Doç. Dr. Mehmet Seyfettin EROL
Referanduma damgasını vuran tartışmalardan birisi de hiç kuşkusuz “derin devlet” idi. İnsanların bir kısmının büyük bir korku ve endişe kaynağı olarak algıladığı, diğer bir kesiminin ise beka adına güvence olarak gördüğü ve bundan dolayı da aslında bir “gizil güç” olarak kabul edip, saygı duyduğu…
Ve bu ikisinin dışındaki bir azınlık grubun ise çıkarları gereği tamamen varlığını reddettiği ve yerine çok daha farklı araçları, müesseseleri vb. şeyleri değişik adlandırmalarla ve inkâr usulleriyle ortaya koymaya çalıştığı…
En tehlikelisi de bu zaten.
Ama güneş balçıkla sıvanmaz!
Sevilse de sevilmese de, istenilse de istenilmese de bu bir realitedir; en az devletlerin varlığı kadar…
Devletlerin refleksleri nasıl yok sayılabilir ki?
Güçlü derin yapı, güçlü devlet demektir. Nitekim şu an demokratlıklarıyla yere göre sığdırılamayan ve içimizdeki bazı liberal-demokrat geçinen aydın ve uzmanların örnek verdikleri ve yeni Türkiye için model gösterdikleri küresel-bölgesel güçlerin önemli bir kısmı da, esası itibarıyla güçlü derin devlet yapılanmalarının, iradelerinin yeryüzündeki birer “makyajlı yansımasından” ibarettir.
Dolayısıyla burada önemli olan ve tartışılması gereken husus, derin devlet yapılanmalarının ne kadar milli ve bağımsız bir iradeye sahip olduğudur. Yoksa varlıkları değil!
Peki, Türkiye’de durum nasıl?
Türkiye’deki temel sorun, derin devlet yapılanmasındaki eksen kayması, kaydırılmasıdır.
Kökenleri bir anlamda Türk toplumunun dünya siyasi tarihinde varoluşuna kadar indirilen ve yüzyıllardır kesintisiz bir şekilde varlığını sürdüren bu “akil ve adil güç”, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e yaşadığı geçiş sürecinde, özellikle Soğuk Savaş döneminde ciddi manada yıpratılmaya ve güç kaybına uğratılmaya çalışılmıştır. Türkiye’deki sorunların ciddi manada bu dönemde birer birer ortaya çıkmaya başlaması da, bundan dolayı bir tesadüf değildir.
Dolayısıyla, son 60-65 yıldır yaşanan inişli-çıkışlı bir takım siyasi gelişmeler ve Türkiye’nin iç-dış güvenliğine yönelik tehdit unsurlarının değişken niteliği, bu iddiayı fazlasıyla ispatlamaktadır.
Bu dönemde, Türkiye’deki milli derin devlet yapılanmasına karşı, işbirlikçilerden oluşan ve bu kapsamda emperyal güçler ile birlikte hareket eden, meşruiyetini ve gücünü dışarıda arayan, bulan bu gayr-i milli derin yapı Türk siyasi hayatında oldukça etkili olmuştur.
Bu etkinlik, Soğuk Savaş’ın sonu ve Türk-Batı ilişkilerinin ciddi manada sorgulanmaya başlamasıyla birlikte inişe geçmiştir.
Türkiye’deki temel mücadele de, inişe geçen bu gayr-i milli yapı ile Anadolu’da ve Türk coğrafyasında yüzyıllardır var olan milli yapı arasında devam etmekteydi…
Ta ki, bir üçüncü gücün ortaya çıkışına kadar…
Soğuk Savaş’ın bitişine ve sonrası ilk 5-10 yıllık dönemde bu iki yapı arasında devam eden güç mücadelesine bugün bir başka güç “korsan” şekilde dâhil olmaya çalışmaktadır.
Bu korsanın kim olduğu ve hangi metotlara başvurduğu, üzerinde başlı başına durulması gereken bir husus olarak karşımıza çıkmaktadır.
Fakat şu an için, tasfiye ve yeniden inşa sürecindeki Türkiye’de bu fırsatçı gücün var olma mücadelesi ve gerçekleştirdiği bir kısım operasyonlar, sadece ve sadece gayr-i milli yapının işini kolaylaştırmaktadır.
Yeniden inşa edilen dünyada, bu şantiyenin merkezinde yer alan ve bir cephe ülkesi konumunda bulunan, üzerinde küresel anlamda bir güç mücadelesi yürütülen Türkiye’de bundan dolayı kimin, kim adına hareket ettiği ve gerçekte ne olduğu çok daha fazla önem taşımaktadır.
Nitekim bugün Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) başta olmak üzere, Türkiye’deki kurumlara dönük yıpratma hadiselerinin “derin devlet” tartışmalarına kadar uzandırılması, hiç kuşkusuz bir tesadüf değildir.
Bu yeni ve kirli gündem, Türkiye’ye ve Türk halkına karşı sistematik bir şekilde yürütülen psikolojik operasyonun bir parçasıdır ve en temelde devlet ile millet arasındaki manevi bağları, köprüleri, yine “millet adına” yıkmaya yöneliktir. Dolayısıyla Türkiye’deki derin devlet tartışmalarını, diğer tartışmalar gibi sıradanlaştırıp, ele ayağa düşürmek suretiyle milli refleksimizi ve ruhumuzu da hedef haline getirtmeyelim. Eğer bunu da kaybedersek, bugüne kadar halk da var olan akl-ı selimi de kaybederiz!
Öz korunduğu sürece, gerisi teferruattır. Tarihsel coğrafyasına, misyonuna ve genetik kodlarına hızlı bir geçiş süreci yaşayan Ankara’nın bu kirli oyunu da görmesi ve deşifre etmesi artık kaçınılmaz bir hal almıştır.
Türkiye’de yaşanan son gelişmeler, bu milli yapının, refleksin her şeye rağmen süreci kontrol altında tutabildiğini göstermektedir. Aksi takdirde, matematiksel olarak izah edilemeyecek varlığımızı başka türlü nasıl izah edebilirdik…
Netice itibarıyla ifade etmek gerekirse, Türkiye’de son dönemde yaşanan tüm gelişmeler, ülkemizin ve Türk insanının gelecek adına üstleneceği tarihsel misyon bağlamında yeniden yapılanma, olgunluk ve güç kazanma dönemidir. Aksi takdirde, zayıf bir irade ile gerekli olan mücadele azmi sağlanamazdı. Dolayısıyla Türkiye’de yaşananlar, milli-bağımsız derin devlet bağlamında yaşanan güç mücadelesinin bir dışa vurumudur ve bu ülke bunu da aşacak, dünya tarihindeki hak ettiği yeri bir kez daha alacaktır!
O yüzden, tüm olumsuz propagandalara rağmen bu devlete ve onun “akil ve adil” iradesine güvenmeye devam!