“F” TİPİ ÖRGÜT NEDEN KORKUYOR?.. Vural SAVAŞ

” …kadınıyla erkeğiyle, dünyanın dört bir yanına dağılmışıyla hayatta olan herkesi, imkan olsa mezardakileri bile kaldırarak o refarandumda ‘evet’ oyu kullanmak lazım…”
Fethullah Gülen’in korkusundan doğan bir çığlık bu…

Çünkü refarandumda halkımızın çoğunluğu Hayır derse ve HSYK onun istediği biçimde oluşmazsa ( F) Tipi örgüt’ün yargıdaki uzantılarını artık koruyamayacağını biliyor.

Karşı devrim sürecinin ve “korku imparatorluğu” nun sona ermesi refarandumda HAYIR oylarının çoğunluk sağlamasına bağlı…
Bu bilinçle sandık başına gidenleri çoğaltmamız lazım…
Murat Binzet [m1000zet@googlemail.com]

FETHULLAH GÜLEN NEDEN KORKUYOR?..
Vural SAVAŞ


Yüzlerce yazı ve konuşmalarımda;

” (F) tipi örgüt’ün ABD güdümünde bir casusluk örgütü olduğunu, sızdıkları her kurumu dejenere ettiklerini, ülke bütünlüğümüz ve ayayasal düzenimiz bakımından en büyük tehlikeyi oluşturduğunu; bu örgüte mensup kişilerin ordu mensuplarımızı ve gerçek Türk aydınlarını ‘düşman’ gibi gördüklerini, PKK’dan daha tehlikeli bir örgüt haline geldiğini”
ısrarla vurgulamışımdır.

Necip Hablemitoğlu 2002 yılında yazdığı Köstebek adlı eserinde; düzmece belgeler düzenleyen ve her türlü sahtekarlığı rahatlıkla yapan kişilerden oluşan bu örgüt’ün kullandığı metodlar nedeniyle geleceğimizi karartacağını ve savunma reflekslerimizi yok etme misyonunu yüklendiğini belgelemiş ve günümüzde olanları anlamamıza en büyük yardımı yapmıştı.

Önce ki MİT başkanlarımızdan Şenkal Atasagun bile “Fethullah Gülen cemaatini en tehlikeli grup olarak görüyorum.
Bunlar sonunda devletin pek çok kademesinde yer etmişler.
Belki size ters gelecek bu söylediğim, ama şöyle yumruğu vurmadan bu temizlenemez mi?”  demiştir. ( Radikal Gazetesi 29 Mart 2009

Son olarak Fethullah Gülen cemaati’ne yakınlığı bilinen Prof. Dr. Hakan Yavuz’un, Leyla Tavşanoğlu ile yaptığı söyleşisinde ki açıklamalara kulak verelim.( Cumhuriyet- 25 Temmuz 2010)

Ergenekon, Muhalefeti susturmak için insanlara yapıştırılan bir yafta.
Bu da AKP ve Fethullah cemaati’nin ortak işidir……
Geçmişte tüm siyasal hareketlere eşit mesafede duran bir cemaat vardı.
Bugün ise tamamıyla AKP’yle koalisyon içinde iktidarı hedeflemiş, öç  isteyen bir cemaat karşımızda duruyor.

Cemaat kısa dönemde olmasa bile uzun dönemde Tanrı’nın mezarını kazıyor…
Cemaati anlamak için biraz da Opus Dei hareketini bilmek lazım.
Opus Dei birçok katoliği rahatsız eder.
İktidara endekslenmiştir.

İktidara endekslendiiği ölçüde de Tanrı’dan, dinsel kaygılardan ve adalet duygularından uzaklaşmıştır.
Böylece burada da Opus Dei benzeri bir hareket ortaya çıkıyor.

Bakın bir grup üst düzey emniyetçiye ne diyor Fethullah Gülen.

” Cinler ile konuşmanın sağlanması emniyet teşkilatınında işine yarayabilir..
Kimbilir belki o zaman cinlerden de komiser ve emniyet müdürleri olacaktır.
Sanıyorum Polis de o zaman benim dosyamda olduğı gibi, bir çok hata yapmayacaktır.
2002 yılında AKP tek başına iktidar olduğundan beri ” Cinler” in en çok Adalet bakanılığı ve özel yetki verilen hakim ve savcılar arasında yoğunlaştığı ve bu “cinler”e Türkiye Cumhuriyeti’ni  bir “korku imparatorluğu” haline getirmek ve “sivil darbe ( karşı devrim) yi gerçekleştirmek için ellerinden gelen her şeyi yapmaları talimatının ve yaptıkları kanunsuzluklar ne olursa olsun soruşturma izni verilmeyerek cezalandırılmalarınının önleneceği garantisi verildiği anlaşılıyor.

Fethullah Gülen’in, güdümünde ki kişilere yargı ile ilgili olarak verdiği genel talimatı da unutmayalım:

Adliyelerin altını üstüne getireceksiniz…
Önemli olan mahkum ettirmektir…
Hakim kiralayın…”

Bugünlerde yine ön plana çıkan Zekariye Öz’ü tanımak; olan biteni anlamamıza yetecektir sanıyorum..
Teyzesinin oğlu Seyrullah Vatansever: “Zekariye Öz Atatürk düşmanıdır ve Fethullaçıdır” deyince, başına gelmedik şey kalmamıştı.
Seyrullah Vatansever’in söylediklerinin doğruluğuna ilişkin bana gönderdiği mesajları, birgün bana da lazım olabilir diye cep telefonumdan silmedim.

Özel yetki verilen savcılar içinde, en kıdemsiz olanlardan biri Zekeriya Öz…
Sicili parlak bir savcı olmadığı da anlaşılıyor…
Birinci sınıf’a ayrılma talebi bile kabul edilmemiş bir savcı…

Düşünün böyle bir savcıya Recep Tayyip Erdoğan zırhlı aracını tahsis ediyor ve hakkıında hepsi de ciddi yüzden fazla suç duyurusu yapılmasına rağmen Adalet Bakanı soruşturma izni vermiyor.
Verdiği an meslekten atılması bile gündeme gelecek…
Ergün Poyraz’ın son kitabı ” Takunyalı Führer” de şu bilgiye yer verilmiş ( S 153.)

” Hukuk dışı tasarrufları nedeni ile Mutki’ye sürüldüğü iddia edilen Zekariye Öz , Ümraniye savcısı yapılıyordu…
Tayini çıkınca, zamanın Adalet bakanı bir koşu Hakimler ve Savcılar yüksek kurulunun yanına varır.
‘Bu savcının tayinini durdurun, bu savcı çok önemli bir soruşturmayı yönetecek’der…”
Görüyorsunuz her şey nasıl planlanmış ve uygun kişi nasıl bulunmuş.

1 Agustos 2010 tarihli zaman gazetesi, manşetten Fethullah Gülen’in şu sözlerine yer verdi.
” …kadınıyla erkeğiyle, dünyanın dört bir yanına dağılmışıyla hayatta olan herkesi, imkan olsa mezardakileri bile kaldırarak o refarandumda ‘evet’ oyu kullanmak lazım…”
Fethullah Gülen’in korkusundan doğan bir çığlık bu…
Çünkü refarandumda halkımızın çoğunluğu Hayır derse ve HSYK onun istediği biçimde oluşmazsa ( F) Tipi örgüt’ün yargıdaki uzantılarını artık koruyamayacağını biliyor.
Karşı devrim sürecinin ve “korku imparatorluğu” nun sona ermesi refarandumda HAYIR oylarının çoğunluk sağlamasına bağlı…
Bu bilinçle sandık başına gidenleri çoğaltmamız lazım…

YANDAŞ MEDYA ONLARI NASIL KANDIRIYOR

Gürbüz Evren

24 Temmuz–5 Ağustos döneminde İzmir, İstanbul, Ankara arasında mekik dokudum. Afyon, Uşak, Manisa, Balıkesir, Bursa, Yalova, Kocaeli gibi illerin yanı sıra birçok ilçe, belde ve köyden geçtim. Otomobilimle 5 ya da 7 saatte alabileceğim mesafelerin süresi 13-14 saate çıktı. Çünkü yol boyunca çay, kahve molası ya da alış veriş için birçok kez durdum, karşılaştığım hemen herkesle konuştum. Aslında her yolculukta böyle yaparım. Dinlenme tesislerinden çok, halkın gittiği kahvehaneleri, lokantaları tercih eder, yol kenarında sebze, meyve satan köylülerin yanına uğrarım. İyi bir ‘Siyaset Bilimci’ olmak halkı ve yaşadığı değişimi yakından izlemekten geçer. Bu nedenle halkın arasından hiç ayrılmam. Son yolculuğum sırasında geçtiğim her yerde referandum konusunda halkın nabzını tutmaya çalıştım. ‘Evet’ oylarının açık ara olmasa bile önde gittiğini söyleyebilirim.
KIRSAL KESİME YANDAŞ MEDYA ULAŞIYOR
Özellikle kırsal kesimde iktidar yanlısı televizyon kanalları izleniyor. Şehirlerarası yolda cemaatin radyo kanallarından başka bir yayın dinlemek ise pek mümkün değil. Bu kanalların haber bültenleri TSK’yı ve yüksek yargıyı hedef alan yalan haberlerle dolup taşıyor. Heronlar konusu bitiyor, Balyoz başlıyor. Ergenekon bitiyor, kafes başlıyor. Kime ait olduğu belirsiz telefon kayıtları bitiyor, ne olduğu belirsiz görüntü kayıtları başlıyor. YAŞ toplantıları Başbakan Erdoğan’ın tüm komutanlara ‘posta koyduğu’ görüşmelermiş gibi sunuluyor. Her haber “İddia ediliyor”, “Öne sürülüyor”, “Söyleniyor” türü ifadelere dayandırılarak aktarılıyor. Her haberin sonunda da konu referanduma getiriliyor ve ‘Evet’ denildiği takdirde darbelerin önleneceği, hükümete karşı planlar yaptığı için terörün üstesinden gelemeyen TSK’nın hizaya gireceği, terörün biteceği, anaların ağlamayacağı anlatılıyor. Kırsal kesimde yaşayan insanımız ne yazık ki bu yayınları izlemek zorunda kalıyor.
AKP ÖRGÜTLERİ ÇALIŞIYOR YA DİĞERLERİ…
Kahvehanelerde, lokantalarda Balyoz davasında 102 subay hakkında çıkartılan yakalama kararını konuşanları dinlediğimde de, YAŞ krizini değerlendirenleri sorguladığımda da üzülerek gördüm ki insanımız yalanlardan, iftiralardan etkileniyor. Bilinci yalan bombardımanı altındaki insanımızda “AKP anayasayı değiştirip memleketi ilerletmek istiyor, komutanlar karşı çıkıp, darbe yapmaya çalışıyor” düşüncesi egemen olmuş. Ama bu insanlarla oturup, gerçekleri anlattığınızda, örneğin neden dokunulmazlıklar kalkmıyor diye sorduğunuzda bile düşünceleri değişmeye başlıyor. Muhalefet partilerinin örgütleri gidilmedik yer bırakmayarak, üstelik aynı yere birkaç kez giderek insanımıza gerçeği anlatmalı.
Peki, bu yapılıyor mu? Geçtiğim yerleşim birimlerinde böylesi bir çalışmaya maalesef rastlamadım. Özellikle CHP örgütlerinin herhangi bir etkinliğini göremedim. Anlaşılan ‘Kemal Kılıçdaroğlu gezecek, konuşacak her şey güzel olacak’ düşüncesi bu partinin örgütlerinde yerleşmiş. Buna karşılık AKP örgütlerinin hemen her yerde çalıştığını görmek beni hiç şaşırtmadı.
Polatlı girişindeki büfeden su alırken konuştuğum insanlardan, Emirdağ sapağında koyun sürüsünü otlatan çobanlardan, Afyon girişindeki akaryakıt istasyonunun pompacılarından, Banaz’daki kahvehanede konuştuğum emeklilerden, Kula’da durduğum fırının önündeki yaşlılardan, Salihli-Turgutlu arasında, yol kenarında üzüm satanlardan, Hisarüstü’nde Topçular’a geçmek için feribot bekleyen kamyonculardan, Ulubat Gölü çevresindeki köftecilerde çalışanlardan, Susurluk yakınlarındaki ayçiçeği tarlalarının sahiplerinden, Akhisar yolunda kavun satanlardan, Manisa çıkışında minibüs bekleyen köylülerden edindiğim izlenim, referandum sonucunun ‘Evet’ olabileceği yönünde.
‘HAYIR’ DİYENLER DE ANADOLU İNSANINA GİTMELİ
Konuştuğum vatandaşların ortak özelliği, yandaş medyanın yalan ve iftira bombardımanı maruz kalmaları. Ama insanımızın anlatılanlara tam olarak inanmadığını da hissettim. Çok hassas bir denge var. Birilerinin kendilerini adam yerine koyup başka şeyler söylemesini bekliyor gibiler. Görünen o ki, 12 Eylül’e kadar bu yalan ve iftira bombardımanı artarak sürecek. Yeni saldırıların yapılacağı TSK ve bu kuruma sahip çıkanlar darbeci, Başbakan Erdoğan ise mağdur ve kahraman olarak gösterilecek. Yol boyunca dilim damağıma yapışıncaya kadar konuştuğum Anadolu insanı duyduğu doğrular karşısında ‘Vay namussuzlar, S…… kanalında, Y…. televizyonunda hiç bunları anlatmıyorlar’ diye tepki gösteriyor. Tam sayıyı bilemiyorum, 150 ya da 200 kişiyle konuştum, düşüncelerinin değiştiğini gördüm. Ya konuşamadığım milyonlar ne olacak? Bir somut örnekle kazanılacak insanlar, çok kolay kaybediliyor. Durum ülkenin batısında böyleyken, diğer bölgeleri varın siz düşünün.

Dostça Faşizm![1]

Yüksek Askeri Şura toplantıları bitti. Siyasi iktidar müdahale edeceği kadar müdahale etti. Ordu tayin terfi sistemini bozdu. Kumanda kademeleri arasına fitneyi soktu.

Buna karşılık, iktidar, gene de istediğini alamadığını düşünmektedir. Işık Koşaner’in Genelkurmay Başkanı olmasından pek memnun değildir. Kendisinin terbiye edilmesi, uysallaştırılmasına ihtiyaç olduğunu düşünmektedir.

Terbiye etme ve uysallaştırma işi tayin ve terfi sürecinde başladı.

Gül, Koşaner’i makamına çağırdı. “Biz seni Genelkurmay Başkanı yaparız. Ama şunları, şunları bekleriz dedi. Yani terbiye etme işi tayinden önce başlamış oldu.

Öte yandan siyasi iktidara yakın, adı gibi kendisi de uşak olan USAK Sitesinden, artık genelkurmay başkanlarının da yargılanacağı bir sürece girildiği açıklandı.(Sedat Laçiner) İlker Başbuğ’u emeklilikten sonra yargı korkusu bastı diye makaleler yazılmaya başlandı. Ve diğer yandaş medyada buna benzer yazılara her gün rastlamak mümkün.

Yani Işık Koşaner’e denmek isteniyor ki, Amerika’ya teslim olan bir genelkurmay başkanlığı sürdürmesen, emekliliğinde başına çorap öreriz. Bize teslim ol, bizim dediklerimizi yap mesajı verilmiş oldu.

Zaten içinde yaşadığımız süreç, Beşiktaş Mahkemeleri yolu ile herkesi tehdit altında tutma sistemi olduğundan, PKK ile mücadelede öne çıkan tüm subaylar yargılanacak.

Bu sadece siyasi iktidarın istediği bir şey değil. Büyük Kürdistan’ı kurmak isteyen Amerika’nın planlarının bir parçasıdır. Irak’ın kuzeyinde Amerika tarafından kurulan kukla devletin ordu komuta kademesi tarafından kabul edilene kadar bu baskılar devam edecektir.

Öte yandan, gizil bir halk direnci su yüzüne çıkmaya başladı. Siyasi iktidar ve cemaat bundan tedirgindir. Mezardan oy çıkarma peşine düşmüştür. Muhaliflerin pankartları indirilmekte, PKK’n bayraklarına ses çıkarılmamaktadır.

Siyasi iktidar tarafından, Ramazan da bahane edilerek Öcalan ile sürdürülen ateşkes çabalarının gazete köşelerine konu olduğunu görüyoruz.(Radikal Murat Yetkin)

PKK’ya nerede ise yalvaracaklar. Şu referandum süresince ateşi kes diye.

Bu durumda gene ordu meselesi öne çıkıyor. Siyasi iktidar ateşkes anlaşması yapsa bile, askerin teröre kaşı mücadelesi sürecek.

Ne Amerika’ymış, ne talimatlar verirmiş, ne istekleri varmış, bu ne kadar Amerikan bağımlılığıymış anlamak mümkün değil.

Bir yurtsever yazmış. “Bu işin bir başı var, bir de sonu” demiş.

Sekiz yıl oldu. Herhalde bu işin başı bitmiştir.

Şimdi geliyoruz sonuna…

bulentesinoglu@gmail.com

RAMAZAN TİCARETİ

Ceyhun BALCI

Alınıp satılmasına pek de alışık olmadığımız pek çok kavram gibi Ramazan ve onunla ilintili hemen her şey de kendini bu kötü alışkanlıktan kurtaramamış gibi görünüyor.

Hemen hepimizin yaşadığı yerlerde her an  gözleyebileceği gibi Ramazan inanç ve yakarış süreci olmaktan çıkmış ticaretin, satışın ve kazancın sıradan aracına dönüşmüş.

Yapmaktan kaçınmaya çabaladığım bir şeyi yapma gafletinde bulundum. Televizyonlardan birinin akşam haberlerini izledim.

Ben haberlerin ortasında izlemeye başlamış olmalıyım ki, geçtiğimiz günlerde magazine ayrılmış olan bölümler bugünlerin anlam ve önemine uygun olarak Ramazan’a ayrılmış.

İlk görüntülerde hiç olmazsa Ramazan’da sofrasına et koyma çabasında olan dar gelirli yurttaşlar vardı. “Devlet kasaplık, manavlık ve celeplik mi yaparmış!” diye kükreyen bir rahmetli büyüğümüz belli ki tam anlamıyla silememiş Et ve Balık Kurumu’nu yaşamımızdan. Dar gelirli yurttaşlar devletin yapmaması gereken bir etkinlikten yararlanmaktaydı oysa. Bir an önce sonlandırılmalı! Serbest piyasa ekonomisi mitine bundan daha büyük bir saldırı olabilir mi?

Ramazan ticaretinde her kesime her mekâna yer vardı nasılsa!

Önce İstanbul’da bir ilçede sokakta kurulan ve uzunluğu üç kilometreyi bulan bir iftar sofrası ve o sofranın alçakgönüllü menüsü geldi görüntüye.

Hemen ardından, bu kez beş yıldızlı bir otelde diğer dinlerin ve ülkelerin temsilcilerinin Diyanet İşleri Başkanı’nca ağırlanacağı kuş sütünün eksik olduğu bir başka Türkiye görüntüsü. Parası kimden çıkıyordu diye aklıma getirmeden edemedim!

Beş yıldızlı otellerde, “oruç açmayanlara” iftar uygulaması ile yaşamımıza giren yoz beğeni kültürünün dinsel başvuru kaynaklarıyla doğrulanıp doğrulanamayacağını öteden beri merak eder dururum. Henüz doyurucu bir açıklama ile karşılaşmadım.

Bana asıl çarpıcı gelen görüntüler sınır ötesindendi. Yalnız Ramazan’ı değil İslam dinini ticaret aracına dönüştürmüş olan Suudi Arabistan’da Kâbe’ye egemen bir yerde görüşe açılan bir saat kulesiydi bu haberin konusu. Gece ve gündüz bilmem kaç kilometre uzaktan görülebilen saat kulesinin görkemine diyecek yoktu doğrusu! Bir de Londra’daki “Big Ben”i çağrıştırmasa! Bulunduğu yer ile bu denli uyumsuz, kimliksiz ve kişiliksiz bir yapı tasarımı için bir yarışma açılsa herhalde birinciliği bu yapıt alırdı!

Bu kulenin bir başka önemli işlevi daha olacakmış habere göre! Greenwich zamanı (GMT) gibi bir İslami (IMT) saat uygulamasının öncüsü olması da öngörülmekteymiş bu tuhaf yapının.

Birileri bu parası bol ama aklı kıt insan kalabalıklarına anımsatmalı! Başka bir çok şey gibi kendi zamanınızı da dünyaya egemen kılmanın yolu yoz beğeni ürünü kuleler dikmekten geçmiyor. Belki göze görünmez ama, kalıcı yapıt bırakması bakımından akıl, bilgi ve bilimin yerini tutacak bir şey var mıdır acaba?

Kısacası çok şey satın alabilirsiniz paranızla ama yeryüzünde egemen olmanın tek ve başkaca seçeneği olmayan yolu akıl ve bilimi yaşamınızın rehberi yapmaktır!

Bu yalın gerçeği algılamadıkları sürece paraları ile rezil olmayı sürdürecekler!

İmtihan günü: 15 Ağustos

Rifat SERDAROĞLU

İnsanların, deyim yerindeyse ateşle imtihan edildikleri çok zor günleri vardır. Bu zor günler, bir ömür boyunca ancak birkaç kez olur. Bu günlerde adamın çapının ne olduğu, yüreğinin ve cesaretinin kaç okka olduğu, vatan sevgisi taşıyıp taşımadığı, kimin dost kimin düşman olduğu her şey meydana çıkar. Kim gerçekten delikanlı, kim yabancıların uşağı çakma delikanlı apaçık ortaya çıkar.

15 Ağustos 2010 böyle günlerden biridir.
15 Ağustos’ta, Cumhuriyet kurulduğundan bu yana 27 defa yaşadığımız Kürtçü- Bölücü isyanların 28. sinin resmen başlatılacağı gün olacaktır.
Niçin 15 Ağustos ?
15 Ağustos 1984  PKK’nın, Eruh ve Şemdinli baskınları ile ilk isyanı başlattığı gündür.
PKK terör örgütünün siyasi ayağı olan BDP’nin organize ettiği Demokratik Toplum Kongresinin sonuç bildirgesi açıklanacak ve “Demokratik Özerklik” ilan edilecektir.
Bir senedir Tayyip Bey’e nasihat ediyoruz, yol göstermeye çalışıyoruz.
Hatırlayacaksınız; “Tayyip Bey’i, etrafındaki Kürtçü-Bölücü danışmanları, Kürtçü-Bölücü Milletvekilleri, Barzani-Talabani dansözleri, Obama biraderi ‘Kürtçülük kuyusuna’ attılar, şimdi de seyrediyorlar. Tayyip Bey  çıkmak için çırpındıkça daha da batıyor. Halbuki kuyu derin değil, eline verdikleri ip kısa” demiştik.
Gözünü açsa  aslına dönse  emperyalistlerin eline verdikleri ipi fırlatıp atsa, Türk Milletinin ipine tutunsa, kuyudan hemen çıkacak. Çıkacak çıkmasına da iktidar uğruna, koltuk uğruna öyle sözler vermiş, kendini öylesine kıskıvrak bağlatmış ki kıpırdaması mümkün değil. Tayyip Bey tabii ki umurumuzda değil. Büyük sözü dinlemezseniz, kendi ayağınıza kendiniz çelme takarsanız  başınıza  gelenlere de katlanacaksınız.
Fakat Tayyip Bey’in hatalarından sıkıntıyı, acıyı Türk Milleti çekiyor.
Bundan yaklaşık bir yıl evvel  Apo, yol haritasını eski MİT Müsteşarı kanalıyla Tayyip Bey’in eline vermişti. Uyuşturucudan beyni pelte gibi olmuş bu psikopat katili muhatap almayın dedik, dinletemedik. Ne istiyordu bu adam?
*Ayrı bir Yönetim biçimi,
*Ayrı bir Savunma Gücü(Peşmergelerden oluşan)
*Eğitimin her safhasında Kürtçe Eğitim veren bir Eğitim Sistemi,
*Özel bir Spor Ligi
Yani Apo, Demokratik Özerk Kürdistan istiyordu. Bunun bir adım ötesinin bağımsızlık ilanı olduğunu, ilkokul çocukları bile biliyordu.
15 Ağustos’ta neler istenecek? Apo’nun istediğinin aynısı, yani “Demokratik Özerklik”.
Kürtçü-Bölücü isyanın bildirgesinde başka neler olacak?
*Karşılıklı ateşkes, yani kendi vatanını savunan Türk Silahlı Kuvvetleri, çapulcu çetesi PKK ile eşitlenerek aynı anda silah bırakacak!
*Kürdistan Bayrağının resmi dairelerde Türk Bayrağının yanına asılması!
*Kürdistan Parlamentosunun kurulması!
*Özel Kürdistan Ordusu!
*Genel Af!
Yüksek Askeri Şura’nın en hareketli gecesinde, Tayyip Bey’in ABD Başkanı ile yukarıdaki konuları konuşup, konuşmadığı gerçekten merak konusudur. Çünkü ertesi gün Obama Irak’tan süratle çekileceklerini açıklamıştı.

Bütün bu yazdıklarımın sonucu, Tayyip Bey için imtihan gününün 15 Ağustos olduğu apaçık ortada.
Tayyip Bey ne yapacak dersiniz?
*Habur rezaletinin yaşandığı, PKK terör örgütünün paçavralarının her yeri kapladığı, Polis Karakollarına bile saldırıldığı günkü gibi, susup görmezden mi gelecek?
-Yoksa, “Siz ne yapıyorsunuz? Bu açıkça vatanı bölmektir. Bu vatan gelecek nesillerin bize emanetidir, bir çakıl taşını veremem” deyip Türk Başbakanı gibi mi davranacak?
*Kendisine Uluslar arası güçler tarafında yapılan “özel” baskılara boyun eğip, şanlı Türk Bayrağının yanına, örgüt paçavrası asılması talebi  karşısında sessiz mi kalacak?
-Yoksa Osman Baydemir’in kendisine ve Hükümetine dediği gibi; “O paçavrayı astığınız meşenin direği bir yerinize girer mi” diyecek?
*Peşmergelerden kurulu Kürdistan Ordusu kurulma talebine;  sessiz kalıp, “Zaten TSK’ya güvenmiyordum, Polis teşkilatının yanına ikinci bir güç fena olmaz mı” diyecek?
-Yoksa; Kuruluşu 2219 yıl öncesine giden, dünyanın en büyük ve güçlü ordularından birinin karşısına nasıl çapulculardan oluşan bir ordu koymayı düşünebilirsiniz deyip, yine Osman Baydemir’in kendisine ve Hükümetine dediği gibi, “Has…tir” mi diyecek?

*Ayrı parlamento kurma taleplerine, “telaşlanmayın canım, yerel yönetimlere yetki devrediyoruz” palavrasıyla kılıf mı bulacak?

-Yoksa, ayrı parlamento ayrı devletin başlangıcıdır deyip, Türkiye Cumhuriyetine sahip mi çıkacak?

*Eğitim ve öğretimin her safhasında, Kürtçe eğitim talebini kabul edip, ülkenin bölünmesi fitilini mi ateşleyecek ? Aynı zamanda  Anayasa’yı ihlal suçu mu işleyecek?
-Yoksa, “ben ülkemin bölünmesine yol açacak bu isteği kabul edemem mi diyecek?

İşte Tayyip Bey’in ateşle imtihanı bu yüzden 15 Ağustos.

Ya Tayyip Bey “dik durmayı” becerecek ve ateşi hep beraber söndüreceğiz,
Ya Tayyip Bey “çökertilecek” ve ülke yangın yerine dönecek…
Biz de Türk Milleti olarak seyredip, gerçeği öğreneceğiz;
*Tayyip Bey, Rize ilinin Güneysu İlçesinden bir Türk ailenin mi çocuğudur?

-Yoksa, Maçka’ya tarihi  Rum kıyafetleriyle gelen ve gösteri yapan Rum grubun başkanı ve Selanik’teki ikinci Rum-Pontus soykırım anıtını açan Kostas Alexandridis’ in dediği gibi; “İne Dikomas Pedi” (Bizim çocuk Erdoğan) mıdır?
*İstanbul Belediye Başkanı olmadan önceki, evinin geçimini zorlukla temin eden fakat namuslu ve erdemli Tayyip Bey mi olacak?
-Yoksa, 40 bin dolarlık Frank Müller saat takıp, 30 bin dolara Bijan’dan elbise giyen süslü ama kirli Tayyip Bey mi olacak?
İşte böyle Tayyip Bey, şimdi sıra sizde. Unutmamanız gereken bir konu şudur;
Bu imtihan ateşle yapılan bir imtihandır. Sırat köprüsü kadar zor bir imtihandır. Öyle dik durup, diklenmemekle olmaz. O mesajı kime verdiğinizi biz çok iyi biliyoruz.
Mevzu vatan olunca hem dik duracaksınız hem de gerekiyorsa dikleneceksiniz.
Haydi görelim sizi…

Çözümü tartışmak (2)

Mehmet bedri Gültekin

Şimdi Kürt sorununda söz konusu olabilecek çözümlerin ne olabileceğine bakalım: belli başlı üç çözüm üzerinde konuşulabilir:

  1. Üniter yapı içinde Kürt vatandaşlarımızın tüm demokratik haklarının kabulü ve yasal güvenceye kavuşturulması. Bu çözümün iki boyutu vardır. Birinci olarak etnik farklılıktan kaynaklanan demokratik haklar ki bunlar bugün esas olarak gerçekleşmiştir. Bazı yasal düzenlemeler gerekebilir.

İkinci olarak Bölgedeki feodal yapının tasfiyesi ile demokratik devrimin tamamlanması ve topraksız köylünün bırakılmaması. Köylünün toprağa kavuşması ve özgürleşmesi, geldiğimiz aşamada Kürt sorununun çözümünün en önemli boyutlarından biridir.

  1. Üniter yapının terk edilerek Bölgesel Özerklik ya da Federatif bir yapılanmaya gitmek. Bu çözüm önerisi açık veya örtük olarak Irak’ın kuzeyindeki yapılanma ile birleşmeyi de içermektedir.

  2. Kürtlerin ayrılarak ayrı bir devlet olarak ortaya çıkmaları.

Türkiye’nin devrimcileri bu seçenekleri tam 40 yıldır yoğun olarak tartıştılar. O tartışmaların sonrasında bugünkü olgunluk noktasına geldiler.

Şimdi konuyu bu kırk yıllık mücadele ve tartışmanın ışığında incelemek gerekiyor.

40 yıldır bu soruna arkasını dönmüş olanların ise; şimdi başkaları tarafından önlerine konan sözümona çözüm önerilerini tartışmadan önce, bu ülkenin yurtsever devrimcilerine kulak vermelerinde yarar vardır.

Çözüm önerilerinin en sonuncusundan başlayalım:

AYRILIK

Kürt milliyetçilerinin gönlünde yatan aslanın ayrılık olduğundan en ufak bir kuşku yoktur. Şu anda verilen mücadele, elde edilen kazanımlar hep bu amaca varmak içindir. Ama bu seçeneğin ciddiye alınabilmesi, her şeyden önce Kürt yurttaşlarımızın onayına veya önemli bir kısmının desteğine bağlıdır.

Oysa hemen herkesin üzerinde birleştiği gerçek şudur: Kürt yurttaşlarımızın ezici çoğunluğu ayrılmaya karşıdır. PKK’nın, 30 yıldır süren silahlı eylemlerinin sonrasında ulaştığı kitlesel desteğe rağmen, gerçek böyledir.

Bugün BDP’ye destek veren Kürt yurttaşlarımızın ezici çoğunluğu, konu ayrılmaya geldiği zaman hemen tavrını koymaktadır. Bundan dolayıdır ki PKK veya BDP ayrılıktan yana olmadıklarını söylemek ihtiyacı duymaktadırlar.

Ayrılığın, neden Kürt yurttaşlarımızın gündeminde olmadığına başlıklar halinde değinirsek:

Binyıldır birlikte ve iç içe yaşıyor olmak. Özellikle son yüzyıl içinde Dünyanın ilk antiemperyalist savaşını birlikte vermek ve büyük bir demokratik devrimi birlikte başarmak… Doğu illerinde yaşayan Kürt’ten daha fazla Kürdün Batı’da yaşıyor olması. Ortak bir iktisadi yaşantı birliğinin varlığı. Bütünlüğünü korumuş olan Türkiye’nin Kürt yurttaşlarımıza sunduğu olanaklar. Ekonomik, siyasi, kültürel ve güvenlik boyutları ile düşünüldüğünde büyük devletin avantajları vb. vb.

BÖLÜNMENİN MALİYETİ

Türkler ve Kürtler gibi iç içe geçmenin ileri boyutlarda olduğu coğrafyalarda bölünme nasıl olacaktır?

Tarihin ortaya koyduğu acı gerçek şudur: Böyle durumlarda sınırlar, “etnik boğazlaşma” ve bunun ardından gelen “etnik arındırma” ile çizilmektedir.

  1. yüzyılda Balkanlarda ulusal devletlerin ortaya çıkış süreci, 600 yıldır oralarda yaşayan milyonlarca Türk’ün katledilmesi ve sürülmesi ile gerçekleşti.

Anadolu Rumları ve Yunanistan Türkleri aynı kaderi yaşadılar 1920’lerde.

Ermeniler, Çarlık Rusyası’nın desteği ile etnik temizlik işine Doğu Anadolu’da giriştiler. “Kendilerine ait bir devleti” ancak bu şekilde kurabileceklerdi. Başarılı olamadılar. Ama onların binlerce yıldır bir arada yaşadıkları komşularına karşı giriştikleri bu eylemin sonucu, kendilerinin yurtlarını terk etmesi oldu.

Benzer bir durumu son yirmi yıl içinde Yugoslavya’da yaşadık. Her otuz Yugoslav yurttaşından biri öldü.

Türkiye’de nasıl olacak? Bizde iç içe geçme Yugoslavya’dan daha fazla. Doğu’da yaşayan Kürt’ten daha fazla Kürt Batı’da yaşıyor. Antep’ten Karsa uzanan geniş bir ara bölgede büyük bir nüfus iç içe geçmiş durumda.

Ayrı devlet dediğinizde, işte o zaman etnik arındırmanın kendi kuralı işler. Türk veya Kürt fark etmez, böyle bir sürecin işlemesinden bu ülkede yaşayan herkes zarar görür. Ama en büyük zararı Kürtlerin göreceğinden hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır.

İnegöl ve Dörtyol’da ilk işaretlerini gördüğümüz bu süreç, bugüne kadar Türk olsun Kürt olsun tüm milletimizin büyük sağduyusuyla engellendi. Ama bir yandan PKK’nın etnik düşmanlığı körükleyen eylemleri, öte yandan AKP’nin etnik ayrışmayı derinleştiren “açılımları”, bu tehlikeyi her geçen gün daha da büyüterek önümüze getirmektedir.

BÜYÜK TUZAĞIN SAHİPLERİ

Etnik ayrışma ve çatışma politikasının gerçek sahibi emperyalizmdir. Türkiye gibi tarihin ilk kurtuluş savaşını vermiş, büyük bir demokratik devrimin sahibi olmuş, beş bin yıllık uygarlık tarihinde hep öncü roller oynamış bir uygarlığın mirasçısı olan ve bugün büyük ölçekler içinde değerlendirilebilecek bir ülke, temel yapısına ilişkin değişikliği çok büyük sarsıntılar olmadan kabul etmez.

Bu büyük alt üst oluş, ancak etnik boğazlaşma biçiminde olabilir.

Onun için bu politikanın asli sahibi Amerika ve AB emperyalistleridir.

Milletimizin bu büyük tuzağın farkında olması ise büyük şansımızdır.

Devam edeceğiz…

mbgultekin@ip.org.tr

JAPON BİLİM BAŞARISI YA TÜRKİYE!

Nurullah AYDIN, 13 Ağustos 2010

Türkiye’de herkes tarihçi herkes siyasetçi, herkes hukukçu, herkes din adamı, herkes profesör…

Say say bitmiyor. Gazetecisi desen her konuda uzmanlar, bilmedikleri konu yok. TV’leri işgal etmiş yorumlar yapıyorlar. Kendi aralarına da bir iki tane de zeka özürlüsü profesör titirli tip yanlarına alınca saatlerce laga luga yapıyorlar.

Görüntüleri ile seksi yansıma içinde olan kadın sunucular ise kırıntı bilgilerle uzman diye çağırdıklarına soru soruyorlar. Ne sordukları soru belli ne de aldıkları yanıtlar.

Seçilmiş tipler, seçilmiş uzman adındaki işbirlikçi tiplerle, gazeteler, TV’ler, halkı uyutma, yanıltma, yönlendirme işlevini görmeye devam ediyor.

Bakın kullandığımız teknolojide Müslümanların yeri neresi? Hangi marka da varız ki?

Bin yıl öncesinin hurafeleri ile yalan yanlış bilgileriyle avunan tipler, halkı kandırıyorlar..

Bizler geçmişin gerçek dışı hurafeleriyle avunup övünürken bakın batılılar neyle övünüyor?

Güneş sisteminin sırlarını getirdi

Japon bilim dünyası büyük sevinç yaşıyor. Güneş Sistemi’nin derinliklerine 7 yıl önce gönderilen Hayabusa keşif aracı başarıyla Dünya’ya döndü. Gökbilimciler, uzay aracında bugüne kadar eşi görülmemiş bilgilere ulaşmayı ümit ediyor.

Japonya Uzay Araştırma Dairesi JAXA, yedi yıl önce uzaya gönderilen Hayabusa uzay araştırma kapsülünün başarıyla Dünya’ya dönüşünü kutluyor. 13 Haziran günü Dünya’nın atmosferine giren uzay aracının taşıdığı kapsül, bugün Avustralya’nın güneyindeki Woomera yasaklanmış bölgesine başarılı bir iniş yaptı.

Bir asteroite gidip Dünya’ya geri dönen, bu süreçte uzayda keşif yapan Hayabusa keşif aracı, yedi yıl süren görevinde tam 6 milyon kilometre mesafe kat etti.

Gökbilimciler, Hayabusa uzay aracının atmosfer üzerindeki hareketi, atmosfere girişi ve paraşütle yaptığı inişi kare kare görüntüledi. Hayabusa’nın, tehlike oluşturabileceği için atmosfere girmeden önce yakıtını boşaltması ardından, uzay aracı paraşütleri sayesinde ıssız bölgeye sorunsuz bir iniş yaptı.

Uzayın sırları aydınlanacak

Gökbilimciler, Hayabusa’nın bugüne kadar benzeri görülmemiş asteroit görüntüleri taşıdığını belirtiyor. Keşif aracının sağlayacağı bilgiler sayesinde Güneş Sistemi’nin evrimi hakkında yeni ipuçları elde edilmesi ümit ediliyor.

Hayabusa, yakıtını boşalttıktan sonra atmosfere girişine karşılaştığı yüksek ısı nedeniyle alev aldı. Isıya dayanıklı kapsülün atmosferin üzerinde oluşturduğu çizgileri ve atmosfere giriş anını Japonya’nın Wakayama Üniversitesi görüntüledi.

İsrailli savunma yetkilileri yeni bir casus uydunun yörüngeye fırlatıldığını ve bu şekilde istihbarat toplama kapasitesinin artırılmasının amaçlandığını belirtti. İsrail ayrıca yeni Gazze savaş stratejisini hazırladığını duyurdu. ABD’de, merkezi Colorado eyaletinde bulunan bir şirket Türkiye’nin yanı sıra Güney Kore, Çin ve Rusya’ya yasadışı savunma teknolojileri sattığını kabul etti.

İsrail uzaya casus uydu gönderdi

YNETNEWS: İsrail uzaya casus uydu fırlattı

İsrail uzaydaki varlığını artırıyor. Savunma yetkilileri Salı akşamı yeni bir casus uydunun yörüngeye fırlatıldığını ve böylece istihbarat toplama kapasitesinin artırıldığını açıkladı.

Ofek 9 isimli uydu, İsrail’in uzaya gönderdiği bir dizi araçtan altıncısı oldu.

Üst düzey bir savunma yetkilisi, “Hedefleri incelemek istediğimiz zaman bunun için kendi uydularımıza ihtiyaç duyuyoruz. Yeni uydu yüksek çözünürlükle daha sık görüntü almamızı sağlayacak” dedi.

Yetkili Palmachim Hava Kuvvetleri üssünden fırlatılan uydunun daha önceden planlanmış olduğunu ve son gelişmelerle bir alakası olmadığını söyledi.

Peki Türk akademisyenler neyle uğraşıyor dersiniz?

Neyle uğraşacaklar. Araştırma incelemelerle eser üreteceklerine bol bol siyaset yapıp aldıkları üç beş kuruşluk ek gelirle yabancı ülke ajanlığı ile geçinip gidiyorlar. Onlar için Ülke kalkınma bilimsel çalışma diye bir konu yok  ki!

GÜNÜN Sözü: İnsan hayallere odaklanırsa gerçeklerden uzaklaşır.

BAŞBAKAN ASLINDA NE KADAR YASAL?

Mehmet Ali Güller, 12 Ağustos 2010

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan RTE ticari markası için Türkiye Patent Enstitüsü’ne başvurduktan sonra, YAŞ’la ilgili ‘fetva’ verdi: “Biz TSK’yı teamüllerle yönetemeyiz. TSK’nın kanunu vardır ve YAŞ bir istişari kurumdur”.

Yasalara bu vurguyu yapan Başbakan Erdoğan aynı konuşmasında, hem de birkaç dakika sonra, şöyle diyor: “Şimdi ben YARSAV üyesi olan yargı mensuplarına nasıl güveneceğim, nasıl güvenebilirim? Çünkü açık, net, kalkıp da iktidarı eleştiriyorsa…” (gazetevatan.com, 12 Ağustos 2010)

Daha önce turban konusunu “ulemaya sorun” diyerek yasaya güvenini (!) ortaya koyan Erdoğan, “özel ordu”yu gündeme getirdiğinde de “özel birlikler, bölgeye şehit olacağını bilerek gidecek” diyerek ulema içinde “paralı asker şehit olur mu?” tartışmasına neden olmuştu.

Aynı Erdoğan ve partisi, -üstelik valilikleri seferber ederek- yazın bu sıcağında Anayasa’yı değiştirebilmek için millete kömür dağıtıyor.

Yetmiyor, bu kez sahne alan Erdoğan’ın belediye başkanı, kıydığı nikâhı bile Anayasa’yı değiştirmeye alet edip, “evlenmeyi kabul ediyor musun” sorusuna “evet” diyen gelinin yanıtını, 12 Eylül’de çıkacak sonuca vesile yapıyor!

Yetmiyor, Oruç Baba Türbesi’nde bir grup AKP’li, “Evet” yazılı tişört ve şapkalarla propaganda yapıyor.

Başbakan ve adamları, dini siyasete alet etmeyi sürdüredursun… Diyanet İşleri Başkanlığı ise 81 il müftülüğü, eğitim merkezi müdürlükleri, din hizmetleri müşavirlik ve ataşeliklerine bir genelge gönderiyor. Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu, genelgede, referandum boyunca vaazlarda hiçbir şekilde siyaset yapılmamasını, iç ve dış politika konularına girilmemesini, ima yoluyla da olsa herhangi bir siyasi parti, kişi ve zümrenin lehine ve aleyhine olabilecek konuşmalardan, yanlış anlama ve yorumlara sebep olacak davranışlardan sakınılmasını istiyor. (Hurriyet.com.tr, 12 Ağustos 2010)

İşte gelinen nokta: Memleketin dini kurumu, memleketi, din bezirgânlarına karşı savunmaya çalışıyor…

ERDOĞAN’IN KOLTUK DEĞNEKLERİ

Gelin başa dönelim ve Erdoğan’ın yasaları aşmasında ona koltuk değneği olanları anımsayalım…

3 Kasım 2002 seçimlerinde, siyasi yasaklı olmasına rağmen, seçim pusulasında Erdoğan’ın isminin yer almasına, seçimle ilgili hangi kurum göz yumdu?

Siyasi yasağı nedeniyle seçime bile giremeyecek Erdoğan’ı, seçimlerden sonra, sanki başbakan olmuş gibi kabul eden Cumhurbaşkanı kimdi? Ya Erdoğan’la, sanki başbakanmış protokolünde görüşen Genelkurmay Başkanı kimdi?

Seçimlerden üç ay sonra, AB komiseri Verheugen’in isteğiyle, yasayı delip, Siirt seçimleri üzerinden Erdoğan’a başbakanlık yolu açan, ana muhalefet partisi genel başkanı kimdi?

AKP’ye hem laiklik karşıtı odak olduğu hükmünü veren ama hem de “seni kapatmıyorum, memleketi yönetmeyi devam et” diyen yüce mahkeme hangisiydi?

ABD Dışişleri Bakanı Powell’la “2 sayfalık 9 maddelik” gizli bir anlaşma yaptığını itiraf eden Abdullah Gül’e hesap sormayan, -üstelik devletlerarası anlaşmaların gerçek sahibi olan- Meclis hangisi peki?

“İlk kez bir Müslüman, Cumhurbaşkanı olacak” nidalarıyla Çankaya’ya hazırlanan Abdullah Gül’e, cumhurbaşkanlığı yolunu hangi parti açtı?

Ya Erdoğan’la, devlet yönetme ciddiyetini bir kenara bırakarak, yaptığı baş başa görüşmeyi kayıt altına aldırmayarak, mezara götürmeyi planlayan Genelkurmay Başkanı kim?

Ya “Hukuka saygılıyız” diye diye teğmenden generale, her rütbede Silivri’ye esir veren hangi kurum?

Silivri demişken, Silivri’deki tek devlet lisesini, iki saate “İmam Hatip Lisesi yaptım gitti” diyen yetkiliye kim ya da kimler sessiz kaldı?

Eğitim yuvalarının kızlar ve erkekler şeklinde ikiye ayrılmasına destek veren “milli” Eğitim Bakanı karşısında hangi Cumhuriyet koruyucuları sessiz kaldı acaba?

Ya bu noktanın başlangıcı sayılan, Konya’da, kadınların ve erkeklerin ayrı ayrı belediye otobüsüne binmesine hangi Cumhuriyet Savcıları sessiz kaldı?

ABD PROJESİ EŞBAŞKANI MI, TC BAŞBAKANI MI?

Soru çok…

Gelin son bir soruyla bitirelim bu yazıyı.

Tam 34 kez, başka bir ülkenin, ABD’nin, Büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanı olduğunu söyleyen Recep Tayyip Erdoğan’ın, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığı koltuğunda oturmasına sessiz kalanlar kimler peki?

Ve sizce, Başbakan aslında ne kadar yasal?

Milletçe bu hatayı ya “12 Eylül’de 12 Eylül’e HAYIR” diyerek düzelteceğiz, ya da cumhuriyetimizin ölümünü sessizce izlemeyi sürdüreceğiz…

Çünkü referandum bir “Cumhuriyet” yoklamasıdır!


Kurbanlık koyunlarız…

Bekir Coşkun

bcoskun@htgazete.com.tr

22 aydır hakkında hüküm olmadığı halde hapiste tutulan arkadaşımız Tuncay Özkan, önceki gün mahkemede titreyen bir sesle şöyle bağırdı:
“Kurbanlık koyun değiliz…”
Yanıldı Tuncay…
Bizler kurbanlık koyunlarız…
Sırtımızda süslü boyalar…
Kurdeleler takarlar alnımıza…
Boyunlarımızda birer çıngırak…
Bir bıçaklık canımıza rağmen ilginç, görkemli, özenilen, çekici ve renkli oluveririz…
Kurbanlık koyun olduğunun farkında olmayan bir tek canlı türü vardır:
Biz…
Darbe yapacağı varsayılanların salınması… Ama darbe yapacaklarla görüştüğü varsayılan gazetecilerinyazarların hapishane demirlerinin arkasında tutulması rastlantı mıdır?..
Ya da; haklarında mahkeme kararları olmasına karşın; laik devlete karşı suç işleyenler.
Türkiye’yi yönetirken…
Toplumun yüreğine taht kurmuş gazetecilerin-aydınların-bilim adamlarının, mahkûmiyet kararları olmadan hapishanelerde çürümeleri reva mıdır?..
Bizler kurbanlık koyunlarız…
Sırtımızda süslü boyalar…
Boynumuzda kurdeleler…
Çıngıraklarımız…
Ancak sessiz-suskun gövdelerimize binerek, Sırat Köprüsü’nden geçmek isteyenlerden habersiz…
Bir egemen düzenin kendi kutsalları uğruna ve duymadığımız dualarla kesiliriz…
Devamlı ve aralıksız; vurulan, öldürülen, kovulan, hapishanelere atılan, başka bir sınıf ya da meslek var mıdır?..
Yok…
“Kurbanlık koyun değiliz” savı doğru değil…
Yazgının kurbanlarıyız…

‘Evet’ demezseniz ‘hayır’ olmuyor…

Bekir Coşkun

bcoskun@htgazete.com.tr Biliyorsunuz artık; mühürlere "EVET" kazındığı için, referandumda "HAYIR" demeniz için de size "EVET" lazım... Yani "EVET" demeseniz "HAYIR" olmuyor... Kulübeye girip diyelim ki "HAYIR"a mührü bastınız... Emin olmak için eğilip baktınız ki; "EVET" orada... Karışmış kafanızla düşünürsünüz: "Bu 'EVET' buraya nasıl geldi?" ★ Aslında üzerinde "EVET-HAYIR" yazılı pusulanın iki yanında da "EVET" olabilirdi... O zaman siz iki "EVET"ten birisini seçecektiniz, ki bu da iyi bir şeydi... Çıkınca açıklardınız: "Benimkisi iki 'EVET'ten öbürküsü..." ★ Çünkü: Bir gecede parlamentoda yer açıp, o boşluğa Tayyip Erdoğan'ın seçilmesini denk getiren YSK (Yüksek Seçim Kurulu) bu kez böyle uygun gördü... "HAYIR"lar en pasaklı renk; kahverengi... "EVET"ler; AK... Referandum, ulusal suçlu "12 Eylül" tarihinde... Ve mübarek bayram... Mümin vatandaşlarımız evlerinde, laikler ya tatilde ya yolda... Biliyorsunuz; yeni sayımda vatandaş sayısı azalırken seçmen sayısı nasıl olduysa 7 milyon arttı... Zaten az gelir diye, cemaat "mezardaki ölülerin de gelip oy kullanması gerektiğini" duyurdu... ★ Demek ki YSK bunun için var... Misal; sandık mahalline gittiniz... "EVET" demeye gelmiş olan birçok rahmetli mevtaya selam vererek kulübeye girdiniz... Mührü aldınız... Mutlu mutlu "HAYIR"a bastınız... Tek gözünüzü kapatarak eğilip baktınız "İyi HAYIR demiş miyim" diye... Bakacaksınız ki: "EVET"... Sağolsun YSK sayesinde... Ağustos’ta dağıtılan kömür millete hapı yutturacak mı? Israfil K. Kumbasar Referandum tarihi yaklaştıkça iktidarın içine düştüğü panik havası, kendini daha çok hissettirmeye başladı. Aynı tedirginlik ve ‘umulanı bulamama’ korkusu AKP’nin yancılarında da mevcut. - “Siyasetle uğraşmıyoruz, partici değiliz ama evet verilirse ülke için iyi olur”  teraneleri ile cami avlularında, şadırvan başlarında propagandayı sürdürüyorlar. Dert, dava ‘Türk kimliğine’ yönelik sonraki ‘ihanet’ adımlarının akamete uğramaması. 12 Eylül’de ‘tökezlemek’, her şeyi altüst edebilir. Onlar için ‘Evet’in en önemli gerekçesi ‘daha demokratik’ (!) bir düzen. Madem ‘demokratlık’ taslıyorsun, niye ‘kafa’ bulandırmaya, ‘gerçek niyetini’ saklayıp insanları AKP değirmenine su taşımaya çağırıyorsun? Demokratlıktan anladıkları, herkesin Sultan Tayyip Erdoğan’a biat etmesi. O yüzden, ‘tezgahı’ görüp Anayasa değişikliğine ‘Hayır’ verme niyetinde olanların tümünü, ‘PKK ile aynı kefede’ olmakla suçluyorlar. Ama kendilerinin Barzani ile sıkı fıkı ilişkileri, ‘devşirdikleri’ vali ve kaymakamlar kanalıyla ‘BDP’nin önünde’ takla atmaları hiç gündeme gelmiyor. ‘Siyaset’ yapmıyorlar. Sadece CHP’nin ve MHP’nin üzerine saldırıyorlar. Sanıyorlar ki, Sultan Süleyman’a kalmayan dünya Sultan Tayyip’in tapulu mülkü.


İşin aslı, bir anlamda bu ‘tapu’ ve ‘mal-mülk’ mevzularında gizli. Yanına bir tutam da ‘din istismarı’ ilave edince, bütün sorunların çözüleceğini biliyorlar. Nitekim Ramazan’ın ilk günü kaçırılmaz bir fırsattı. Oruç Baba türbesinde paket paket ‘nevale’ dağıtılıp, anayasa paketine destek istendi. İftar saatini bekleyen vatandaşı ‘bam telinden’ yakalamanın en uygun anı. Al ‘yardım’ paketini, ver anayasa paketine ‘Evet’i. Sırf iftariyelik olsa neyse. Başta Gaziantep olmak üzere bazı il ve ilçelerde Ağustos’un sıcağına inat ‘kömür dağıtımı’ başladı. Araya ‘soğukluk’ girmeden, Ramazan’ı iyi değerlendirmek, 12 Eylül’e kadar vatandaşı ‘kıvama’ getirmek gerek. Paket pakettir. Vatandaş ‘ayırım yapacak’ halde değil ki. Kendisine yutturulmak istenen ‘naneyi’ algılayacak hali mi kalmış halkın? ‘Terör’, ‘işsizlik’, ‘pahalılık’, ‘adam kayırma’, ‘köşe dönmece’, ‘iltimas’, ‘irtikap’. Ellerinde “12 Eylül’e yargı yolu açılıyor” palavrası ile cilalanmış broşürler, şehir meydanlarında, kasaba bulvarlarında bangır bangır orta oyunu sergiliyorlar: - “Demokrasiye evet!”
‘Hangi demokrasi’ diye elinize uzatılan broşüre şöyle bir göz atıyorsunuz: - “Artık yargı dışında hiçbir kurum, kimseye yurtdışı yasağı koyamayacak!” Demek ki ‘vergi kaçakçıları’ve ‘hırsızlar’ yaşadı. ‘Donunu’ bile devlete fatura edenler, ‘borç’ falan dinlemeden kapağı yurt dışına atabilecek. ‘Demokrasinin faziletlerini’ anlayabilmek için bir sayfa daha çeviriyorsunuz: - “Partilerin cezalarını milletvekilleri ödemeyecek.” Vekil dediğiniz ‘parmak’kaldırıp indiren ‘bol maaşlı’ Ankara sakini değil mi? ‘Politbüro’ ne isterse onun yapan, ‘itiraz’, ‘muhakeme’, ‘muhasebeden’uzak kişilik değil mi vekil? Parti kapatılınca, vekil niye cezalandırılsın? Vekil, partisi kapatılsa dahi tıkır tıkır maaş alacak, ‘kamu imkanlarından’ yararlanıp, ‘ceylan derisi’ koltuklarda horlamasını sürdürecek. Dahası var ‘demokrasi’nin? Mesela ‘YAŞ kararları’ yargı denetimine açılıyor. Her ne kadar bunlar kendi çoluk çocuklarının ‘er’ ve ‘erbaş’ olarak orduda görev yapmasına zinhar karşı iseler de ‘üniformanın’cazibesinden uzak duramıyorlar. ‘Sızma’, ‘kamufle olma’ konusunda üstlerine yok.
‘Demokrasi’ pişiriliyor, ‘kıvamına’ getiriliyor. Ağustos sıcağında ocağa atılacak kömürler, ‘nefesi kuvvetli’ hocalar, kumanyalar. ‘Çiçek’ gibi yepyeni bir Türkiye hazırlanıyor. “Eve et” e, HAYIR!... Mustafa Aslan Kork, Allah’tan korkmazdan! Yalanın bu kadarına, çifte standardın böylesine ve “Demokrasi amaç değil araçtır” diye hiç saklamadan düşüncelerini söyleyenlerin, “daha fazla demokrasi” diye bu yaptıklarına ad bulamıyorum! Yalanın lillâhı, riyânın şâhı, mürâiliğin-iki yüzlülüğün zirvesi ve adı demokratlık! Dünün papucu delik topçusu, maaşlı il başkanı, bugünün dünyanın en zengin sekiz liderinden biri BOP Eş Başkanı ve Hükümetin Başı “Recep Bey”in 10’dan fazla yandaş TV’den naklen verilen “Eve et” mitingini, kendime işkence ederek izledim! Konuşmasının sonuna kadar sekiz yıllık AKP icraatlarını anlatıp ibrâ istedi ve sonra da; “CeHaPe ve MeHaPe, sanki seçimmiş gibi hükümet icraatlarına saldırıyorlar!” diye şikâyetlendi! İcraatları anlatırken de öyle tatlı zehir hapları sunuyordu ki o kalabalıkta! Tam Gün Yasası’nı, devlet hastanelerinde çalışan doktorların özel muayenehane açmalarına getirilen yasağı engelleyen Anayasa Mahkemesi’ni “Ana Muhalefet Mahkemesi” ilan edip; millî servetten satılamamış olan iki tersânenin ve İstanbul’daki bir arsanın satılmasına mani olmasından da şikâyet etti! Sırtım terledi öfke ve utancımdan! “Milletvekili dokunulmazlığını kaldırarak siyâsileri yasalar ve mahkemeler karşısında savunmasız bırakamam!” diye de itiraf etti, yasalardan mahkemelerden nasıl korktuklarını ve kaçtıklarını!... Allah rızası için, TEMA Vakfı Kurucusu Hayrettin Karaca’nın Mersin Gülnar’lı Çoban Mehmet’i konuk ettiği programın bir kopyasını mutlaka izlettirin onlara eğer seviyorsanız! Miting alanından protestocular kovulup, bindirilmiş kıtalardan oluşan ve tek-tip beyaz şapkaların giydirildiği kalabalığa BOP Eş Başkanı’nın hep üçüncü tekrarlarda alkışlanan sözlerinden sonra, bir başka sulugöz AKP kurmayı, aklımı başımdan aldı! Bülent Arınç, İnegöl ve Dörtyol’daki olaylarla ilgili; “Bunu sadece getirip açılıma bağlamak Ak Parti iktidarını yıpratmaktan başka amaç taşımıyor” diyor! Aslında bütün bu işler bile AKP’ye yaramalı, muhalefete zarar vermeli! BOP Eş Başkanı’nın partisinin hükümetine bu işler zarar verebilir mi? Mantık bu!.. Balyoz Soruşturması’ndaki yakalama kararları için de; “Yani o komutanların, en azından böyle bir soruşturma sürecinde değiştirilmesi gerektiğini düşünüyorum!”  diyor! Avrupa’da asrın dolandırıcılığı diye tarif edilen Deniz Feneri davasında, ciddi şekilde suçlanan, bir türlü görevden alınmayan, BOP Eş Başkanı tarafından “Temiz kardeşimiz.” diye himâye edilen AKP’li Zahid Akman örneği ortadayken, İçişleri Bakanı ile Şehît cenâzesinde birlikte olan görevdeki generallerin, tam da teröristin gemi azıya aldığı günlerde açığa alınması gerekirmiş! Soruşturma sonuçlanıncaya kadar “bir-iki sene” vekâlet edecek F Tipi bürokratları da tavsiye etseydi bari! “Bir senedir, iki senedir tutuklu olduğu halde hâlâ yeri doldurulmamış, dönüşünü bekliyorsanız bir insanın, bu çelişkiler yumağı oluyor... Bir ara Kayseri’ye gitmiştim. İl jandarma alay komutan vekili diye biriyle tanıştırdılar. Bilmeyerek ’Komutan nerede’diye sordum, komutan Cemal Temizöz imiş. O da malum yerde. Böyle bir şeyle karşılaşmak istemem. Bu, Türkiye’nin itibarına da imajına da adalete de yargıya da mevcut sisteme karşı da bir direnç olarak algılanabilir” diye de açıklama yapabiliyor! Mevzu bahis Asker olunca, iki senedir tutukluluk normal! AKP’nin demokrasi mantığı bu ama Zahid Akman gibi “Temiz kardeş”  bir bürokrat söz konusu olunca uygulama aklımızda! Bu sivil darbe değilse nedir? Ben dinlerken, okurken utandım ama adamlar söylerlerken utanmıyorlar! Yaptıkları neye “evet” diyebildim ki şimdiye kadar, önümüzdeki referandumlarına da “evet” diyeyim! Sonuna, sonuna, sonuna kadar HAYIR! Sadece ben kalsam bile gene HAYIR... Sandıkta hayır, sayımda evet olur mu? Sabahattin Önkibar Pek çok okuyucum sandığa atılacak hayır oylarının sayımda ‘evet’e dönüşebileceğinden endişeli! Haksız değiller çünkü Türkiye’de bunlar oldu! Efendim 1946’den bugüne Türkiye’de çok şey değişti artık böyle densizlikler olmaz demeyin zira bugünkü yönetim o Milli Şef dönemini çağrıştırıyor. Zira valisinden, polisine artık parti militanı! Dahası iktidar YSK’yı da baskı altına almış durumda! Düşünebiliyor musunuz evet-hayır şeklindeki bir referandumda mühür evet olacak! Neden o  mühür “tercih” diye değil de “evet” diye. Koca YSK bunu takdir edemiyor mu?.. Hayır’ın üstüne ‘evet’li mühürle basmak olacak şey midir? Garabet sadece bu olsa iyi! Hala TÜİK ile Nüfus İşleri Genel Müdürlüğü’nün sayımında milyonlarca fark var! Devletin iki kurumuna göre seçmen sayıları birkaç milyon farklı. Öyle olunca da belediye seçimlerinde Beylikdüzü’nde yaşandığı gibi  militan seçmenler otobüslerle gezdirilerek pek çok sandıkta oy kullanır. Bunları da geçelim ve en önemlisine gelelim! Hatırlayın 2007 seçimlerinde daha sandık sonuçları mahalli merkeze  intikal ettirilmeden sonuçlar ilan edilmiş ve AKP şampiyon yapılmıştı. Bilgisayara müdahale ile gerçekleşen böyle bir hileyi bugün de  yapmak mümkündür. Nasıl mı? Bakın bendeniz, kısa adı SEÇSİS olan Bilgisayar Destekli Seçmen Kütüğü’ne güvenmiyorum! Niçin mi? İddia edildiği gibi dışarıdan müdahaleye kapalı değil de ondan! Ama bu sistem internete kapalı, müdahale edilemez ya da saldırıya uğramaz demeyin, zira sisteme İlçe Seçim Kurulları’ndan uç terminaller bağlı ki bunlar birer kişisel bilgisayar gibidir ve ana sisteme giriş yetkisine sahiptirler. Bu bilgisayarlar üzerinden bizim Phishing-adware, malware, trojan dediğimiz ve kişisel bilgisayarları uzaktan kontrol etmeye, yönlendirmeye, ya da o bilgisayarlar gibi başka bilgisayarlar yaratmaya etkili programların olduğu biliniyor. Yani SEÇSİS’in, İlçe Seçim Kurulları’ndaki terminaller vasıtası ile bilişim literatüründe kullanılan tabiriyle köle haline getirilmesi pekala mümkündür. Buradan hareketle sandığa atılacak hayır oylarının bilgisayar hileleriyle ’evet’e dönüşmesinin mümkün olduğunun ısrarla altını çizmek istiyorum. Herkes bir şeyin farkında olmalıdır! AKP ve Erdoğan için bu referandum hayat-memat meselesidir ve göreceksiniz akla hayale gelmeyecek şeyler yapacaklar. Dolayısı ile muhalefeti ve kamuoyunu bugünden bu tür muhtemel hile ve  tezgahlara karşı tedbir almaya davet ediyoruz! NOT: Ferit Şahenk ve NTV yazım müthiş ilgi gördü ve bilgi sağanağı altındayım. Ferit Şahenk’e soruyorum: Kamu yükümlülükleriniz kaç yüz milyon dolar? NTV’deki AKP militanlığınız bunun için mi? KIYAS... Gemi ve pırlanta mağazasının resmi medyada niye yok? Kemal Kılıçdaroğlu’nun Balıkesir’in Burhaniye’sinde yazlık bir kooperatif inşaatı var ya bütün medya onu manşete taşıdı.. Neymiş efendim Tayyip Bey’in villası var ama aynı villa Kılıçdaroğlu’nda da var denilmek isteniyor. İnsaf, biri sıradan bir kooperatif evi ve bankaya hacizli, dahası taş patlasa 150 bin lira eder oysa diğeri yani Tayyip Bey’in villaları İstanbul Boğazı’nda ve her biri en az 10 trilyon eder. Bankaya şuraya buraya ipotekli de değil... Gayeleri  güya villaları takas edecekler ama biri Okyanus, diğeri Ankara Gençlik Parkı’ndaki havuz misali, kıyası mümkün değil!.... Bu arada merak ediyorum, Kılıçdaroğlu’nun basit kooperatif evi için Balıkesir’e koşan medyamız Bilal Erdoğan’ın ABD’de bulunduğu esnada İstanbul’da aniden ortak edildiği pırlanta mağazasının fotoğrafını bir kez olsun niye yayınlamazlar, Keza Burak Erdoğan’ın o malum gemisinin fotoğrafını gören oldu mu? DİYET... Miting için evleri arayan bakanlar! Türk Telekom evet çıksın diye AKP ile kader birliği yapmış durumda. Eeee kazandıkları ile taksit ödeyerek koca Telekom’a sahip olmanın diyeti ya da teşekkürü var değil mi?.. Bakınız Türk Telekom bu aralar kurduğu bir sistemle, Başbakan Erdoğan’ın miting yapacağı bütün illerdeki telefonlar aranıyor ve vatandaş bizatihi yörenin bakanı ve milletvekilleri tarafından mitinge çağrılıyor. Son örneğini dün Turktime  haber portalında okudum. Sağlık Bakanı Recep Akdağ bu uygulamayı Erzurum’da yapmış. Düşünün koca Bakan tarafından muhatap alınan köylü ve varoş insanının bundan gururu okşanmaz ve mitinge gitmez mi? Buradan hareketle hep yazıyorum, Tayyip Bey’in kalabalıklarını umursamayın, onlar iktidar imkanı ve nimetleri ile oluşuyor, önemli olan suskun seçmendir. FİGÜRAN... Kışın buzdolabı, yazın kömür sevkiyatı! Hatırlayın belediye seçimlerinin arifesinde yani o keskin soğukta AKP Tunceli dağlarına buzdolabı sevk ediyordu... AKP o günlerde yapılan eleştirilere rutin hizmet karşılığı verdi ama ne hikmetse seçim biter-bitmez bu sevkler kesildi. Derken referandum gündeme geldi ve tıpkı kışın soğuğunda buzdolabı servis edilmesi misali şimdi de bu kavurucu sıcaklarda kömür sevkiyatına başladılar. Tam mizaha malzeme olacak şeyler de, Türkiye’de artık o bile yapılamıyor zira yapanlar ya faşist ilan ediliyor ya da onu yapanlara karşı artık tamamına yakını yandaş hale getirilen televizyonlar tarafından ambargoya alınıyor. Dramatik olan Valilerin bu kömür tiyatrosunda baş figüran olmalarıdır. Devletin valileri artık AKP’nin kömür mübayaa memuru olmuştur! “Darbe Anayasası” duruyor! Ruhat Mengi Telefonlar geliyor; İstanbul sokaklarında araçlardan mikrofonla ‘referandum beyin yıkaması’ yapılıyormuş. Ekranlarda (gerçekleri anlatan sesleri susturduktan sonra) 24 saat yapılan beyin yıkamalar yetmemiş olmalı... Bu “devlet imkânlarını kendi çıkarı için seferber etme” kampanyasına karşılık yazarak ne kadar anlatabiliriz bilmiyorum ama deneyeceğiz. Dün AKP’nin “Anayasa değişikliği paketi” ile ilgili açıklamaları yazmaya başlamıştım, devam ediyorum. ‘Anayasa değişikliğinde 2 önemli nokta vardır; 1- Hazırlanışı, 2- İçeriği’ demiş ve bir toplum sözleşmesi demek olan değişikliklerin hazırlanışında diğer partilerin, barolar, STK’lar, üniversiteler ile tüm kurumların dışlandığını yazmıştım. Avrupa ülkelerinde parlamentoları liderler değil halk seçiyor, yani milletvekilleri liderin emir eri durumunda değil, demokrasi tam ama buna rağmen “yüksek yargı üyelerini seçmek” gibi çok önemli konularda toplumun tüm katmanlarının katılımı sağlandığı gibi meclisin 2/3 nitelikli çoğunluğu mutlaka aranıyor. Türkiye’de ise ‘iktidar partisi çoğunluğu’nun tüm kararları tek başına alması demokrasi olarak yutturuluyor. Eğer bu değişiklikle amaçlanan, söylendiği gibi “daha çok demokrasi” olsaydı paketin içinde mutlaka “seçim kanunu, yüzde 10 barajı, dokunulmazlıklar” gibi konular da yer alır, her şeyden önce “milletin vekilini millet değil, lider seçecek” şeklindeki çağdışı, demokrasi dışı israr sürdürülmezdi. Anayasa değişikliğinin içeriği konusunda “modern hukuk devletine, evrensel ilkelere uygun olup olmadığı”na bakılıyor. Oysa bu değişiklikte Batı demokrasilerinden fersah fersah geride olan bu garip yöntem ve kurallarda israr edildiği gibi “12 Eylül Anayasası” denilen 82 Anayasası ile gelmiş olan yüzde 10 barajının kaldırılmasına “toplumun hazır olmadığı” şeklinde garip bir mazeret öne sürüldü. Anayasa hukukçularının asıl “Bu değişmedikçe 12 Eylül Anayasası değişmez” dediği madde ise Hakim ve Savcılar Kurulu’nun başına 12 Eylül Anayasası ile getirilen Adalet Bakanı ve müsteşarının israrla orada tutulması. YÖK BU ANAYASA’YLA GELDİ Bugüne kadar 17 kez değişiklik yapılan, bir seferde 30’dan fazla maddesi değişen Anayasa için hâlâ “12 Eylül Anayasası’nı biz değiştireceğiz” deniyor ve o Anayasa ile getirilen “hukuk üzerinde iktidar baskısı” korunmaya çalışılıyorsa durup esaslı şekilde düşünmek gerekir.“12 Eylül’ün mağduru olduk” yarışına girenler, ‘darbe hazırlığı yapılıyordu’ diye ülkeyi, kurumları ters yüz eden, yüzlerce kişiyi cezaevlerine tıkanlar 27 Nisan muhtırasını veren kişiyi ödüllendirmişse, sorgulamıyorsa bu büyük çelişkiyi düşünmek gerekir. 82 Anayasası’na ‘darbe Anayasası’ diyenlerin bu Anayasa’nın getirdiği YÖK sistemine (artık iktidarın kurumu gibi çalıştığı için) hiç dokunmaması, hatta değinmemesi bir başka büyük çelişkidir. Bunların hepsi 12 Eylül’e denk getirilen referandumla “12 Eylül Anayasasını demokratikleştiriyoruz” iddiasında bulunanların gerçeği anlatmadığını gösteriyor. Yarın devam edeceğim. İstanbul Valiliği’nden nihayet aradılar. Ama keşke hiç aramasalardı! Mustafa Mutlu İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu’ya üç gündür çok basit sorular oruyorum:“Referandumda vatandaşları ‘Hayır’ oyu kullanmaya teşvik etmek için stant kurmak isteyen Türkiye Komünist Partisi’nin bu talebini geri çevirmişsiniz. Gerekçe olarak da, ‘vatandaşın oyunun etkileneceği’ni göstermişsiniz. Eğer doğruysa; bu yaptığınız, düpedüz demokrasinin ruhuna aykırı ve aynı zamanda ‘suç’ değil mi?” Her konuda anında açıklama yapan Valilik’ten, bu sorulara düne kadar yanıt gelmedi... Sanırım dün bu işten vazgeçmeyeceğimi anlamış olmalılar ki, adı bende saklı bir Vali Yardımcısı aradı ve aramızda şöyle bir konuşma geçti:
Vali Yardımcısı: Mustafa Bey sanırım sizi yanlış bilgilendirmişler. İzninizle doğru bilgileri verip kamuoyunu aydınlatmak istiyorum. Ben: Buyurun... Vali Yardımcısı: Türkiye İşçi Partisi bir süre önce Beşiktaş‘ta... Ben: Bir dakika, bir dakika... Bir kere sizin kastettiğiniz olayın kahramanı Türkiye İşçi Partisi değil, Ulusal Parti‘ydi... Ama benim anlattığım olay, Türkiye Komünist Partisi’nin başına geldi. İkincisi; standın kurulduğu yer Beşiktaş değil, Beyoğlu! Vali Yardımcısı: (Şaşırarak) Ama bendeki bilgiler... Ben: Sizdeki bilgiler bir ay önceki başka bir olaya ait... Ben o olayı yazmadım ama anlatayım, bilginiz olsun: Ulusal Parti, geçen ay “İdam cezası geri gelsin, Apo asılsın” başlıklı bir imza kampanyası başlattı. Kampanya çerçevesinde 20 ilde imza stantları açıldı ve vatandaşlardan imza toplandı. Bu kampanya için İstanbul’da kurulu ilçe örgütleri de kaymakamlıklara başvurarak kendi ilçelerinde imza stantları açtı. En son 22 Temmuz tarihinde Beşiktaş ilçesinde kaymakamlık oluru ile stant açıldı. Ama iddialara göre o gün Tayyip Erdoğan Dolmabahçe’den geçerken bu standı gördü ve valiyi arayıp kaldırılmasını istedi. İki saat sonra İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın ve İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu’nun imzası bulunan bir yasaklama kararı ile stant kaldırıldı. Ama ben; sizin yalanlamak istediğiniz yazımda bu olayı değil, Türkiye Komünist Partisi’nin izin verilmeyen standını yazdım. Yani başka başka olaylardan söz ediyoruz! Vali Yardımcısı: Ama bizde TKP ile ilgili bir şey yok... Ben: Nasıl olmaz? Haber, salı günkü Cumhuriyet’e birinci sayfadan girdi, Birgün’de de manşetti... Vali Yardımcısı: Öyle mi? Haberim yok. Ben bir daha araştırıp arayayım sizi... Ben: Beni yalanlamanızı sabırsızlıkla bekliyorum.
Bu yazıyı yazmaktaki amacım; kesinlikle kamu görevlilerini yıpratmak, insanları rencide etmek değil... Sadece kamudaki “yönetim anlayışı”nı sergilemek... Bu yüzden dün konuştuğum Vali Yardımcısı‘nın adını gizli tutuyorum... Ve şimdi... Sayın Vali’ye tekrar soruyorum: Beni neden bizzat kendiniz arayıp, yalanlamıyorsunuz?
GÜNÜN SORUSU Başbakan, yargıçların ve savcıların dernek kurmasını eleştirirken hep YARSAV’ı hedef alıyor, kendi politikalarını açıkça destekleyen Demokrat Yargı Derneği‘ni ise görmezden geliyor... Sorum Başbakan’a: Yargıçların ve savcıların dernek kurmasından mı rahatsızsınız, yoksa bazı yargıç ve savcıların biat etmemesinden mi?
Rizeli amcanın intikamı! Anlatacağım olay kesinlikle bir Karadeniz fıkrası değil, tamamı gerçek. Anlatan ise Trabzon’daki bir yerel gazetede çalışan bir muhabir kardeşim. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu‘nun Rize‘deki mitinginde, en öndeki grupta öfkeyle bağırıp duran yaşlı bir adam dikkatini çekmiş muhabir kardeşimin. Gitmiş yanına sormuş:“Amca referandumdan sana göre ne çıkacak, ‘Evet’ mi, ‘Hayır’ mı?” Adam hiç tereddüt etmeden bağıra bağıra vermiş yanıtı:“Hayiiirrrr... Dinimuzi siyasete alet etmeyeceğuk... Yalana, tolana hayir...”
Aradan 10 gün geçmiş; aynı muhabir bu kez Başbakan’ı izlemiş Rize’de... Miting meydanına gittiğinde bir bakmış ki 10 gün önce ölümüne Kılıçdaroğlu‘nu destekleyen amca yine en önde... Ama başında bu kez bir ‘Evet’ şapkası... Muhabir kalabalığı yarıp ulaşmış adama ve aynı soruyu sormuş: “Amca referandumdan sana göre ne çıkacak, ‘Evet’ mi, ‘Hayır’ mı?” Aldığı yanıt şaşırtıcıymış: “Eveeeeettt... Temokırasiye, barişa, özcürluğe evet...” Muhabir gülmüş: “İyi de daha 10 gün önce ‘Hayır’ diye bağırıyordun... Ne oldu da değiştin?” Adam hınzırca gülmüş ve cin gibi gözlerini muhabirin gözlerine dikerek fısıldamış: “Karişturma orasini uşağum... Bugüne kadar hep bu siyasetçiler bize kanduruydiler, verdukleri sozleri tutmayi idiler, haçan şindi ben onlari kandiruyrum!”
İyisi mi siz siz olun, referandum mitinglerindeki kalabalıklara çok aldanmayın... Kim bilir belki de bu amca gibilerin sayısı hayli fazladır! Sezen Aksu ve sanatçı sorumluluğu Tufan TÜRENÇ SANATÇI, çağının ve ülkesinin sorunlarına duyarsız kalmamalıdır. Sanatçının insanlığa ve toplumuna karşı önemli sorumlulukları vardır. Toplumuna örnek olması gerekir. Sanatçı aynı zamanda bir toplum önderidir. Bu konumunun gerektirdiği duruş ve kararlılıktan ödün vermemek sanatçının kaçınamayacağı bir görevdir. Bu genel değerleri belirttikten sonra şimdi konuya girebiliriz. Türkiye önümüzdeki ay önemli bir referandum için sandığa gidecek ve ciddi şekilde geleceğini belirleyecek bir karar verecek. Bu noktada ülkenin sanatçılarının verecekleri oy, toplum için çok önemlidir. Örneğin Sezen Aksu toplumumuzun önemli bir sanatçısıdır. Yeteneklidir, üretken bir şarkıcıdır. Nota bilmediği halde yaptığı besteler halkın büyük beğenisini kazanır. Şarkıcılar Sezen Aksu’dan bir şarkı alabilmek için sürekli kuyrukta beklerler. O nedenle, toplumun bu kadar önem verdiği bir sanatçının, referandumda “evet” oyu vereceğini açıklaması çok sayıda insanı etkiler. Ben merak ediyorum, Sezen Aksu’nun kararı neden “evet”? Niyetim Sezen Aksu’yu eleştirmek değil. Herkes sandığa gittiği zaman vicdanının sesini dinleyerek kararını verir ve oyunu o doğrultuda kullanır. Bunun için kimse kimseyi eleştiremez.
Benim merakım başka. Sezen Aksu AKP iktidarının sanata bakışını biliyor olmalı. Ülkenin tek opera binasını boşaltıp çökmeye terk eden... Opera, bale sanatçılarını ve kentin tek senfoni orkestrasını sokağa atan... 2010 Avrupa Kültür Başkenti seçilen İstanbul’u opera, bale oynanamaz bir kent haline getiren... Baleyi “bel altı” sanatı olarak tanımlayan... Heykele “Böyle sanatın içine tükürürüm” diyen... Bir anlayışın kimseye danışmadan, bir oldu bittiye getirerek yaptığı anayasa değişikliklerini bir sanatçı olarak onaylamak ve ona destek vermek... Bunu merak ediyorum ve içtenlikle söylüyorum ki Sezen Aksu’yu anlamakta zorlanıyorum. Ahmet Hakan haklı ama... BEN de şöyle bir karıştırdım Ergun Poyraz’ın kitaplarını... Pespayelik, iğrençlik, iftira ve yalan diz boyu... Yazarım diye ortaya çıkan bir insanın böyle paçavralar yazmasına hem hayret ettim, hem de utandım. O nedenle Ahmet Hakan’ın Ergun Poyraz için yazdıkları yerden göğe kadar haklı. Aynen katılıyorum. Ama... Ergun Poyraz’ın hapislerde süründürülmesini (sanırım 3 yılı geçti) bir hukuk cinayeti olarak görüyorum. Tüm ahlaki değerleri çiğneyen böyle kitaplar yazsa da Ergun Poyraz’ı demir parmaklıklar arkasına kapatmak çağımızın anlayışına, değerlerine ve insan haklarına aykırıdır. Kabul edilemez. Çağdaş hukukta tazminat diye bir olay var. Eğer Ergun Poyraz, Baykal ve Bahçeli için aynı tür kitaplar yazsaydı acaba hapiste bir gün olsun yatırılır mıydı? AKP yandaşlarının neler yazdıklarını, ne çirkeflikler yaptıklarını, ne iftiralar attıklarını ama kıllarına dokunulmadığını hepimiz biliyoruz. Ergun Poyraz’a yapılan insan haklarına aykırıdır. Çevreci tipler... Yılmaz ÖZDİL - Dereleri sattınız mı? - Satmadık.
  • Ya ne yaptınız?
  • Devrettik.
  • Ha, o başka.
  • Yemin etse başı ağrımaz!
  • Rize’de derelerin üstüne kurulan hidroelektrik santralının açılışını yaptı Başbakanımız... Ki, mahkemeliktir o santral, henüz kararı verilmemiştir... Yargı kararını filan beklemeden kurdeleyi kesen Başbakanımız, “bitakım çevreci tipler karşı çıkıyor” dedi.
  • İki ay önce...
  • Üç profesörümüz Bolu’da trafik kazası geçirdi, üçü de rahmetli oldu. Bir tanesi “üçüncü köprü İstanbul ormanlarını mahvedecek” şeklindeki rapora imza atan, Profesör Ahmet Hızal’dı... Bir tanesi ise, İstanbul Üniversitesi Orman Mühendisliği Bölüm Başkanı Profesör Asuman Efe’ydi...  “Bitki Ana” olarak tanınıyordu.
  • Nereye gidiyorlardı? Kastamonu’ya. Loç Vadisi’ne.
  • Küre Dağları’nın milli park alanı içinde kalan Loç Vadisi’ne hidroelektrik santralı yapmak isteniyordu ve ahali itiraz edince, mahkemelik olmuştu... Kastamonu İdare Mahkemesi de, bu üç saygın profesörümüzü “bilirkişi” tayin etmişti... “Gelin, yerinde inceleyin, ağaçlar katledilecek mi, çevre zarar görecek mi, rapor yazın, ona göre karar vereyim” demişti.
  • Çevreci tipler yani...
  • Ve, maalesef kaza oldu, bilirkişi heyeti öldü. Ama, içimi sızlatan sadece bu değil... O kaza, tüm basınımızda haber yapıldı. “Bitki Ana”nın tüm gazetelerimizde, tüm televizyonlarımızda “hep aynı fotoğraf”ı yer aldı. Hep aynı vesikalık fotoğraf... Akbil kartından alınmıştı.
  • Çünkü... Ömrünü memleketin ormanlarına adayan “Bitki Ana”, o feci kazada hayatını kaybedene kadar, tek bir kare bile haber olmamıştı Türk basınında!
  • Ne bir üniversite fotoğrafı. Ne bir konuşma fotoğrafı.
  • Çantasından Akbil vesikalığı çıkmasaydı, o güne kadar kendisinden tek satır bahsetmeye tenezzül etmeyen Türk basını, fotoğrafsız vermek zorunda kalacaktı “Bitki Ana”yı.
  • Dolayısıyla... Dereleri, ormanları haşat eden santralları “şahane oluyor” diye gümbür gümbür manşet yapan Türk basınına, “bitakım çevreci tipleri” şikâyet etmekte haklı...
  • Kim oluyor ki, o çevreci tipler? Hangi hakla pişmiş aşa su katıyorlar? Göstermeyin kardeşim bunları. Konuşturmayın. Yazmayın.
Başı Sonu Deniz Som YÜKSEK Askeri Şûra toplantıları bitti; ordunun tayin-terfi sistemi bozuldu; siyasi iktidar müdahale edebileceği kadar müdahale etti; kumanda kademeleri arasına fitne sokuldu; buna karşılık siyasi iktidar yine de istediğini alamadığını düşünüyor; Bülent Esinoğlu ise neler olup bittiğini anlatmaya çalışıyor: “Işık Koşaner’in Genelkurmay Başkanı olmasından pek memnun değildir. Kendisinin terbiye edilmesi, uysallaştırılmasına ihtiyaç olduğunu düşünmektedir. Terbiye etme ve uysallaştırma işi tayin ve terfi sürecinde başladı. Abdullah Gül, Koşaner’i makamına çağırdı. ‘Biz seni Genelkurmay Başkanı yaparız. Ama şunları, şunları bekleriz’ dedi. Yani terbiye etme işi tayinden önce başlamış oldu. Öte yandan siyasi iktidara yakın, USAK Sitesi’nden, artık genelkurmay başkanlarının da yargılanacağı bir sürece girildiği açıklandı. (Sedat Laçiner) İlker Başbuğ’u emeklilikten sonra yargı korkusu bastı diye makaleler yazılmaya başlandı. Ve diğer yandaş medyada buna benzer yazılara her gün rastlamak mümkün. Yani Koşaner’e denmek isteniyor ki, Amerika’ya teslim olan bir genelkurmay başkanlığı sürdürmezsen, emekliliğinde başına çorap öreriz. Zaten içinde yaşadığımız süreç, Beşiktaş Mahkemeleri yolu ile herkesi tehdit altında tutma sistemi olduğundan, PKK ile mücadelede öne çıkan tüm subaylar yargılanacak. Bu sadece siyasi iktidarın istediği bir şey değil. Büyük Kürdistan’ı kurmak isteyen Amerika’nın planlarının bir parçasıdır. Irak’ın kuzeyinde Amerika tarafından kurulan kukla devletin ordu komuta kademesi tarafından kabul edilene kadar bu baskılar devam edecektir. Öte yandan, gizil bir halk direnci su yüzüne çıkmaya başladı. Siyasi iktidar ve cemaat bundan tedirgindir. Mezardan oy çıkarma peşine düşmüştür. Ramazan da bahane edilerek Öcalan ile sürdürülen ateşkes çabalarının gazete köşelerine konu olduğunu görüyoruz. (Murat Yetkin) PKK’ye nerede ise yalvaracaklar. Şu referandum süresince ateşi kes diye. Bu durumda gene ordu meselesi öne çıkıyor. Siyasi iktidar ateşkes anlaşması yapsa bile, askerin teröre karşı mücadelesi sürecek. Ne Amerika’ymış, ne talimatlar verirmiş, ne istekleri varmış, anlamak mümkün değil. Bir yurtsever ‘Bu işin bir başı var, bir de sonu’ demiş. Sekiz yıl oldu. Herhalde bu işin başı bitmiştir!” DDY’nin hızlı tren sitesinde evet! TÜRKİYE Cumhuriyeti Devlet Demiryolları’nın (TCDD) resmi internet sitesinde referandumda “evet” oyu verilmesi için özel hazırlandığı belli bir metin bulunuyor. Bu metnin İngilizce bazı açıklamalarla “reklam olarak kabul etmek gerektiği” özellikle belirtilmiş ve bu yapılanın yanlış olduğunu belirten kişilerle de alay edecek düzeyde bazı ibareler kullanılmış. Referanduma hayır demenin ne denli ilkel bir davranış olduğu ve arada Devlet Demir Yolları’nın (DDY) “reklam”ı emri kesen bir demir gibi kullandığı resmen açıklanmasa da dolaylı yoldan açıklanmış. Durumu bildirmek için iki gündür Yüksek Seçim Kurulu’na telefonla ulaşmak da mümkün olmamış. Meraklısı ve özellikle AKP iktidarının kamu olanaklarını kullanarak siyasi propaganda yapmasına göz yuman bürokrasinin elde ettiği başarıyla gurur duyan çevreler “hızlıtrenbileti.com” sitesinde oynanan oyunu görebiliyor. Diyebilirsiniz ki “hızlıtrenbileti.com”daki propaganda kaç kişiyi etkileyebilir. Kaç kişinin etkileneceği önemli değil. Önemli olan herkes için geçerli bir yasağın iktidar için uygulanamıyor olması yani, demokrasi nutukları atılırken “orman kanunu”nun geçerli olması! Limansız Ertan Somunkıran: “AKP demokrasi limanından uzaklaştıkça, sonuna yaklaşıyor!” Sıra Hikmet Keskineğe: “YAŞ bittikten sonra terfi bekleyen subaylar hakkındaki tutuklama kararı kaldırıldı. Sıra cumhurbaşkanı seçiminde; o da bittikten sonra Mehmet Haberal’ın tutukluluğunun kaldırılacağını sanıyorum!” Ölü seçmen Avni Kurtuldu: “2007”de 42 milyon olan ‘seçmen’ sayısı 2010’da 50 milyon olmuş. 8 milyon evetçi ölü, referandumda belirleyici olacak demektir!” Yağmur Deniz Mezhepler Müdürlüğü kurulacakmış. Bakalım en geniş mezhep hangisi! Siyasetin Gölgesinde Bir Cuma Gecesi Beklentisi Cüneyt Arcayürek Bugün cuma. Silivri’de Ergenekon davasının bilmem kaçıncı duruşması. Bu gece acaba aylardır beklediğimiz olay gerçekleşecek mi? Mustafa Balbay, Tuncay Özkan ve diğer gazeteciler tahliye edilecekler mi? İkiye bir sürekli tahliye başvurularını reddeden üç üyeli mahkemeden bu gece ikiye bir tahliye kararı çıkacak mı? Yoksa… dışarıda esen rüzgârın etkisi sürecek mi ya da referandum sonucu beklentileriyle yeni bir aşamaya mı gireceğiz? İçerideki gazeteci… uzadıkça uzayan tutukluluk döneminin cezaya dönüşmesine artık isyan eden… belki de gün olur bastıramadığı hiddetine yenilerek Silivri’nin kalın yüksek duvarlarını bir yumruk darbesiyle yıkıp esenliğe, özgürlüğe kavuşmayı düşleyen… çocuklarını kucaklamanın hasreti ile yanan… “bu davada yargılayan olmaktansa yargılanan olmayı” yeğleyen gazeteci… …dışarıya çıkmayı, “yaşamak güzel şey! Ama bir ormandaki ağaçlar gibi hür” diye bağırabilmenin hasretini çeken… davayı, saçma sapan iddiaları düşünmeden özgürce nefes almaktaki engelleri aşmaya çalışan gazeteci… …içeride “diğer koğuşlardakilerle görüşme hakkının elinden alınmasından” yakınır halde. İki kez hapsedilmişsin sen Balbay: Bu uygulama “yalnızlaştırmanın” da ötesinde. Bu yüzyılda işkencenin yeni bir türü!
“Varlığı belli olmayan bir terör örgütüyle” ilgili görülerek daha ne kadar yatacak? Geceyi umutla ama kuşkuyla bekliyoruz. Yargı, yazılmayan, açıktan söylenmeyen ama konuşulan bir gerçekten; siyasetin, bu iktidarın manevi baskısından acaba kurtulacak mı bu gece? Mahkeme kapısı görmemiş, hapishane kokusunu koklamamış olanlar yargının siyasallaştığını kanıtlayan son somut örneklere karşın Balbay ve gazeteci arkadaşlarımızın neden hâlâ içeride yattıklarına değinemiyor, asıl derdin üzerine gidemiyor, yargıyı eleştirmekten kaçınıyorlar. Bu ülkede bir davada (102 asker) hukuk uygulanıyor. İçeride kalmalarında hukuksal gerekçelerin, nedenlerin söz konusu olmadığı (Ergenekon) ilgili diğer bir davada sanık iskemlesine oturtulanların -inandırıcı hiçbir dayanağı olmadığı halde- tutukluluğu devam ediyor. Olayların getirip önümüze koyduğu bu gerçek karşısında yargının siyasallaştığını açık yüreklilikle yazıp söylemekten kaçınmanın anlamı ne?
Elbette içeridekiler dışarıdakilerden çok daha cesur ve son olayları analiz ederek vardıkları sonuçlar elbette daha sağlıklı. Mustafa Balbay’ın geçen salı günü duruşmada siyasallaşan yargı gerçeğine parmak basan şu cümleleri satır aralarında kaynayıp gitti. “… Adalet Bakanı Sadullah Ergin bu davanın baş mübaşiri olmadı mı?” diye sordu Balbay. Bu saptamadan sonra Balbay’ın yargının siyasallaştığını vurgulayan şu cümlesini bir kez daha okuyalım: “… Bir AKP adliyesi yaratıldı. Baş müşavirliğini Adalet bakanı üstlendi…” İzin verin bir ekleme yapalım: AKP adliyesinin baş müşaviri Adalet Bakanı ise… başsavcısı Başbakan RTE! Tuncay Özkan’ın mahkeme heyetine söylediği -yine satır aralarında kaynayıp giden- şu cümlesi yargının siyasallaştığı gerçeğini vurgulamıyor mu: “Ben sizin siyasi duruşunuza göre mi yargılanacağım?”
“Adalet siyasal nedenlerle gölgeleniyor.” Bu gerçeği 19. yüzyılda Fransa’da patlak veren Dreyfus davası sırasında hukuk skandalına başkaldıran yazar Emile Zola söyledi. “Siyasal gücün emrindeki yargının adalet dağıtamayacağını” da… Zola, “…adaletin gerçekleşmesi için fazla bir şey yapmayan hükümetin aczinden” de söz ediyordu… Acaba Emile Zola, bugünkü Türkiye’de yargıyı egemenliğine almak için anayasa paketi hazırlayan hükümetin… adaletin tecelli etmesini bekleyeceği yerde… açılan davalara savcı aradığını, savcılığa soyunduğunu… daha dava görülmeden, görüldüğü sırada taraf olduğunu kanıtlayan açıklamalarını izleseydi… Yargıtay’ın tutukluluğun cezaya dönüşmesine karşı çıkan kararını hiçe sayan mahkemeler olduğunu görseydi acaba ne yazar, ne derdi? Bu ülke ne yazık ki yaklaşık iki yüzyıl öncesi Fransa ile bugün aynı, hatta hukuksal, siyasal açıdan daha ağır koşutlarda. Dreyfus davası Fransa’nın yaşadığı en büyük hukuksal skandal olarak tarihe geçti. Ergenekon davası tarihe -herhalde- yargının tarafsızlığını koruduğu ve siyasallaşmadığını kanıtladığı dava olarak geçmeyecek.
Öğle üzeri Balbay ile Tuncay’ın isyanını haklı bulan Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın sözleri tahliyelere umut ışığı düşürdü. Lakin kuşku hâlâ rehberimiz: Açıklama içten midir, yoksa hükümetle ilgili yerleşik yargıyı gidermeyi mi amaçlıyor?.. Bu gece sonuca göre değerlendireceğiz. Ortada Bir Gerçek Var Süheyl Batum Referandum yaklaşırken, Türkiye’de “iki taraf” oluştu. AKP iktidarı, hiç kuşkusuz, bu “taraflaşmayı” istiyor, teşvik ediyor. Hatta bu “taraflaşmayı, kamplaşmayı” zorluyor. Bunun nedeni de çok açık. AKP iktidarı, halkın “iki kampa” ayrılmasından yararlanarak ve bundan medet umarak, eğer gerçekleştirebilirse, “Yüksek Yargıyı tümüyle ele geçirmeyi” istiyor. Bunun için, çok uğraşıyor. “Anayasa Mahkemesi’ne ve HSYK’ye ilişkin maddeler dışındaki diğer maddeler sanki önemli bir hak getiriyormuş gibi” yapıyor. Ya da “Evet HSYK maddesi yetersiz, ama diğer maddeler için, örneğin kadınlara hak maddesi için, tümüne evet demek zorundayız, ne yani bunu da mı reddedelim?” dedirtiyor. Bu da mı olmuyor? Hemen başka bir taktiğe geçiyor; “Ne yapalım yani 12 Eylül’le hesaplaşmayalım mı?” demeye, dedirtmeye başlıyor. Kime mi dedirtiyor? “Yedek kadrosu, asıl kadrosu ile, yandaş aydınlar ve gazetecilere”. Ve esas amaç da, “yüksek yargıyı, HSYK’yi, Danıştay’ı, Yargıtay’ı ve Anayasa Mahkemesi’ni tamamı ile iktidara bağlamak”. Bu kadar. Bunun dışında hiçbir şey, hiçbir soruna ciddi bir çözüm yok. Anlayacağınız tamamen “Pamuk Prenses ve zehirli elma” hikâyesi. Burada hikâyeyi anlatan “iktidar, bir de yandaşlar”. Zehirli elma da; “yüksek yargıya ilişkin iki madde”. Tabii “yargıyı ele geçirmek” diyorum ama esasında amaç “tüm Yüksek Yargıyı, özel yetkili ağır ceza mahkemelerine dönüştürmek. Yüksek Yargının üyelerini, yargıçlarını da, örneklerini gördüğümüz bazı özel yetkili yargıçlara, özel yetkili savcılara dönüştürmek”. İşte referandumun da temel amacı bu. Ama ortada bir gerçek var. Bunu kesinlikle gözden kaçırmamamız gerek. Bu hedef, sadece AKP iktidarının kendi amacı ya da hedefi değil. Sakın “Başbakan böyle istiyor” diye oluyor zannetmeyin. Sakın “Erdoğan yerine Abdullah Gül ya da bir başka AKP’li Başbakan olsaydı böyle olmazdı, anayasa değişikliği farklı olurdu” zannetmeyin. Bu, Türkiye’ye küresel sermaye ve bazı “dost, müttefiklerimiz” tarafından kabul ettirilen bir “ekonomik sistemin” zorunlu sonucu. AKP iktidarı ve Başbakan da, bu sistemi uygulamak için kurgulandı. Erdoğan daha milletvekili bile seçilmemişken, kırmızı halılarla karşılandı. İşte “anayasa değişikliği” de bu ekonomik sistemin hukuksal sonucu. Ve zorunlu sonucu. Emin olun, Erdoğan yerine, bir başka AKP’liyi koysanız da, sistem aynı kaldıkça, aynısı olacaktır. Acaba doğru mu söylüyorum? Şimdi gelin, bir bakalım. Türkiye’de bugün Ofer’e, Tüpraş’ın yüzde 14.75’ini hiç ihalesiz verirseniz, gidip el sıkışıp, koyun alır satar gibi bu satışı yaparsanız ve de sonra bu ihalesiz satış ortaya çıktığında, Başbakanınız “Ne var ya, siz ırkçı mısınız?” derse, diyebilirse, siz bu ülkenin anayasasına yargı denetimini koyabilir misiniz? Yargıyı gerçek anlamda bağımsızlaştırabilir misiniz? Tabii ki hayır. Neden mi? Çünkü bağımsız yargı, yargı denetimi, hatta dokunulmazlığın sınırlandırılması gibi kavramlar, bu “ben yaptım oldu” anlayışıyla çelişir de ondan. Küresel sermaye de böyle bir çelişmeyi istemez de ondan. Bu sistemi kabul etmezseniz, sizin iktidar olmanızı istemez de ondan. Ancak buna uyan Başbakan olabilir de ondan. Galataport ihalesini de bir düşünün. Hani Rahmi Koç’un bile “Fındık fıstık parasına gideceğini bilseydim ben de girerdim” dediği ihale. Hani fındık fıstık parasına Ofer’e verilen ihale. Hani Danıştay’ın iptal ettiği ihale. Hani Sayın Başbakan’ın iptaline çok sinirlendiği ihale. Mayınlı Araziler Yasası’nı da düşünün. Ayrıca Sabah ve atv’nin nasıl satıldığını, ihalenin nasıl yapıldığını, devlet bankalarının nasıl devreye sokulduğunu da bir düşünün. Şimdi çok açık konuşalım; sizin ülkenizde iktidar, özelleştirmelerini böyle yapıyorsa, böyle yapması için “birileri tarafından kurgulanmışsa”, o ülkede bankaların yüzde 55’i yabancıların elindeyse, o ülke anayasasına kamu yararı, özelleştirmenin sınırları, yargı denetimi, Danıştay denetimi, yargı bağımsızlığı gibi kavramları ve kuralları koyamaz. O zaman ne yapar? Başka şeyler talep etmeye başlar, örneğin “tüm kurumların üyelerinin seçilmesini Başbakanımıza ya da onun atadığı(!) Cumhurbaşkanına verelim, onlar bizim adımıza karar versin” der. Hatta tutar Anayasa Mahkemesi’nin 17 üyesinden 17 üyesini de aynı siyasal partiye seçtirir. Hem de 17 üyeden 10 tanesini, yani mutlak çoğunluğunu, iki kişinin mutlak takdirine bırakır. Ve o ülkenin yöneticileri bilirler ki, başka bir düzenleme getirirlerse, gerçek anlamda sendikal hakları, grev hakkını, basın özgürlüğünü, kişi haklarını, sosyal hakları getirirlerse ya da örneğin “yasama dokunulmazlığına sınırlama” getirirlerse, bu durum ekonomik düzenle, küresel taleplerle ve “küresel sermaye tarafından neden kurgulandıkları gerçeği” ile de uyuşmaz. Seçim Kurulu’nun Vebali Mümtaz Soysal GAZETECİ hanım, “Yurtdışında yaşadığım için Türkiye’ye girerken havaalanında oyumu verdim ve birden kendimi kötü hissettim” diye yazmış. “Ben başka bir şey söyleyecektim, acaba başka bir şey mi söyledim duygusuna kapıldım” diyor. Paniklemiş. Kâğıdın solunda EVET yazıyormuş, sağında HAYIR. “Sana mührü veriyorlar, kabine giriyorsun. HAYIR’ı işaretliyorsun, ama EVET yazıyor. Bu ne yahu, ben ‘hayır’ diyecektim, burada ‘evet’ yazıyor! Çünkü mühüre EVET yazmışlar. Yani, şıkların sadece ‘evet’ ve ‘hayır’ olduğu bir durumda, mührün ‘evet’ şeklinde olması tuhaf değil mi?” Şeytana pabucunu ters giydirecek kadar zeki bir gazeteci bile ne demiş olduğu konusunda tereddüte düşerse, okuma yazması kıt ve halkoylamasının ne menem bir şey olduğunu bilmeyen gariban gurbetçi ne yapsın? Üstelik insanlarımızın bir bölümü resmiyeti olan en ufak bir işi yaparken heyecanlanır, eli ayağı birbirine dolanır. Oylama kabinine girenlerin bir bölümü de “Madem EVET yazıyor, yanlış yapmamak için mührü de EVET’e basayım” demez mi? İnşallah, Yüksek Seçim Kurulu’ndaki zevat da böyle düşünmemiştir. Belki de ödenekleri tükenmiş, kabinlerin hepsine birer “hayır” mührü yaptıracak paraları kalmamıştır. Yahut, basiretleri bağlanıp daha pratik ve emin bir başka yöntem düşünememiş olabilirler. Gelgelelim, aynı kurulun kritik konularda “doğru olanın tersini yapmak” gibi bir alışkanlığı var galiba. Meclis cumhurbaşkanı seçemeyince anayasanın buna ilişkin maddesindeki “Derhal genel seçime gidilir” hükmünü yorumlayıp “derhal seçim” tarihini saptamak kendi yetki alanına girdiği halde, takvimi Meclis’teki çoğunluğa bırakıp iktidarın işini kolaylaştırmak gibi. Yahut, partilerin yerel seçimlere girebilmelerini sağlayacak ilçe sayısının hesaplanmasını, kurulacak yeni ilçelere göre değil, lağvedilecek, dolayısıyla seçimden sonra mevcut olmayacak ilçe sayısına dayandıran acayip kuralı getirmek gibi. Ama, “evet”ler ile “hayır”ları birbirine karıştıracak oy mühürleme yanıltması, sebep olacağı sonuçların ciddiliği bakımından önceki yanlışlardan geri kalmıyor. Yapılacak iş, oylama tarihine henüz vakit olduğuna göre, zaten yarı yarıya var olduğu anlaşılan mühürlerin sayısını tamamlamak ve hazırlananları zamanında sandık kurullarına yetiştirmektir. Kurul, bunu da başaramazsa ülkenin siyasal tarihine pek iyi bir isim bırakmış olmayacağını bilmelidir. Suyu çıkıyor… Melih Aşık Türkiye Komünist Partisi (TKP) İstanbul İl Örgütü referandum kampanyası çerçevesinde kentin belli noktalarında stant açmak için valiliğe başvurdu. İstanbul Valiliği, “vatandaşın oyu etkileneceği” gerekçesiyle talebe izin vermedi. Aynı şekilde İşçi Partisi’nin stant kurma talebi de reddedildi. Önceki akşam Üsküdar Vapur İskelesi civarından geçerken baktık… AKP’nin otobüsü iskelenin çıkışına yerleştirilmiş… Yan kapaklar açılmış… Gelip geçene AKP’nin “EVET” broşürleri dağıtılıyor. Arkadaşlar AKP’nin başka meydanlarda da aynı faaliyeti sürdürdüğünü anlatıyor. Televizyonlarda her gün naklen yayımlanan konuşmalarda fonda “EVET” ibaresi insanların gözüne sokarcasına veriliyor. Ancak bir masanın üzerine üç tane “HAYIR” broşürü koyup gelen geçene vermek yasak… İstanbul Valisi demokrasi karşısında kötü, AKP nezdinde iyi sınav veriyor.
AKP referandumu ölüm kalım meselesine çevirdi. Çünkü eğer paket onaylanırsa yargı sisteminin bütün iplerini eline alacak. Parti çıkarını yasaların üzerinde tutan bir güdümlü yargı eliyle tüm muhalif gördüklerini ezecek. Ama eğer “Hayır” çıkarsa fena sarsılacak. O yüzden Akepe her türlü centilmenliği ve yasallığı bir kenara bıraktı… Örnek: Eyüp Belediyesi Eski Galata Köprüsü üzerinde 20 bin kişiye iftar yemeği veriyor. İftara AKP’li Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Burhan Kuzu da katılıyor… Bir konuşma yaparak sözü “12 Eylül’de Evet ” diye bitiriyor. Türbelerin kapısında bile AKP’lilerce “Evet” kampanyası yapılıyor. Referandumun şimdiden suyu çıktı… Proce adamı! Melih Gökçek, tam bir proje adamı! Gün geçmiyor ki yeni bir projeyle kamuoyunun önüne çıkmasın. Son projesi Eskişehir yolu üzerindeki Ballıkuyu mevkiinde Disneyland kurmak. Projesi mükemmel, tek eksiği sermaye imiş. 750 milyon dolar yatıracak bir enayi… Pardon, babayiğit çıkarsa, Ankara’ya yılda 6 milyon (Yanlış okumadınız, altı milyon) turistin gelmesi işten bile değilmiş. Gerçi Melih Gökçek bu projeyi ilk kez dillendirmiyor. Birkaç yıl önce başta Ballıkuyu demiş, yörede büyük bir arsa spekülasyonu başlamasına yol açmış… Ardından projeyi İstanbul yolundaki Kazan’a nakletmiş, aynı spekülasyon bu defa orada yaşanmış… Sonra her nedense (belki de amaç hasıl olduğu için) Disneyland’ın adını ağzına almaz olmuştu. Melih Gökçek, sadece Ankara’yı ve Ankaralıları değil, Türkiye’yi ihya edecek bu projesini yeniden dillendirince yıllar önce söz verdiği bazı “Zihni Sinir”… pardon, dev projelerini hatırladık; örneğin Ankara’nın girişlerine 50 – 60 metre boyunda devasa Mevlana, Nasrettin Hoca heykelleri dikecek… Tepesinde uçak maketi ve döner lokantası olan 80 – 100 metre yüksekliğinde bir kule inşa edecekti. Herhalde kısmet değilmiş! Ki hiçbiri gerçekleşmedi… Tıpkı Çelikkafes, Gökkuşağı, Sevgi Evleri vb. projelerinin gerçekleşmemesi… Tümünün fiyaskoyla sonuçlanması gibi. Bu arada kendisinden beklenen metroyu bir türlü tamamlayamadı… Yıllardır Ankara halkının üzerine zam üstüne zam yüklüyor. Bir türlü bitirilemeyen projelerin adamı Ankara’ya çok pahalıya patlıyor… Kendisi bizzat en pahalı proce. Mühür Tarafsızlığına olan güvenimizi giderek yitirdiğimiz Yüksek Seçim Kurulu’nun anlaşılmaz bir icraatı daha… Referandumda herkes “Evet” mühürü basacakmış… Hayır oyu da verecekseniz pusulanın “Hayır” yazan bölümüne, yine “Evet” mühürü basacaksınız… Eskiden mühürde “Tercih” yazardı. Bu defa kafa karıştırıcı bir yönteme gidilmiş… Okurumuz diyor ki: - “Evet” mührü yerine üzerinde “Hayır” yazılı mühür kullanılsın. Evet verecek olan Evet’in üzerine Hayır bassın. Garip görünüyor değil mi? Uygulanacak yöntem de aynı derecede garip… Hey gidi hey… Eskiden siyasetçiler asker yüzünden şapkasını alıp giderdi, şimdi siyasetçiler istedikleri askerin şapkasını başından alıp ya evine ya da cezaevine gönderiyor… Haldun Ertem TRT TRT’de pazar akşamları iki spor programı vardı: Stadyum ve Tele Lig… Tele Lig yayından kaldırıldı… Stadyum programı da Erdoğan Arıkan’ın elinden alındı… Stadyum’u bundan böyle NTV’den transfer edilen Murat Kosova ile Zaman gazetesinde yazan Okay Karacan sunacak… Yorumcu olarak da Hakan Şükür ile Feyyaz Uçar görev yapacaklar. Programı yapan Erdoğan Arıkan’ın ne eksiği vardı anlamadık. Ayrıca TRT’nin spor programı yapacak 10’un üzerinde elemanı var. Dışardan eleman almaya neden gerek duyuldu? Normal mantıkla anlaşılması zor konular bunlar… Tayyip Erdoğan, “Biz doğa âşığı, doğa delisiyiz” demiş. Bizim doğanın şu kadersizliğine bir bakar mısınız lütfen; âşığı deli! Fahrettin Fidan Tren İnternette ‘Hizlitrenbileti.com’ adlı site, hızlı trenle ilgili bilgiler veriyor, elektronik bilet satışı yapıyor. TCDD’yle ilgi derecesini bilmiyoruz. Ancak iktidar destekçiliğinde en önde yer aldığını görüyoruz. Bu arada sitenin dili de bir harika.. Mesela diyor ki: “Bu EVET ana başlıklı bold tablo, bambaşka, güçlü ilkelerin yazılı hukukumuza evet’le önerildiği referandumu özetleyen recistrant bir tasarruftur.. Kültürlü insan bilir ki commercial uzantıda kamu ilintisi veya temsili olamaz. Usage statistics değerimiz daily olarak 4 521 dir.” Demokrasi “Türk ordusu ortadan kalkınca” gelecekmiş. Normali bu… Irak’a da demokrasi Irakordusu ortadan kaldırıldıktan sonra geldi ya… Gülhan Elmas


Yazıları posta kutunda oku


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir