka deyişle egemenliğin sınırlanmasını gerektirmektedir.

Oysa Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hiçbir organının millet egemenliğini sınırlayıcı bir karar alma yetkisi yoktur. Devlet organlarına böyle bir yetki de verilemez, çünkü egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Nitekim millet adına yasa çıkaran milletvekilleri, “milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacaklarına” dair and içerler. (Anayasa md.81)

Bir başka deyişle, milli egemenlik kayıt ve şart altına alınamaz, sınırlanamaz, sınırlanması teklif dahi edilemez. (Anayasa Başlangıç Bölümü, 1., 3., 5. Paragraf, md.2, md.4, md.6) Türkiye Cumhuriyeti, Türk milletinin egemenlik haklarının hiçbir şekil veya şartla kısıtlanamayacağı bir devlettir.

Yeni Anayasa önerisinde sınırlı egemenlik:

2007 yılında yeni bir Anayasa önerisi hazırlanmış ancak “Anayasa’dan Atatürk’ü çıkarmak” mealindeki sözler nedeniyle tepki uyandırmış ve şimdilik rafa kaldırılmıştır.(*)

Yeni Anayasa önerisinin 5. maddesinin ilk fıkrası şöyledir; “Egemenlik kayıtsız şartsız Milletindir.” Ancak aynı maddenin son fıkrası şöyledir; “Milletlerarası ve milletlerüstü kuruluşlara üyelikten kaynaklanan sınırlamalar saklıdır.”(md.5/1,4 )

Bir başka deyişle, bu anayasa önerisi kabul edildiği takdirde Cumhuriyetimizin en temel niteliği olan milli egemenlik ilkesi ortadan kalkmış olacaktır.

(*)Prof. Dr. Ergun Özbudun (Komisyon Başkanı), Prof. Dr. Zühtü Arslan, Prof. Dr. Yavuz Atar, Prof. Dr. Fazıl Hüsnü Erdem, Prof. Dr. Levent Köker, Doç. Dr. Serap Yazıcı, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası Önerisi, 30 Eylül 2007 tarihli Para Dergisinin ücretsiz eki, Princity, İstanbul 2007.

 

Atatürk’ten sonra laiklik/ kanun önünde eşitlik ilkesi:

Uygulamaya yönelik eleştirilerde bulunmakla birlikte,“Laiklik bir itidal ve muvazene [denge] sistemidir.” diyen Prof. Ali Fuat Başgil, laikliğin inkârcılık veya din düşmanlığı olmadığını izah etmiştir. (Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil, Din ve Laiklik, Yağmur Yay., İstanbul, 1962, s.167, 158 vd.)

Laikliğin “dinsizlik” olarak algılanmasına yol açan ve herkesin ister istemez katıldığı tartışmalar çıkmasının sebepleri üzerinde düşünülmelidir.

2008 yılında AB Komisyonu Başkanı Barroso, “Laiklik zorla dayatılamaz.” demiş ve Türkiye’de demokratik laikliğin olması gerektiğini söylemiştir. (9 Mayıs 2008, Milliyet)

ABD’li tarihçi Lowry, “Etnik bir kimlik. Türklük… Bir de üzerine laiklik. Yani, o güne kadar alıştığı Müslüman kimliğini çok geri plana itiyorsunuz.” demiştir. Lowry, Osmanlıların inanılmaz bir idari sistem yarattığını belirterek; “Meselâ bakıyoruz vergi defterlerine, bir verginin adı bir yerde Sırpça, bir yerde Yunanca geçiyor.” demiştir. (9-10 Haziran 2008, Milliyet, Devrim Sevimay’ın röportajı)

Hudson Enstitüsü üyesi O’Sullivan ise şunları söylemiştir: “Türkiye’nin lâiklik anlayışı artık değişmek zorunda ve bu değişimi garanti altına alıp koruyacak bir anayasa gelmek zorunda.” (19 Ekim 2008, Hürriyet, Soner Yalçın)

ABD’li ve AB’li uzmanlar, laikliğin dinsizlik olmadığını bilmesi gereken bir konumdadırlar. Buna rağmen Türkiye’deki bir milletli ve bir hukuklu/ laik sistem konusunda negatiftirler. Osmanlı Devleti zamanındaki çok milletli ve çok hukuklu/ imtiyazlı sistem konusunda ise pozitiftirler. Tanzimat-ı Hayriye’nin, Neo-Osmanlı doktrininin ve AB sürecinin dönüp dolaşıp geldiği yer işte burasıdır.

Olumsuz sonuçları bilinen 19. asır uygulamalarının “çağdaşlık” ve “evrensel değerler” olarak kabul edilmesi, Türkiye’yi laiklik konusunda Anayasa değişikliği taleplerine kadar getirmiştir.

Yeni Anayasa önerisinde “kanun önünde daha eşitlik” zemini:

2007 yılında hazırlanan ve şimdilik rafa kaldırılan yeni Anayasa önerisinde;

“Kadınlar, çocuklar, yaşlılar ve engelliler gibi özel surette korunmayı gerektiren kesimler için alınacak tedbirler, eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz.” denilmektedir. (md. 9/3)

Çocuklar veya engelliler için alınacak tedbirler zaten eşitlik ilkesine aykırı olamaz. Aksine bu tedbirlerin alınması sosyal devlet olmanın gereklerinden biridir. O halde neden böyle bir maddeye ihtiyaç duyulmaktadır?

Durum şudur ki bu değişiklik önerisine göre “özel surette korunmayı gerektiren kesimler (gruplar)” kavramı Anayasa’ya girmiş olacaktır. “Pozitif ayrımcılık” uygulanacağı söylenen bu kesimler, Anayasa’da örnekleyici olarak sayılmıştır. Yani daha sonraki anayasa değişikliklerinde bu kesimlerin sayısı arttırılabilecektir. Ayrıca uygulamada, etnik, kültürel, dilsel ve dinsel grupların da “özel surette korunmayı gerektiren kesimler” kavramı içinde mütalâa edilmesi gerektiği ileri sürülebilecektir.

Nitekim önerinin gerekçe bölümünde, “devletin ülkede mevcut olan etnik, kültürel, dilsel ve dinsel çeşitliliğe saygı yükümlülüğü” nden bahsedilmekte, Devlet’in bu konuda her türlü tedbiri almak zorunda olduğu söylenmektedir. (aynı eser; s.50, md.9/son)

Bir başka deyişle, bu anayasa önerisi kabul edildiği takdirde Cumhuriyetimizin temel niteliği olan laiklik ilkesine aykırı olarak imtiyazlı uygulamalara kapı açılmış olacaktır.

Unutulmaması gereken hukuki durum şudur:  Laik bir devlette kanun önünde eşitlik esastır, hiçbir gruba hiçbir ad altında ayrıcalık tanınamaz, “hukuk dışında hukuk” ve “devlet içinde devlet” olmaz.

 

Dilekçe hakkından Ombudsmanlık Kurumu’na:

1924 Anayasası’na göre vatandaşlar, kendileriyle veya kamuyla ilgili şikayetlerini yetkili makamlara veya TBMM’ye tek tek veya topluca bildirebilir. (md.82)

1961 Anayasası’nda bu hak aynen korunmuştur. (md. 62)

1982 Anayasası’nda ise dilekçe hakkına önemli bir sınırlama getirilmiştir; vatandaşların toplu olarak dilekçe verme hakları kaldırılmıştır. Vatandaşlar artık tek tek dilekçe verebilecektir. (md. 74)

Toplu dilekçe hakkı halâ geri verilmemiştir.

Buna karşılık 12 Eylül’de referanduma sunulacak Anayasa değişikliğinde bu maddeye bir ekleme yapılmış ve Ombudsmanlık (Kamu Denetçiliği) Kurumu getirilmiştir. Bu kurumun, İdare ile ilgili şikayetleri incelemesi öngörülmüştür.

Bu değişiklik önerisi ile idari mahkemelerle benzer nitelikleri olan ancak yargı dışında  bir  kurum ihdas edilmiştir.  Bu durum, alternatif yargı yolları yaratarak çok hukukluluğa yasal zemin hazırlayan arabuluculuk kanunu tasarısı (mahkemesiz adalet projesi) ile paraleldir.

 

Atatürk’ten sonra devletin merkeziyetçiliği:

1961 Anayasası’nda;

“Merkezden yönetim ve yerinden yönetim esasları” kavramı getirilmiştir. Yalnız “İdarenin bütünlüğü” kuralı vardır. (md.112)

1982 Anayasası’nda;

“Merkezden yönetim ve yerinden yönetim esasları” kavramı ve “idarenin bütünlüğü” ilkesi korunmuştur. Ancak Anayasa’ya “idari vesayet” kavramı girmiştir. (md.127/5) Buna göre merkezi idare, mahalli idarelerin vasisi konumuna getirilmiştir. (md.123 ve md.127/5)

AB’nin 2005 yılı İlerleme Raporu’ndaki ifadeler durumu daha net göstermektedir:

“Belediyeler Kanunu, Büyükşehir Belediyeleri Kanunu ve İl Özel İdaresi Kanunu olmak üzere geriye kalan üç yasa, Temmuz 2005’te kabul edilmiştir.

“Türkiye Cumhuriyeti, ekonomik kalkınmada katılımcı yaklaşımlar konusunda sınırlı deneyimi olan, oldukça merkeziyetçi bir devlettir. Sözkonusu kanun paketi, kamu idaresinin en alt kademelerindeki makamlara yetki devri sağladığı ve bölgesel düzeyde yerel demokrasiyi işler hale getirdiği cihetle memnuniyetle karşılanmaktadır.” , 26.04.2008)

2006 yılı AB İlerleme Raporu’nda ise “yetki devri” nin devam etmesi talep edilmektedir:

“2004’de Cumhurbaşkanınca veto edilen Kamu Yönetimi Reformu Çerçeve Yasasının kabulü konusunda ilerleme kaydedilmemiştir. Bunun sonucunda, merkezi idareden yerel yönetimlere yetki devri gerçekleşmemiştir.” , 26.04.2008)

Bütün bu yasal düzenlemelerin merkeziyetçilikten adem-i merkeziyetçiliğe gidiş olduğuna şüphe yoktur. Cumhuriyetin kuruluşunda illerin işleri konusunda sadece “görev ayrımı” vardır. (1924 Anayasası md.91) Oysa AB, egemenlik yetkilerinin yerel yönetimlere devrini istemektedir.

Cumhuriyetten günümüze yargı bağımsızlığı ilkesi:

Bir devletin bağımsızlığının ve egemenliğinin ilk şartı, bağımsız hukuk sistemidir. Çünkü “adalet mülkün temelidir.” Hakim, yasamanın, yürütmenin, kamuoyunun ve dış devletlerin etkisi altında kalmadan hukuk kurallarına göre karar vermek, yani bağımsız olmak zorundadır. Bir ülkede mahkemeler bağımsız değilse, iç veya dış kaynaklı etkiler altındaysa, adalet sağlanamaz. Adaletin olmadığı yerde kargaşa çıkar, güvenlik de sağlanamaz. Adaletin ve güvenliğin tam olmadığı yerde, kişisel özgürlükler de tam olamaz. Devlet, diğer devletlerin “insan hakları ve özgürlükleri” söylemi altındaki baskılarına açık hale gelir.

Bu nedenle bağımsız ve güçlü yargı, adaletin, güvenliğin ve özgürlüğün mimarıdır, bağımsızlığın temel taşıdır.

1924 Anayasası’na göre yargıçlar, bütün davaların görülmesinde bağımsızdırlar ve bu işlerine hiçbir şekilde karışılamaz. Ancak kanun hükmüne bağlıdırlar.(md. 54)

1961 ve 1982 Anayasalarında da bu hükümler korunmuştur.

Nisan 1987’de Türkiye, AB’ye tam üyelik başvurusu yapmış ve Türk halkı çağ atlama beklentisi içine girmiştir. AB süreci ise Türkiye’yi kayıtsız şartsız millet egemenliğinden “sınırlı egemenlik” aşamasına getirmiştir.

Aşağıdaki örnekler AB’nin Türk mahkemeleri ve Avrupa mahkemeleri konusundaki tutumunu göstermektedir:

1) 2003 yılında Anayasa Mahkemesi’nin kuruluş yıldönümü dolayısıyla “Değişen egemenlik ve meşruluk” isimli bir sempozyum düzenlenmiştir. Açılış konuşmasını yapan Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa Bumin, kimseyi kendi iç işlerine karıştırmayan egemenlik anlayışının, gelişen insan hakları anlayışı ile bağdaşmadığı için terk edildiğini,  Anayasa’nın 90. maddesinin değiştirilmesini,(*) uluslararası antlaşma kuralları ile ulusal kanunlar arasında çatışma olması halinde uluslararası antlaşma kurallarının öncelikle uygulanması gerektiğini anlatmıştır. (Arslan Bulut, Açılımın Şifreleri, Bilgeoğuz Yay., 2010, s.204 vd. 25 Nisan 2003 t. A.A. haber bültenine atıfla. )

2) 21 Kasım 2009 tarihli bir habere göre, Avrupa Birliği’nin finanse ettiği bir projeyle Mardin, Manavgat, Aydın ve Konya mahkemelerinin yönetimi yeniden yapılandırılacaktır. Buna benzer projenin daha sonra 20 kentte daha gerçekleşeceği bildirilmiştir. (21 Kasım 2009, Hürriyet, Zeynel Lüle)

3) 26 Şubat 2010 tarihli bir habere göre; Avrupa Konseyi, Türkiye’deki üst düzey hakim ve savcılara mesleki eğitim verilmesi için bir proje başlatmıştır. Bu proje Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay ve HSYK ile ortaklaşa yürütülecektir. Projeye göre konferanslar ve eğitim seminerleri düzenlenecek, Strasbourg, Lüksemburg ve Brüksel’de toplantılar yapılacaktır. Yargıç ve savcılar, ifade, düşünce, din, vicdan ve örgütlenme özgürlüğü gibi konularda eğitim görecektir. Ayrıca, “yargıda performans değerlendirmesi”nden, “kamulaştırma usülleri”ne kadar  pek çok konu ele alınacaktır. Proje Temmuz 2012’ye kadar sürecektir.

Sözkonusu habere göre AB yetkilileri, Avrupa standartlarında hazırlanacak yeni bir Anayasa’nın durumu kolaylaştıracağını söylemiştir. (26 Şubat 2010, Hürriyet, Zeynel Lüle)

4) AB sürecinde yapılan reformlar çerçesinde, karar makamındaki yargıçlar ile iddia makamındaki Cumhuriyet savcılarının bir bölümü, iki ayrı mesleki örgütlenme kurmuşlardır, kamuoyuna sürekli beyanat vermektedirler.

5) AB ülkelerinin mahkemeleri, en geç Kasım 2010’dan itibaren herhangi bir olayın “soykırım” olup olmadığına karar vermeye ve ‘inkârcıları’ cezalandırmaya yetkili olacaktır! Bu kararlar AB normlarını kabul etmekte olan Türkiye’yi bir çıkmaza sokacaktır. (23 Mart 2010, Hürriyet; AB’nin “Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı ile Mücadele Çerçeve Belgesi” ile ilgili TBMM’ye verilen görüşme önergesi.)

1924 Anayasası’nda, “Yargıçlar ancak kanun hükmüne bağlıdırlar.” denilmekteydi.          Bugün Türkiye, yasama, yürütme ve yargı egemenliğini AB kurumlarına kısmen devretmenin eşiğindedir. (Bkz: “Atatürk’ten sonra milli egemenlik” başlıklı bölüm)

AB tartışmaya bile açılmış değildir; AB normları tartışmasız bir şekilde “evrensel değerler” olarak kabul görmektedir. Çağdaş düşünce özgürlüğünün geldiği yer burasıdır; AB normlarını tartışmasız kabul etmek!

Yahya Kemal Beyatlı, çok milletli, çok hukuklu Osmanlı Devleti zamanında, kurtuluş için önerilen “milli bir lisan [Türkçe], milli bir mektep, milli bir vicdan, milli bir iktisat, milli bir iş bölümü” fikirlerinin medeniyet-perverleri küplere bindirdiğini, bu milli fikirlerin Tanzimat reformlarından dönme olarak görüldüğünü anlatmıştır. (Yahya Kemal Beyatlı, Eğil Dağlar, İnkılâp Kitabevi, 2008, s. 103)

Milli devlet olarak kurulan Türkiye, onyıllardır süren AB reformlarıyla yeniden çok milletli ve çok hukuklu bir devlet sistemine doğru sürüklenmektedir. Kayıtsız şartsız millet egemenliğini öngören 1924 Anayasası’ndan sınırlı egemenliği öngören yeni bir Anayasa yapma aşamasına gelinmiştir.

Ancak Türk milleti, egemenliğinin bir zerresini bile devretmeye razı değildir! Türk milletinin egemenliği hiçbir kayıt ve şart altına alınamaz, kısıtlanamaz, devredilemez, kısıtlanması veya devredilmesi teklif dahi edilemez. Başlangıcından itibaren Devletimizin temel ilkesi budur.  (Anayasa Başlangıç Bölümü, 1., 3., 5. Paragraf, md.2, md.4, md.6, md.81)

“Bütün AB ülkeleri bu Anayasa değişikliğini yapıyor” denilemez. Devletlerin egemenliklerini kısmen devralan AB kurumlarını büyük AB devletleri yönetmektedir ve bu ülkeler egemenliklerini daha da genişletmiştir.

Sözgelimi İngiltere, Avrupa Adalet Divanı kararıyla Kıbrıs Rum yargısının KKTC’de yetkili olmasını sağlayan ülkedir. Aynı İngiltere kendi vatandaşlarının Irak’ta işlediği suçlar için uluslararası bir mahkemede yargılanmasına izin vermiş midir?

(*)Daha sonra Anayasa’nın 90. maddesine eklenen son cümle: (Ek cümle: 7.5.2004-5170/7 md.)Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.

 

“Evet” denilirse ne olur, “hayır” denilirse ne olur?

2007 yılında hazırlanan yeni Anayasa önerisi rafa kaldırılmıştır. Ancak “367” tartışmaları vesilesiyle yarı başkanlık sistemine köprü olabilecek bir Anayasa değişikliği yapılmıştır; Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesi mümkün hale getirilmiştir. (Referanduma katılım; % 67.5,  Evet; % 68.9, Hayır; % 31; 1 Kasım 2007, Milliyet, Gökçer Tahincioğlu)

2010 yılında yapılan kısmi Anayasa değişikliği ise 12 Eylül 2010 tarihinde referanduma sunulacaktır.

Bu defa “12 Eylül” tartışmaları vesilesiyle Türkiye, kanun önünde eşitlik sisteminden grup hakları sistemine, hukuk birliğinden çok hukukluluğa, merkeziyetçilikten adem-i merkeziyetçiliğe, kayıtsız şartsız millet egemenliğinden sınırlı egemenliğe doğru giden daha büyük bir  değişikliğin eşiğindedir:

Görünen odur ki, 12 Eylül 2010 tarihindeki Anayasa değişikliği referandumundan “evet” oyu çıkar ise; “Halkımız 12 Eylül Anayasası’nın artık değiştirilmesi gerektiğini işaret etmiştir” denilecektir.

“Hayır” oyu çıkar ise; “Halkımız Anayasa’nın uzlaşmayla değiştirilmesi gerektiğini işaret etmiştir” denilecektir.

Her iki halde de birden çok partinin katılımıyla yeni bir Anayasa hazırlanmasının toplumsal altyapısı hazırlanmış olacaktır. Ancak böyle bir Anayasa, Türk halkının değil AB’nin işaret ettiği bir Anayasa olacaktır. Bir başka deyişle, referandumdan sonra istikamet Brüksel olacaktır. Nitekim AB-Türkiye Karma Parlamento Komisyonu Eş Başkanı Flautre, şimdiden bütün siyasi partilere çağrı yapmış ve seçimlerden sonra yeni bir anayasa projesini masaya getirmelerini istemiştir. ( 9 Temmuz 2010, Milliyet, Güven Özalp)

Avrupa Türkiye’nin bağımsızlığını ve egemenliğini 1924’de Lozan’da kabul etmiş iken artık Türkiye’ye bakışı değişmiştir: Avrupa artık kendisinde sınırlı egemenliği kabul eden yeni bir Türkiye Cumhuriyeti Anayasası isteme cesaretini bulmaktadır!

Kısacası AB sorunu çözülmediği müddetçe Anayasa sorunu da çözülemeyecektir.

Dolayısıyla Türk milletinin 2010 Anayasa Değişikliği’ne “hayır” demesi yeterli değildir, AB talimatlarına da “hayır” demesi gerekmektedir.

Hatta AB talimatlarına “hayır” denilmesi de yeterli olmayacaktır.

“Türkiye’ye biçilen gelecek senaryoları”:

ABD’li Savunma Bakanlığı’na yakın olduğu söylenen Rand Corporation isimli düşünce kuruluşu, Türkiye için “dört farklı gelecek senaryosu” içeren bir rapor hazırlamıştır. (2 Mart 2010, Milliyet, İpek Yezdani)

Sözkonusu habere göre “Türkiye’ye biçilen gelecek senaryoları” şunlardır:

1) AB’ye entegre olmuş, Müslüman dünyasıyla “köprü” niteliği gören bir Türkiye.

2) Laiklikten uzaklaşmış, İslâmileşmiş (yeni Osmanlıcı) bir Türkiye.

3) Ekonomi ve savunma alanında Rusya’yla yakınlaşmış, milliyetçi (!) bir Türkiye.

4) Askeri darbe yapılmış bir Türkiye.

Görüldüğü üzere ABD’li düşünce kuruluşu, bağımsız ve millet egemenliği olan bir Türkiye seçeneğini hiç düşünmemiştir!

Aslında “AB’ye entegre olmuş Türkiye” senaryosu ile “İslâmileşmiş Türkiye” senaryosu AB sorunu ile ilgilidir. Çünkü AB süreci, Türkiye’yi Cumhuriyet öncesindeki çok hukuklu sisteme/ yeni Osmanlıcılığa/ sınırlı egemenliğe sevketmektedir.

2009 yılında El Cezire Televizyonunda Türkiye’nin Ortadoğu’daki rolünün arttığı iddia edilmiş ve “2008’de Neo-Osmanlı  doktrini daha da ilerledi” denilmiştir. (25 Ekim 2009, Milliyet) AB uzmanı Prof. Woltjer’in sözleri bu duruma açıklık getirmektedir: “Türkiye, İran, Irak, Afganistan gibi ülkelerle Avrupa arasında bir tampon olabilir. Böylece Türkiye’nin oralardaki sorunları çözmesi sağlanabilir.” (29 Kasım 2009, Cumhuriyet, Leyla Tavşanoğlu’nun söyleşisi.)

“Rusya’yla yakınlaşmış, milliyetçi bir Türkiye” senaryosu da bir yönlendirmedir. Nitekim Rusya ile yapılan nükleer santral antlaşması ABD karşısında bir denge unsuru olarak görülmüş ve pek tepki  çekmemiştir. Oysa hangi ülke ile olursa olsun Türkiye’nin egemenlik haklarına aykırı bir antlaşmaya rıza gösterilmemesi gerekir. Milliyetçilik prensibi bunu gerektirir. Üstelik ABD, AB ve Rusya zaten ittifak halindedir.

Sonuç:

Türkiye bağımsızlık ve egemenlik haklarını Lozan Antlaşması ile kabul ettirmiştir. Lozan, Türkiye’nin viran halde iken kabul ettirdiği haklardır. Bir başka deyişle  Lozan, Türkiye’nin asgari haklarıdır. Atatürk zamanında Lozan’da elde edilemeyen bazı haklar konusunda ilerleme sağlanmıştır. Sözgelimi Lozan’da Boğazlardan geçiş konusu, uluslararası bir komisyonun denetimine bırakılmış ise de 1936’da Montrö Antlaşması ile Türkiye, Boğazlardaki egemenlik haklarını kabul ettirmiştir. Aynı şekilde Hatay  ili Türkiye’ye dahil edilmiştir. Irak sınırı konusundaki başarısızlık ise 1937’de imzalanan Sadabad Paktı ile giderilmiştir. Dolayısıyla Atatürk zamanında Lozan’da kabul ettirilen bağımsızlık ve egemenlik hakları daima ileriye götürülmüş, geri adım atılmamıştır.

Atatürk zamanında Türkiye, milli çıkarlarına aykırı taleplere “hayır” demiş, bağımsızlık ve egemenlik haklarını sonuna kadar korumuş ve kendi ilerleme projelerini kendisi yapmıştır. Atatürk’ün “ulu önder” sıfatını kazanmasının sebebi budur.

Bugün de her bir ferdiyle Türk milleti, bağımsızlık ve egemenlik haklarına aykırı her türlü talebe “hayır” demeli, başka milletlerin iradesiyle değil kendi iradesiyle hareket etmeli ve daima ileriye yürümelidir.

Falih Rıfkı Atay, “Atatürk’ün ideali milletin kendi kendini idare etmesi idi.” demişti. Türk milletinin ideali de budur: Özgür, onurlu, bağımsız ve egemen bir millet olarak yaşamak…

Ziya Gökalp’in dediği gibi: “İlim ve ideal mevcut oldukça dünya karanlık kalmaz.”

01.09.2010

Gülseren S. Aytaş

Avukat


Yazıları posta kutunda oku


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir