Kaliforniya’daki Ermenilerin Tazminat Davası
İki ünlü Ermeni avukatın Kaliforniya’da açtığı tazminat davaları için, “devlete karşı bir başka ülkenin iç hukuk mahkemelerinde dava açmak geçersizdir” yaklaşımı ne kadar yetersiz bir yaklaşım ise avukatların çapını dikkate alarak karamsarlık edebiyatı yapmak da o kadar hatalıdır.
Bıkmadan usanmadan Ermenilerin tanıma kulisleri devam ederken bunun bir adım sonrasının tazminat, ondan sonra da sırada toprak talebinin bulunduğunu çeşitli yollarla kendileri dile getirirler. Bu gerçekleri nakledenleri Sevr Sendromu ile suçlayanlar ise, belki kafasını kuma gömenler veya günümüz uluslararası sisteminden habersiz olmayı tercih edenlerdir.
Öncelikle devlete karşı bir başka ülke vatandaşının kendi iç mahkemelerinde dava açması devletin egemen eşitliği ve vakarı ile bağdaşmamaktadır. Bu tür davalar genellikle başlangıçta kabul edilmez. Bir devlet kendisine karşı açılan böyle bir mahkemeye davanın esası ile ilgili savunma gönderirse bir başka ülke mahkemesinin yetkisini kabul etmiş sayılır. Onun için bu tür bir davanın usulden reddini talep eden bir savunma gönderilmesi gerekmektedir.
Mağdur olduğunu iddia eden Ermeni vatandaşları için ABD’nin diplomatik himaye hakkını kullanması istenebilir. Fakat bunun için de mağduriyet iddiasında bulunanlar Türkiye’ye gelip istedikleri haklarını almak için öncelikle iç hukuk yollarını tüketmeleri gerekmektedir. Yani Merkez Bankası ile Ziraat Bankası’na ve muhtemelen Türk hükümetine karşı Maliye Bakanlığı’na karşı mağdur oldukları ilin asliye hukuk mahkemesinde tazminat davası açıp, bu davayı temyizin son safhasına kadar götürüp, orada reddedilmesi lazım. Bu safhadan sonra da herhangi bir ülkenin iç mahkemesinde dava açılamaz fakat iki devlet anlaşarak Milletlerarası Adalet Divanı, Hakem Mahkemesi veya başka bir şekilde uzlaşma yoluna gidebilirler.
Ermenilerin Türkiye’deki bir asliye hukuk mahkemesine dava açmaları çok zordur. Çünkü böyle bir teşebbüs, gerçeklerin tam tersi olan iddiaların araştırılması demektir ki bu durumda belki de tazminat ödemek durumunda kalabileceklerdir.
Öte yandan daha önce Türkiye’de yaşadığı halde ülke dışına göç etmiş olan Osmanlı vatandaşlarının talepleri ile ilgili hususlar 1923’te Lozan’da çözülmüştü. Loazan’ın ilgili maddeleri gerek bu durumdaki kişilerin vatandaşlık hakları gerekse Türkiye’deki menkul ve gayr-i menkulleri ile ilgili haklarını aramaları için iki yıl süre vermiştir. Bundan sonra ise zamanaşımı başlamıştır.
ABD’de aldığı en kritik davaları dahi kazanan iki şöhretli avukat, bu gerçekleri düşünemedi mi? Milletlerarası hukukta bir gerçek daha var: Devletler arasındaki münasebetleri öncelikle siyaset (buna güç de diyebiliriz) belirler, hukuk buna tabi olur. Hiçbir zaman inanmak istemediğim “hukuk, güçlünün zayıfa tahakküm vasıtasıdır” sözü aslında uluslararası arenada önemli ölçüde geçerlidir. Çünkü bu alandaki anarşik ortam bir dereceye kadar devam etmektedir.
Sözleşmelerin geriye yürüyemeyeceğini bildikleri halde Ermeniler her geçen gün bir devlet parlamentosundan daha soykırımı tanıma kararı çıkartmak için uğraşıyorlar. Bu sürecin sonunda oluşacak kuralın Milletlerarası Hukuk’taki adı ise “Teamül”dür. Bir konuda sözleşme olmadığı halde belli sayıdaki devletin hukuk kuralı olduğuna inanarak yaptıkları işlem, Milletlerarası Hukuk kaynağı haline gelebilmektedir. Teamül haline gelmiş bir uygulama büyük güçlerin baskısı ile sözleşmeye konu olabilir.
Bu alanda ne yaptığını bilen, stratejesini, oyununu iyi kuran neticeye ulaşabilir. Bu yolda başka devletler nezdindeki propaganda ne kadar önemli ise hedef ülke halkını kazanmak, böylece kaleyi içten fethetmek de o kadar karlı olabilmektedir.
Bütün yatırımlarına karşın Türkiye’nin bu alanda planlı programlı çalışmasından çok mevcut delillerin, belgelerin sarahati sayesinde Ermenistan ve diyasporanın büyük çıkışlarını sonuçsuz bırakmış durumdayız. Ancak savaş bütün cepheleriyle devam ederken Türkiye’nin bu konuda birinci derecede sorumlu kurumlarının sesinin kesilmesini anlamak mümkün değildir.
ABD’deki Ermenilerin hesaba katmaması mümkün olmayan bir iç hukuk problemi daha var: Kaliforniya meclisinin 2000’de kabul ettiği soykırım yasasını ABD Federal Temyiz Mahkemesi 2009’da iptal etmişti. Gerekçe ise dış politika konusu başkanın yetki alanında bulunup, ABD yönetimi dış politik konu olan soykırımı tanımadığı halde bir federe devlet olan Kaliforniya’nın tanımış olması başkanın yetkisini tecavüz eder. Bu durum anayasaya aykırı olduğundan geçersizdir. Bu gerekçeyi dikkatli okuyunca “varsın ABD de soykırımı kabul etsin, bu kadar devlet kabul etti de ne oldu?” diyenlerin yanıldıkları bir husus daha ortaya çıkmaktadır.
Bu davanın açılmasına yol açan faktörleri, İran ve İsrail ile ilgili kararlar ve politikalar sebebiyle gerilen Türk-ABD ilişkilerinin yaşadığı sıkıntıları fırsat bilip Ermeni iddiaları yolunda sinerji oluşturmak şeklinde okuyoruz. Bununla beraber, bu tazminat davası aynı gerekçeyle açılan ilk dava olmayıp belirli bir ödeme de yapılmıştı. Tek fark bunun devlete ve devlet kurumlarına karşı açılmış olması. Bu davanın zamanla Türkiye devletini muhatap alması ve devlet aleyhine toplu davaya dönüşmesi hedeflenmektedir. Açılan davalar, aleyhte kamuoyu oluştururken Türk-ABD ilişkilerini daha da gerginleştirecek, gergin ilişkilerin sonucu çıkacak bir Ermeni tasarısı yeni tazminat talepleri ile sonraki aşamaların yolunu açacaktır!
Bu davada yukarıdaki hususların parçası olduğu halde zikretmemiz gereken bir husus daha var: Ünlü sanatçıların avukatları olarak aldığı ümitsiz davaları dahi kazandırmış Ermeniler tarafından açılan bu dava, bu haliyle dahi önemli ölçüde hedefe ulaşmıştır. Çünkü haklı olanın kazanmasından çok “kazanan haklıdır” mantığı geçerlidir. Burada kamuoyuna mal olan kısım “aldığı davaları kazanan avukatlar bunu da kazanacaklardır. O halde bu konuda Ermeniler haklıdır” oldu bittisi ile zemin genişletme stratejisi uygulanmaktır.
Prof.Dr. Alaeddin Yalçınkaya
Öncevatan, 10.08.2010