Diyanet’in Görevi Halka Mushaf Satmak Değil Milleti Mushaf Etrafında Toplanmaya Davettir
Ramazan Ayı, bizim kültürümüzde “on bir ayın sultanı” olarak kabul edilmektedir. Bunun en büyük sebebi, İslam Dini’nin anayasası durumundaki Kur’an-ı Kerim’in, Ramazan Ayı içinde indirilmeye başlamasıdır. Zira Kur’an’da, “Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur’an’ın indirildiği aydır. Öyle ise sizden Ramazan ayını idrak edenler onda oruç tutsun…” buyrulmaktadır(1). Ayrıca Hz. Peygamber, Allah tarafından “Bin aydan daha hayırlı bir gece” olarak tarif edilen “Kadir Gecesi”nin Ramazan ayı içinde (özellikle son haftasında) olduğunu belirtmek ve yine bir hadisinde “…Ramazan ayı Allah’ın ayıdır. Onun ecrini Allah verecektir” buyurarak Ramazan ayının önemini açık bir şekilde dile getirmiştir. Bunlar Ramazan ayının dini cephesidir.
Ramazan Ayı İmtihan Ayıdır
Ramazan ayının yukarıda kısaca belirtilen dini öneminin yanında bir de toplumsal önemi vardır. Ramazan ayının, toplumsal ve insani bakımdan birincil önemi, insanlar için bir imtihan ayı olmasıdır. Nedir bu imtihan? Bu imtihan, insanın nefsiyle imtihanıdır. İnsanın sabrının sınavdan geçirilmesidir. Çünkü Ramazan, en başta, bir ay süreyle oruç tutulan bir aydır. Bir ay süreyle aç ve susuz kalmanın yanında bütün dünyevi zevklerden mahrum kalmak herhalde kolay katlanılabilir bir şey olmasa gerekir. Hele hele şu sıcak Ağustos günlerinde! Öte yandan Ramazan, yardımlaşma ve tasadduk ayıdır. İnsanın, güç bela edindiği, çalışıp çabalayarak kazanmış olduğu servetin bir kısmını, hiçbir maddi karşılık beklemeden bir başkasına vermesi herhalde kolay bir şey değildir. Müslümanlar, Ramazan’da işte böyle zor bir sınavdan geçirilmektedirler. Umulur ki, bu sınavı başaranlardan oluruz.
Ramazan Ayı Dini İstismar Ayıdır!
Evet; Ramazan ayı ecrini Allah’ın verdiği on bir ayın sultanı olmakla birlikte aynı zamanda dini istismar ayıdır. Din istismarının tavan yaptığı bir aydır. Zira insanlar, Ramazan ayında yardımlaşma ve dayanışma adına akla hayale gelmedik şaklabanlıkların ve ucuz din bezirgânlıklarının içine girerler. Örneğin fakire fitre verir ama bu işi en düşük tarifeden hesaplar. Oysa fitrede esas olan, fakir fukaraya kendi yiyip içtiğinden vermektir. Zenginlerimiz, zekâtlarını genelde bu ayda vermeye çalışırlar ama genelde defolu ve son kullanma tarihi geçmiş veya geçmek üzere olan ürünlerinden vermeye çalışırlar. Üstelik mal olarak verilen zekâtların belli şartlarda vergiden düşülmesi mümkün olduğundan örneğin zengin bir tüccar, hem deposundaki defolu ve son kullanma tarihi geçmiş mallarını eriterek yeni ürünler için deposunda boş yer yaratmakta, hem de bunların karşılığı olan parayı gider olarak göstermek suretiyle vergiden düşmektedir. Üstelik bütün bunlardan sevap beklemektedir. Burada katmerli bir menfaat söz konusudur. Oysa zekât vermede esas olan, sahip olduğumuz servetin ya da zenginliklerin en iyisinden vermektir. Bu bakımdan bana göre de zekâtın, ortak değer ölçüsü kabul edilen nakit para olarak verilmesi en doğru yoldur.
İftar Çadırı mı Siyasi İkna Odası mı?
Ülkemizde, belki de son 15-20 yıldır bir “İftar Çadırı” uygulaması vardır. Yanılmıyorsam vaktiyle Kayseri Belediyesi tarafından başlatılan bu gelenek, günümüzde özellikle şehir ve kasabaların vazgeçilmez görüntüleri haline gelmiş bulunmaktadır. Şehirlerde hemen her köşe başında bir iftar çadırı görmek mümkündür. Belediyeler olsun, sivil toplum kuruluşları olsun, hemen her önüne gelen bir iftar çadırı kurmaktadır.
İftar çadırları, ilk başta gayet masumane bir uygulama olarak görülse de, bana göre bu mekânlar dini duyguların en çok istismar edildiği mekânlar haline gelmiş bulunmaktadır. En başta, çadırın girişine iftar veren kurum veya şahsın adı iliştirilmek suretiyle, orada yemek yiyen Müslümanlara reklâm ve propaganda yapılmaktadır. Üstelik de bu propagandanın maliyeti, vergiden düşmek suretiyle devletin sırtına, dolayısıyla orada yemek yiyenlerin sırtına yüklenmektedir.
Tıpkı bu sene olduğu gibi iftar çadırları, seçim ve referandum zamanlarında adeta bir “İkna Odası” pozisyonuna çevrilmektedir. İftar çadırında yemek dağıtan belediye başkanı görüntüleri, sık sık iftar çadırlarını ziyaret eden lider portreleri falan filan. Hepsi siyasi çıkar elde etmeye yönelik faaliyetler cümlesindendir. Özellikle bu sene, iftar çadırları ve iftar sofraları, vatandaşa referandumda “EVET” oyu vermeleri konusunda telkinlerin yapıldığı ikna odalarına çevrilmiş bulunmaktadır. Adeta “Sana bir tas çorba vermesine veririm ama referandumda evet oyu vermek zorundasın” anlamına gelen hareketler sergilenmektedir iftar çadırlarında. Bu bakımdan geçtiğimiz günlerde eski Galata Köprüsü üzerinde düzenlenen ve yirmi bin kişinin katıldığı iftar sofrasında AKP’li Burhan Kuzu’nun yapmış olduğu konuşmayı çok çirkin bulduğumu belirtmek isterim. Ayrıca, özellikle AKP’li belediyeler tarafından kurulan iftar çadırlarında Belediye Başkanları’nın servis masasına geçip insanlara yemek servisi yapmaları da hoş bir davranış değildir.
Bu tür davranışların, İslam’ın ruhuna ve yardımlaşmanın dayandığı esaslara uymadığını belirtmek isterim. Zira İslam’a göre; yardımlar, hiçbir maddi ve manevi karşılık beklemeden yapılmalı ve sağ elin verdiğini sol el duymamalıdır. Oysa AKP’li belediyeler, hemen bütün hareketleriyle iftar çadırlarında iftar yapan vatandaşlardan kendi görüşleri doğrultusunda oy kullanmalarını talep etmektedirler. Üstelik bunu, esnafın sırtından, dolayısıyla devletin ve vatandaşın sırtından yapmaktadırlar. Çünkü belediyeler, iftar çadırlarında kullanılan malzemeleri kendi bütçelerinden değil, hayırsever esnafın karşılıksız yardımlarıyla ya da yine esnaf ve tüccarın, bedelini gider göstermek suretiyle vergiden indirdiği bağışlarla karşılamaktırlar. İşte bu durumda, iftar çadırlarında kullanılan malzemelerin maliyeti dolaylı olarak yine başta o çadırlarda iftar yapan insanlar olmak üzere vatandaşların sırtına sarılmaktadır. AKP ise, hiçbir masrafa katılmaksızın bedavadan siyasi propaganda yapmaktadır bu mekânlarda. Bu bakımdan, iftar çadırı uygulamasının yeni baştan sorgulanmasına ihtiyaç vardır ülkemizde. En azından belediyelerin, bu işten kesinlikle el çektirilmesi gerekiyor…
Tekke Türbe Meselesi ve Çorumlu Akşemsettin’in Marifeti!
Ülkemizde dirilerden çok ölülere rağbet edildiği sosyal bir vakıadır. Bu sebeple bu ülkede en bakımlı ve nezih yerler mezarlıklardır. Oysa bu konuda bid’at denilen davranışlar içindeyiz toplum olarak. Çünkü asıl önem vermemiz gerekenler dirilerimizdir, ölülerimiz değil. Ölülerimiz için yapılacak şeyler bellidir; ruhlarına hediye edilmek üzere Kur’an ve dua okumak, ecri onlara verilmek üzere adlarına yardımlarda bulunmak, bir de eğer kabirleri türlü şekillerde hakarete maruz kalmışsa bu hakareti bertaraf etmektir. Yoksa onlardan medet ummak, onların yardımlarını istemek beyhude beklentilerdir. Hele hele onların kabirlerini adeta bir puthaneye çevirmek, tapınak ve sunak haline getirmek kesinlikle yanlıştır ve İslam’ın hoş görmediği davranışlardır. Bu bakımdan ben, büyük Atatürk tarafından çıkarılan tekke ve türbelerle ilgili kanunun, toplumsal ilerlememiz açısından son derece önemli olduğunu kabul ediyorum. Ne yazık ki bu kanun, yürürlükte olmakla birlikte bugün işlerliğini büyük ölçüde yitirmiş bulunmaktadır.
Bugün Zuhurat Baba, Oruç Baba ve Eyüp Sultan gibi türbelerde sergilenen pek çok tavır ve davranışın, kesinlikle İslam’la uzaktan yakından bir alakası bulunmamaktadır. Zuhurat Baba ve Oruç Baba gibi türbeler bir yana, bugün Eyüp Sultan Türbesi olarak kabul edilen türbenin bile gerçek olup olmadığı şüphelidir. Çünkü bugünkü türbenin yeri, Fatih Sultan Mehmet’in hocası da olan Akşemsettin’in istiareye yatması veya sözüm ona manevi keşfi ile tespit edilmiştir. Bu konuda ne bir arkeolojik araştırma vardır ne de ciddi bir tarih araştırması. Allah ise Kur’an’da gaybın, yani gizlinin, sadece Allah tarafından bilineceğini haber vermekte (2) ve böyle bir yeteneği Peygamberlerine bile vermediğini söylemektedir(3).
Açık söylemek gerekirse; Allah, “Kâinatın efendisi” olarak kabul edilen Hz. Peygamber’e vermemiş olduğu bir yetkiyi bizim Çorum’lu Sûfi Akşemsettin’e neden versin ki? Onun için Müslümanların, özellikle de Müslüman Türklerin akıllarını bir an önce başlarına almasında büyük faydalar vardır.
Hırka’i Şerif-Sakal’ı Şerif-Mushaf’ı Şerif
Tekke ve türbelere gösterilen ilgi ve rağbet konusunda ne yazık ki devletin de kusuru ve eksikleri bulunmaktadır. Zira devlet, bir yandan “Tekke türbe ve zaviyelerin kapatılması hakkında” kanun çıkarıp yasal düzenlemelerde bulunuyor, bir yandan da devlet adamları vasıtasıyla bu mekânlardan medet umuyor. Bu bakımdan, Tekke türbelerin kapatılması kanununa muhtemelen destek veren Mareşal Fevzi Çamak’ın kabrinin, bugün Eyüp Sultan türbesinin hemen yanı başında bulunuyor olması ne kadar ilginçtir. Tıpkı bugün devleti idare eden zevattan pek çok kişinin, gidip Eyüp Sultan Türbesi’nde dua edip ondan medet ummalarının ilginç olduğu gibi.
Bu hususta bir devlet kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tutumunu son derece önemsediğimi belirtmek isterim. Zira bugün bu neviden tekke, türbe ve kabristanların çoğunluğu tarihi camilerin etrafında bulunmakta, bunun için de buralara yapılan ziyaretlerde din görevlilerimiz şu veya bu şekilde söz sahibi olmaktadırlar. Onların asıl görevi, bu gibi yerlere gösterilen aşırı ilginin yanlışlığını dile getirerek halkı aydınlatmak olduğu halde, ne yazık ki Diyanet’in tavrı bu gibi yerlere olan ilgiyi canlı tutmaya yarayacak tarzdadır. Örneğin Eyüp Sultan Türbesi’ne gösterilen yoğun ilginin altında biraz da Diyanet’in bu konudaki tavrı yatmaktadır. Zira Diyanet, pek çok yayınında ballandıra ballandıra Eyüp Sultan’ı ve türbesini anlatmanın yanında bu türbeyi adeta bir darphane gibi kullanmaktadır. Çünkü Diyanet, bağış kampanyalarında en büyük bağışları Eyüp Müftülüğü kanalıyla Eyüp Sultan Camii’nden toplamaktadır. Bu durum, biraz da beklentisi olduğu için her şeyini vermeye ve her türlü fedakârlığı yapmaya hazır insanların bu beklentilerinin sömürülmesi şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Bugün gidin Eyüp Sultan Camii’nin çevresine kendi gözlerinizle görün: Orada bir ekonomi yaratılmıştır. Ancak bu ekonomi büyük ölçüde kirli bir ekonomidir ve büyük ölçüde dini istismar ekonomisidir. Açık söylemek gerekirse; bugün Eyüp Sultan Camii çevresinde dini duygular sömürülmekte ve adeta din pazarlanmaktadır. Ki; bu pazarlama olayı, Suud Arabı’nın, Kâbe ve Mescid-i Nebevî çevresinde yapmış olduğu din bezirgânlığından hiç de aşağı değildir. Ne yazık ki; bu tablonun hazırlayıcıları din adamları ve Diyanet kurumudur.
Diyanet ve din görevlileri, halkı batıl inançlardan sıyırıp İslam’ın gerçek ışığı ile aydınlatacağı yerde, ne yazık ki, tam tersine işlere imza atmaktadır. Örneğin Türkiye’de hemen bütün büyük camilerde bir “Sakal-ı Şerif” gerçeği vardır. Güya Hz. Peygamber’e ait olduğu söylenen sakal parçaları, camilerde din görevlileri tarafından muhafaza edilmekte ve Ramazan gibi bazı özel günlerde halkın ziyaretine sunulmakta, böylece halkın kıldan tüyden medet umması beklenmektedir. Oysa bu sakalların, Hz. Peygamber’e ait olup olmadığı bile kesin olarak bilinmiyor. Zira bu konuda yapılmış herhangi bir bilimsel araştırma bulunmuyor. Elin oğlu, milyonlarca yıl önce yaşamış yaratıkların yaşını tespit ediyor, on binlerce yıl önce yaşamış insanların DNA’larını araştırabiliyor ama biz daha 1400 yıl önce yaşamış bir insana ait olduğu söylenen zati eşyaların gerçekten ona ait olup olmadığını bile bilmiyoruz. Bugün Topkapı Sarayı’nda “Mukaddes Emanetler” bölümünde Hz. Peygamber’e ait olduğu söylenen birçok obje bulunmaktadır. Ancak bu objelerin Hz. Peygamber’e ait olup olmadığı kesin değildir. Oysa örneğin bu objeler üzerinde yapılacak basit bir karbon testiyle bu objelerin en azından hangi döneme ait olduğu kolayca ortaya çıkarılabilir. Oysa biz bunu bile yapmıyoruz. Kim bilir belki de, ortaya çıkacak gerçekten korkuyoruz. Maazallah bir de bu eşyaların gerçekte Hz. Peygamber’e ait olmadığı ortaya çıkarsa…
Bugün en basit ve kolay DNA araştırmaları saç ve sakal kılları üzerinden yapılmaktadır. Bildiğim kadarıyla bugün Türkiye’de çok sayıda “Sakal-ı Şerif” mevcut. Topkapı Sarayı’nda ise Sakalı-ı Şerif’in yanı sıra Hz. Peygamber’e ait olduğu söylenen “Diş” parçası bulunmaktadır. Yapılacak iş gayet basit. Önce gider Sakal-ı Şerif ve söz konusu diş üzerinde bir DNA çalışması yaparsınız, sonra gider Hz. Peygamber’in torunu olduğunu söyleyenler üzerinde, örneğin Sayın Başbakan’la kanka olan Ürdün Kralı Abdullah üzerinde yaparsınız böyle bir çalışmayı. Zira malum; Ürdün Kralları Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in soyundan gelmekte, o da hainliğine filan aldırmaksızın kendisinin Hz. Peygamber’in soyundan geldiğini iddia etmektedir. Böylece kim bilir belki de Şerif Hüseyin’in hain olmasının yanında bir de gerek onun, gerekse torunlarının “Sahtekâr” olduğunu da ortaya çıkarmış oluruz! Ne dersiniz.
Ürdün Kralı’nın kim olduğu veya kimden geldiği elbette önemli değildir. Ancak Sakalı- Şerif ve Hz. Peygamber’e ait olduğu söylenen diş üzerinde yapılacak DNA çalışmaları son derece önemlidir. Ayrıca O’na ait olduğu söylenen “Hırka” ve “Nalın” yani “Terlik” üzerinde yapılacak araştırmalar da öyle. Çünkü bugün, sadece kıl, tırnak ve diş gibi vücut parçaları üzerinde değil, elbise ve terlik gibi zati eşyalar üzerinden de kriminal çalışmalar yapılarak bu eşyaların kime ait olduğu ortaya çıkarılabilmektedir. Dolayısıyla, bana göre bugün “Sakal-ı Şerif” ve “Diş Parçası” gibi Hz. Peygamber’e ait olduğu söylenen vücut artıkları ile “Hırka” ve “Nalın” gibi zati eşyaları üzerinde ciddi ciddi çalışmalar yapmak ve bu çalışmaları birbiriyle karşılaştırmaya ihtiyaç vardır. Ancak biz bunları yapacağımız yerde, kalkıp daha Hz. Peygamber’e ait olup olmadığı kesin olarak bilinmeyen bir hırkanın tamirine devlet bütçesinden tam 1.000.000 TL harcayabiliyoruz. Sonra da Diyanet İşleri Başkanı ve İstanbul Valisi ve Müftüsü gibi zevatın katılımlarıyla, yani tam anlamıyla bir devlet töreni düzenleyerek bu hırkayı ziyarete açıyoruz.
Bana kalırsa; Diyanet İşleri Başkanlığı’nın asıl görevi, ahaliyi “Hırka-i Şerif” ve “Sakal-ı Şerif” etrafında toplamak değil, milleti “Mushaf-ı Şerif” etrafında toplanmaya çağırmaktır. Millete, Kur’an’daki gerçek İslam’ı anlatmaktır. Ve bana göre Diyanet İşleri Başkanlığı, “Hırka-i Şerif”in tamiri için harcatmış olduğu 1.000.000 TL’yi, “Mushaf-ı Şerif” basımı için harcayıp halka ücretsiz “Mushaf” dağıtsaydı çok daha faydalı bir iş yapmış olurdu. Ancak ne yazık ki; Diyanet bugünlerde düzenlemiş olduğu kitap fuarında harıl harıl “Mushaf” satmakla meşguldür. Ne kadar üzüntü verici bir durum.
Bize göre de “Hırka-i Şerif” elbette onarılmalı ve korunmalıdır. Ancak bize göre öncelikle yapılması gereken bu hırkanın onarılması değil, Hz. Peygamber’e ait olup olmadığının pozitif bilimin ışığında, bilimsel deney ve tetkiklerle ortaya çıkarılmalısıdır. Zira evine ekmek götüremediği için intihar edenlerin bulunduğu bir ülkede, henüz Hz. Peygambere ait olup olmadığı kesin olarak bilinmeyen bir hırkanın onarımı için devlet bütçesinden tam 1.000.000 TL harcanması, dinsel fanteziden başka bir şey değildir, bu fantezi de ancak bize yakışır…
Dipnotlar:
1-bkz. Bakara 2/185.
2-bkz. Tevbe/78, Hucurât/18, Cin/26)
3-bkz. Hud/31
Bir yanıt yazın