FETULLAH: CEMAATİN SIRTINI KİM YUMRUKLUYOR

03.08.2010 16:14


Geçenlerde Gürbüz Evren’nin ODATV’de, Ermeni Soykırımı konusundaki ilkesizliğini sergilemek için, Fransa’nın kendi tarindeki Cezayir ve Rwanda’daki soykırım suçlarını hatırlatan bir kapsamlı bir yazısı yayınlandı. Fransa, Cezayir ve Rwanda soykırımlarındaki rolü için özür dilemeyi reddediyor hala. Sadece Fransa’mı? ABD eski başkanı Reagan Moskova Üniversitesi öğrencileri kendisine Amerika yerlilerine yaptıkları soykırım hakkında soru sorunca hiç oralı olmayıp ne cevap vermişti? “Onlar durumlarından çok memnun”. Kanadalılar kendi yerlilerine yaptıkları soykırımını yakın zamana kadar saklamamıslar mıydı? Ya Avustralyalıların aborijinlere yaptıkları? Amerika’nın “keşfinin” 500. Yıl kutlamalarında ünlü sanatçılar “Bu keşif değil, İspanya’nın üç medeniyeti soykırımı ile yok eden bir talanıydı,” diyerek seslerini yükseltmemiş miydi? İngiliz Kraliçesi’nin Afrika ve Avustralya yerlilerinin “Özür dileyin” taleplerini nasıl redetttiği hatırlardadır, ayni Tony Blair’in Irak halkından “üzgünüm” diyerek özür dilemeyi reddettiği gibi. Batı geçmişte yaptığı soykırımlar için katiyen “özür dilemez”. Japonya da Mançurya’da yaptıkları için dilemeyi reddeder. Bu bir devlet politikasıdır. Batı soykırımı iddialarını tarihle yüzleşmek için değil, amaçladığı tarihi yapmak için kullanır. Madem ki tarihi yapmak için kullanıyorlar, o zaman Rwanda soykırımını bir daha mercek altına alalım ve arkasından neler çıkacak şaşırıp kalalım. Önce Afrika kıtasının uluslararası jeo-politik üstünlük kavgasında yeniden ön plana çıktığının altını çizelim. Mandela’nın serbest bırakılması, Londra’da Kraliyet Akademisi’nde görkemli bir Afrika Sergisi’nin açılması ve bunların devamı olarak İngiltere’nin eski başbakanı Gordon Brown’nun “Afrika’nın önemini” vurgulayan çıkışlar yapması hep bir seri anlamlı gelişmelerdi. Hatta son Dünya Kupası için Güney Afrika’nın seçilmiş olması bile bu çerçevede değerlendirilmelidir. Etiyopya’daki kuraklığa karşı pop şarkıcısı Bob Geldof’un örgütlediği “Live Aids” konserleri-ki o vesile ile kendisine asalet ünvanı verilmiştir, dünyanın en ünlü rock gruplarından U2’nun vokalisti Bono’nun sanki Geldof’un bıraktığı yerden devam etmek istercesine Afrika’daki AİDS salgınını misyon edinerek kendisini bu kıtayla özleştirmesi, bir kazaya kurban giden ve o zaman kadar özel yaşamındaki krizlerle anılırken birden Sierra Leone’deki elmas ticareti talanına alet edilen küçük çocukların kopan uzuvlarının yarattığı uluslararası isyana tercüman olmak için öne çıkan Prenses Diana’nın kara mayınlarına karşı dünya çapında bir kampanya başlatması.....Bunlar hep kamuoyu oluşturmaya yarayan popüler araçlardır ve bu kadarının arka arkaya gelmesi ilginç bir tesadüftür. Şimdi biraz da o kadar göze batmayan fakat daha anlamlı olabilecek politik gelişmelere bakalım. ABD’nin 1975’deki Vietnam bozgunundan sonra Afrika’da arka arkaya Sovyetler Birliği desteğini alan sol rejimlerin işbaşına gelmesiyle kolonyalizmin son kalıntıları da silinmişti. AFRİKA VE SOSYALİZM Angola, Mozambik, Etopya bunların başlıcalarıydı. Namibya’da ırkçı Güney Afrika rejimine karşı kıyasıya bir mücadele veriliyordu. 1960 sonrası bağımsızlığını kazananlar ise ya Britanya Toplumu içine katılarak sosyalizme karşı korumaya alınmış veya Gana gibi sosyalizme yönelmeye çalışanlar da darbelerle, ekonomik ablukalarla sabote edilmişti. Bu tecrübelerden hareket eden yeni bağımsızlar sosyalist dünya ile daha yakın işbirliğine girmiş ve özellikle Angola örneğinde olduğu gibi, o zamanlar sosyalizmin en popüler ülkesi olan Küba’dan emperyalizmin kışkırttığı iç savaşla başa çıkabilmek, devrimini koruyabilmek için başta askeri olmak üzere çok kapsamlı sosyal ve ekonomik yardımlar alınmıştı. Bu gelişmelerden ürken Batı ayni dönemlerde bağımsızlık savaşı veren Zimbabve’de Sovyet ve Çin yanlısı iki rakip gerilla hareketinden şu anda iktidarda olan Çin destekli Mugabe’ninkini tercih ederek kıtanın “ekmek sepeti” olarak kabul edilen bu verimli tarım ülkesinin Sovyet etkisi altına girmesinin engellenmesi istenmiştir-her ne kadar şimdi o da Afrikalı halkı lehine reformlar yapmaya başlayınca gözden düşüp ekonomik ablukaya alınıp ekonomisi boğulmak istenmekteyse de. Kısaca özetlemek gerekirse Batı, Vietnam yenilgisi sonrası Afrika’da sosyalizme karşı çok kapsamlı saldırıya geçtiyse de bunun dışarıya yansıması pek rağbet görmedi. Yani savaş gözlerden uzak tutulmaya çalışıldı. İngiltere’nin dışındaki Fransa, Belçika gibi kolonyalist ülkeler ABD’nin yürüttüğü bu savaşta kendilerine karşı bir tehdit görmedikleri gibi, ondan yarar umdular. Ancak Sovyet taraftarı Somali’nin geri alınması çok kanlı oldu. 1975 yılında Etopya’daki zaman açımına uğramış ABD ve siyonizm güdümündeki feodal Selasiye rejimi devrimci subaylar tarafından yıkılınca Sovyetler bu rejime diğer ulusalcı güçlere olduğu gibi yardım elini uzattı. Somali rejimi ülkedeki karışıklıklardan yararlanmak istercesine üzerinde hak iddia ettiği güney Etiyopya'yı işgal etti. Sovyetler bu işgale karşı Etiyopya hükümetine destek verince Somali de ittifak değiştirip ABD’ye döndü. Bu komşu kavgası sonunda hem Somaliyi hem de Etopyayı parçaladı. Eritye anavatandan koparken Somali aşiretler arası iç savaş alanına döndü. ABD BM Barış Gücü kisvesiyle ülkeyi işgal etmek istedi fakat çok kanlı bir şekilde, askerlerinin cesetleri sokaklarda sürünerek terk etmek zorunda kaldı. Ancak maden zengini ve Kızıl Deniz üzerindeki kontrol açısından son derece önemli stratejik değere sahip bu ülke üzerinde ABD’nin ihtirası ortadan kalkmadı. Şu anda ABD oluşturduğu uluslararası denizgücü ile bu bölgeyi korsanlara karşı koruma bahanesi ile kontrol etmektedir ve bu gücün içinde Türk donanmasından gemiler de vardır. ÇİN FAKTÖRÜ Mısır’ın zaten ABD kontrolünde olduğunu düşünürsek, Kenya’nın da oldum bittim İngiltere’nin arka bahçelerinden biri olduğunu hatırlarsak, Etopya ve Somali’nin kontrolü ile Afrika’nın doğusu garantiye alınmış olur ki, geride en önemli ülke olarak Sudan kalır. Batı şu anda bu ülkeyi parçalamaya çalışmakla meşgul olup Darfur bölgesini ve Güney Sudan’ı ele geçirmek istemektedir. Çünkü Afrika’nın bu en büyük ülkesi petrol, maden, tarım alanları ve yeraltı suları bakımından çok zengin olup ticari ilişkilerinin büyük çoğunluğunu Çin ile yapmaktadır. Çin ülkenin petrol kaynaklarını işlettiği gibi kiraladığı geniş tarım alanlarında ülkesi için gıda üretmektedir. Çin Batı için Afrika’da ciddi bir rakip olmaya başlamıştır. Çok hızlı bir tempoyla kalkınan fakat ayni zamanda kaynak kıtlığı çeken bu ülke için her bakımdan zengin Afrika bir cazibe odağıdır. Ayni şekilde Batı tarafından talan edilmiş, aşağılanmış, tüm toplumsal dinamikleri dumura uğratılmış Afrika ülkeleri için Çin yeni bir umut kaynağı olmuştur. Bunun nedenini sadece ticari ilişkiler açısından görmemek gerek. ABD’de düşünce kuruluşlarının Çin üzerine yapılan toplantılarda katılımcıların istisnasız paylaştığı görüş şudur:Çin uluslararası ilişkilerinde çok başarılıdır. ABD’nin küstah hegemonik diktatlarına karşın Çin hangi büyüklükte olursa olsun tüm devletlerle uluslararası hukukun ve diplomasinin tüm kurallarına riayet ederek eşitlik ve karşılıklı saygı ilkesi ile ilişkiye girmekte ve o nedenle büyük güven yaratmaktadır. Bu durum ABD için son derece tehlikelidir ve uzun vadede ABD’nin uluslararası konumunu tehlikeye atabilir. Özellikle ABD’nin “Yeni Dünya Düzeni” çerçevesinde global emperyal kontrolunu gerçekleştirmek için egemen ülkeleri etnik ve dini ayrışmaları kışkırtarak karıştırmayı politika olarak kabul etmesi karşısında Çin diplomasisi bir alternatif oluşturmaktadır. İşte bu nedenle Sudan doğal zenginliğinin ötesinde ABD’nin hedef tahtasındadır. Bu bakımdan ABD’ye yeni başkan seçilirken derisinin rengine dikkat edilmiş olmasının arkasında yatan nedenin önümüzdeki dönemde Afrika’ya verilecek önem olduğu söylenebilir. Nitekim Obama daha seçilmeden Darfur bölgesine gitmiş ve oraya asker göndereceğini açıklamıştır. Afrika’nın kuzeyinde ise petrol zengini ülkelerden önce Cezayir kanlı bir iç savaştan sonra Fransız etkisinden uzaklaştırılmış arkasından radikal Arap milliyetçiliğinin son kalesi olarak kalan Libya uzun yıllar süren ekonomik boykotun sonuçlarına boyun eğerek kapısını İngilizlere açmıştır. ORTA AFRİKA SAVAŞI Şu anda Afrika’nın doğal kaynakları için en yoğun kavga batı ve orta Afrika’da verilmektedir. Bölgenin 60 milyon varil tespit edilmiş petrol rezervleri itibariyle Orta-Doğu’ya ciddi bir alternatif olacağı öngörülmektedir. Buradaki ülkeler içinde hem zenginlik hem de büyüklük açısından en önde geleni Angola’dır. Kurtuluşunda 40 bin Kübalının görev aldığı bu ülke şimdi ABD’nin en yakın müttefikidir. ABD marksist rejime son vermek için elmas ticareti ile beslediği Sawimbi hareketini kullanmış, iç savaşın yarattığı yıkıma artık son vermek zorunda kalan hükümet Sawimbi ile anlaşmaya zorlanmıştır. Daha doğrusu ABD Angola petrollerini işletebilmek için iç savaşı durdurmak istemiş, başlangıçta silahı bırakmayı kabul eden Sawimbi daha sonra fikrini değiştirince aniden öldürülmüştür. Buradaki iç savaşlar o kadar uzun sürmüş ve kanlı olmuştur ki, onların finansmanında kullanılan elmas kaçakçılığı nedeniyle bu taşın dünya ticaretinin üçte ikisini kontrol eden De Beers adlı şirket en sonunda İngiltere’yi silahlı müdahaleye zorlamıştır. Prenses Diana’nın oluşturduğu kamuoyundan yararlanan başbakan Tony Blair hiçbir sorgu sual ile karşılaşmadan kolayca kaçakçılığın merkezi durumuna gelen Sierra Leone’ye girebilmiş ve kaçak elmas ticaretini yeni bitmelerin(özellikle İsrail’in) elinden alarak asıl patron De Beers’a teslim etmiştir. ABD’nin bundan sonra gündemine Afrika’nın ikinci büyük sömürge imparatorluğu olan ve nüfus bölgesi Kuzey Batı ile Merkezi Afrika’da yoğunlaşan Fransa’yı bölgeden atmaya gelmiştir. İşte Rwanda katliamı bu ABD Fransız çekişmesinin sonucudur. Afrika’nın sosyalist rejimlerine ve Çin’nin hızla genişleyen nüfus alanlarına karşı başlatılan kampanyanın sonuna doğru sıranın eski kolonilerindeki kendi nüfus alanlarına geldiğini gören “sosyalist” Mitterrand yönetimindeki Fransa Rwanda’da kontrolündeki Hutu rejimini Anglo-Sakson etkisindeki azınlık Tutsilere karşı askeri olarak eğitmiş, silahlandırmış ve sonra da katliam başlayınca da saldırganları korumuştur. Ancak bu katliamda Fransa kadar Clinton yönetiminin ve onun emrinde çalıştığı iddia edilen Kofi Annan yönetimindeki BM Barış Gücü Dairesi’nin de payı olduğu kabul edilmektedir. Katliam başladıktan sonra Clinton ve Annan barış gücü çağrılarına bir sürü gerekçe bularak olumsuz cevap vermiş, kulak ardı etmiş ve adeta katliamın kendi seyrinde devamına yeşil ışık yakmıştır. Felaketin boyutu en sonunda dünya kamuoyu tarafından öğrenilince de Annan Afrika halkından af edilmesini dilemiş, Clinton ise “üzgün” olduğunu ifade etmiştir. Fransa ise tüm dünyanın hiddetini üzerine toplamış ve dış politika konularında tam gizlilik prensibini ilk defa bir kenara koyarak parlamentoda bir soruşturma açmıştır. Fakat daha önemlisi, cumhurbaşkanı Chirac hemen Afrika’ya uçarak ülkesinin bu kıtada büyük darbe yiyen imajını kurtarmaya çalışmıştır. Chirac’ın seyahti sırasında bir vesile ile söyledikleri olayın arkasındaki tüm gerçekleri ifşa niteliğindedir:”Bu olay bize Anglo-Saksonların kolonyalizmi bizden daha iyi bildiklerini göstermiştir.” Akabinde Clinton bir Afrika turuna çıkmış ve yüzbinlerce insan tarafından büyük bir sevgi ile karşılanmıştır. FRANSA POLİTİKASI Uğur Hüküm’üm ODATV’de “Nasıl Çöktüler” başlığı ile çıkan yazısında dile getirdiği Fransız ulusal futbol takımının çok sayıda Afrikalı oyuncuyla Dünya Kupası’nda Afrikalıları etkileme çabasının fiyasko ile sona ermesine karşı gösterilen olağandışı tepkinin arkasında işte Fransa’nın bu aşırı “Afrika Sevdası”nın ve hıncının payı var. Rwanda’da galipler tarafından iktidara getirilen azınlık Tutsiler sadece resmi dillerini Fransızcadan İngilizceye değiştirmekle kalmadılar, İngilizlerin mali ve diğer yardımlarıyla tüm ülkedeki toprakları yeniden paylaştırıp tapularını verdiler. Yani katliamdan önce Fransız olan Rwanda şimdi İngiliz oldu(!) ve İngiliz Milletler Topluluğu’na resmen üye yapıldı.(“Artık günümüzde emperyalizm diye bir şey kalmadı,” diyen Mehmet Barlas’ın kulakları çınlasın!) Kofi Annan’a gelince; katliam neticesinde ABD tarafından mükafatlandırılıp, ABD’nin gözünden düşmüş eski genel sekreter Butros Gali’nin-ikinci bir dönem daha seçilebilmek için tüm yalvarıp yakarmalarına rağmen- yerine BM’lere genel sekreter yapıldı. O da minnettarlığını Afganistan ve Irak’ın işgalinde gösterdiği kolaylıklarla ödedi. Üstelik oğlu da Saddam ile girdiği gizli petrol kotası anlaşmaları ile zengin oldu. ABD eski sömürgecileri kovup ele geçirdiği ülkeleri nasıl örgütleyecek? İşte bu noktada Gülen Tarikatına bağlı işadamlarının buralarda açtığı okullar gündeme geliyor;hani şu Abdullah Gül’ün, döndükten sonra gururları kabarmış olarak övgü üzerine övgü yazıları yazan yandaş gazeteciler ve aydınlarla devamlı gidip ziyaret ettiği, özellikle Fransız nüfus bölgesine giren Kamerun, Senegal, petrol zengini Nijerya, eski sosyalist Tanzanya gibi ülkelerdeki çocukların “askeri hazırol” vaziyetinde İstiklal Marşı ile misafirlerini karşıladığı okullar. Fethullah Gülen’in, zamanı gelince benim, zamanı gelince “benden bağımsız kuruluşlardır” dediği, kimsenin tam olarak ne olduğunu bilmediği okullar- eğer, “dünyaya Türk kültürünü yayıyorlar işte, ne güzel,” şeklinde bir safsataya inanmıyorsanız. O zaman biraz daha bakalım etrafımıza. Bu konuda bize çok yardımcı olacak bir araştırma var elimizde, adı Amerika’nın “Terörizme Karşı Savaşı”(*). Yazarı ülkemizde adı iyi bilinen bir isim, Prof. Michel Chossudovsky. “Yoksulluğun Küreselleşmesi” adlı daha önceki bir kitabı Türkçe dahil onbir dilde yayınlanmış. Prof. Chossudovsky bu yeni kitabında ABD’nin Afganistan’dan başlayarak daha sonra orta Asya’daki eski müslüman Sovyet cumhuriyetlerinde, Çin ve Hindistan’da, Balkanlar ve Kafkaslar’da İslamın hem “radikalini” hem de “Ilımlısını” nasıl kendi stratejik amaçları için kullandığını belgelere dayanarak tüm detayları ile veriyor. ABD’nin Orta-Doğu’da yükselişe geçen sosyalizme set çekebilmek için 1973 yılında dini karşı ideoloji olarak kullanacağı “Yeşil Kuşak Projesi”ni oluşturduğu biliniyor. Zaten Fethullah Gülen’in kurucularından olduğu şiddet yanlısı militan “Komünizmle Mücadele Dernekleri” Türkiye’de 1960’lardan itibaren faaliyete geçmişti. 1979’lara gelindiğinde Sovyetleri Afganistan’dan atmak için ABD’nin o zamanki Ulusal Güvenlik Konseyi başkanı Brzezinski bu defa kontrollerindeki İslamı bir Gladyo örgütlenmesinin ötesine taşıyarak bir savaş gücü olarak kullanmaya başlıyor: bu gücü Afganistan’dan sonra başka hedef ülkeler için kullanacaklarını gizleyerek. Yani eski CIA istasyon şefi ve Gülen'e referans veren Graham Fuller’in dediği gibi, ABD bir yandan Ilımlı İslamı modernite ve dolayısı ile ulus-devlet yolunda çok ileri adımlar atmış Türkiye gibi laik ve seküler müslüman ülkelerde iktidar yapmaya, modern devlet kurumlarını yok etmeye çalışırken, diğer taraftan köktenci İslamı da ulusal devletleri yıkmak için vurucu güç olarak kullanmaktaymış, sanki onunla “teröre karşı savaş” bahanesiyle mücadele ediyor gibi görünerek. Kanadalı Prof.Chossudovsky ABD’nin İslamı, emperyal amaçlarına ulaşmak, dünya kaynakları üzerinde tekelci egemenlik kurmak ve kendisine rakip gördüğü Çin, Rusya, Hindistan, Yugoslavya gibi ülkelere karşı yıkıcı faaliyetlerde bulunmak için nasıl politik araç olarak Orta-Asya’da, Kafkaslar’da, Balkanlar’da, Orta-Doğu’da kullandığını enine boyuna anlatıyor. Biz de buna Afrika’yı hatırlatarak bir katkı yapalım istedik ki, gerçek müslümanlar neden Gülen okullarının hep bu ABD’nin emperyal savaş verdiği kritik bölgelerde açıldığı üzerine düşünme fırsat bulabilsin, “Benimle Rwanda katliamı arasında ne ilişki olabilir,” diye sorabilsin diye. Bu okulları finanse eden iyi niyetli işadamlarımızın kendilerinin bilmediği bir projenin masrafına ortak mı ediliyorlar, bilsinler istedik. Çünkü John Bellamy Foster Monthly Review(Haziran 2006) adlı dergide “A Warning to Africa:The New U.S. Imperial Grand Strategy” adlı makalesiyle ABD’nin dünyayı ele geçirme savaşının maliyetini taşaronlarının sırtına yükleyerek yürüttüğünü iddia ediyor da......O zaman belki anlaşılır neden Gülen’e Amerika’da, İngiltere’de, Avustralya’da devamlı onursal akademik ünvanlar veriliyor, tarikatı ile ilgili Londra Üniversitesi’ne bağlı SOAS(School of Oriental and African Studies-Doğu ve Afrika Araştırmalar Merkezi) gibi önemli fakültelerde konferanslar düzenleniyor. Başbakan geçenlerde “Türkiye-İngiltere ilişkileri altın çağını yaşıyor,” demişti. Kimileri bunu sadece İngiliz maden tekeli Rio-Tinto-Zinc’e verilen tüm Doğu-Anadolu’yu kapsadığı söylenen maden arama ruhsatına bağlayabilir diye düşündük. Başbakan bonkör davrandı bizim İngiltere’ye neler verdiğimizi anlattı. İngiliz başbakanı ise iltifatlarında bonkördü. Enis Üser Odatv.com () “Amerika’nın ‘Terörizme Karşı Savaşı’”. Michel Chossudovsky, İMGE Kitapevi, Nisan 2010. () Dünyadaki gelişmelere ne kadar farklı açılardan yaklaştığımızı görebilmek için Yeni Şafak gazetesinde(30 Temmuz 2010) devamlı Afrika turları yapan Hakan Albayrak’ın “İslam’a Meftun bir Pan-Afrikanist,” adlı yazısını okumanızı öneririm.

// - 0126 atrump

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir