Kadri Gürsel
16 Ağustos 2010
Öcalan’ın avukatları kosterler bozuk olduğu için 28 Temmuz’dan beri İmralı’ya gidemiyor ve Öcalan’la görüşemiyorlardı. Adalet Bakanlığı 13 Ağustos’ta Öcalan’ın avukatlarına İmralı’ya ulaşmaları için tekne kiralamasaydı, PKK aynı gün 20 Eylül’e kadar “süreli ateşkes” ilan edemeyecekti.
Ramazanda veya sair zamanda fark etmez; her zaman için en iyisi insanları öldürmemektir. Dolayısıyla insanların hayatta kalmasına hizmet edecek her türlü davranışı önce insani ve ahlaki yönlerden desteklemek gerekir. Siyaset sonra gelir.
Bundan önce avukatların İmralı’ya gitmelerine ya ulaşımı sağlayan teknelerin bozuk olması ya da hava muhalefeti engel olurdu. Böyle durumlarda hükümetin, avukatları Öcalan’la görüşsün diye çözümler geliştirdiğini hatırlamıyoruz. Ama 13 Ağustos’ta bir çözüm buldular. Çünkü insanların en azından bir süre için de olsa öldürülmemesi iyiydi ve bunun anahtarı Öcalan’ın elindeydi. Dolayısıyla bu katı gerçeğin baskısı altında, avukatların Öcalan’la görüşmesi ve ondan ateşkes için onay almaları temin edilmeliydi.
Öyle oldu… İyi de oldu.
Katı gerçek, Öcalan’ın Kürt sorunu babında öteden beri kilit bir siyasi konumda bulunmasıdır.
Adalet Bakanlığı’nın Öcalan’ın avukatlarına onunla görüşsünler diye tekne kiralaması, bu katı gerçeğin hükümet tarafından zımnen teyit edilmesidir. Hükümet, PKK’nın ateşkes ilanında “kolaylaştırıcı rol” oynadı. Böyle yaptı diye sadece desteklenebilir, eleştirilemez.
Şimdi gelelim konunun “tamamen siyasi” olan yönlerine… Bazı soğukkanlı tespitlerde bulunmamız kaçınılmaz görünüyor.
“31 Mayıs-13 Ağustos şiddet dönemi”nin tek kazananı vardır; o da Abdullah Öcalan’dır.
Nihayetinde, mealen “31 Mayıs’a kadar ya beni muhatap alırsınız, ya da örgütümü şiddeti tırmandırmakta serbest bırakırım” demiş; bunun sonucunda 31 Mayıs’ta İskenderun eylemiyle başlayan PKK saldırıları kısa sürede yerel Türk-Kürt çatışmalarını kışkırtan son derece olumsuz bir politik psikolojinin baş göstermesine neden olmuştur.
Şiddet sarmalının, Kürt açılımıyla ilişkilendirildiği için hükümete karşı tepkiyi büyüttüğü ve bu tepkinin de 12 Eylül referandumundaki “Hayır” oylarının yüzdesini artırmaya hizmet edeceği aşikârdı…
Bu böyle sürüp gitseydi, kaybeden AKP olacaktı. Neticede, Öcalan şiddet sarmalını bitirecek bir ateşkesin “onay mercii” olarak temayüz edip, kilit muhatap konumunu daha da güçlendirmiş, diğer taraftan da AKP’yi kaybetmekten kurtarmıştır.
Dolayısıyla, PKK’nın bu tek yanlı ateşkes girişimi bazı odakların direnişiyle karşılaşmaz ve genelde başarıya ulaşırsa, bundan referandum itibarı ile en çok faydalanacak olan da AKP olacaktır.
İki nedenle: Birincisi, doğudan artık asker cenazeleri gelmezse ülkenin batısı sakinleşecek ve AKP’ye tepki azalacaktır.
İkincisi de Kürtlerin vereceği “evet” oyları her halükârda dramatik biçimde artacaktır.
PKK-BDP çizgisi, anayasa değişikliği paketinde Kürt sorununa ilişkin reform niteliğinde hiçbir düzenlemeye yer verilmemesine referandumu boykot kararı alarak tepki gösterdi.
Tabanlarında “evet” eğiliminin güçlü olduğunu, kendileri “hayır” kararı alsalar bile seçmenlerinden hatırı sayılır bir “evet” oyu çıkacağını ve bunun da bir siyasi yenilgi anlamına geleceğini biliyorlardı. Kürt siyasi hareketinin referandumda tabanını denetlemesinin tek gerçekçi yolu “boykot” kararı almaktı ve bunu yaptılar.
Ne var ki, boykot kararını uygulamak, zorlayıcı bir ortam gerektirir ve böyle bir ortam ateşkes zemininde yaratılamaz. Artık PKK-BDP çizgisi için boykot kararında ısrar etmek, başarı şansı azaldığı için siyasi bakımdan riskli hale gelmiştir. Diğer yandan, boykottan vazgeçilmesi halinde ise bunun neyin karşılığında yapıldığını kendi tabanına anlatmak Kürt hareketi açısından kolay olmayacaktır.
Çünkü ateşkesin 20 Eylül’den sonra da devam etmesi için Kürt siyasi hareketinin öne sürdüğü koşullar, 1700 civarındaki KCK tutuklusunun durumu hariç, AKP iktidarı açısından, hem de bir genel seçim öncesinde değerlendirilebilir nitelikte gözükmemektedir. Günümüzde kazançlı çıkanlar, siyaset üretebilenlerdir. 20 Eylül ve sonrası hakkında konuşmak için ise henüz çok erken.