Diyanet’te bazen açıktan, ancak çoğu kere gizli yürütülen rekabeti “Diyanet’teki Bürokrat-Akademisyen Savaşı: 1-2” başlıklı yazılarımızla daha önce anlatmıştık. Bu yazımızda Diyanet’teki bir başka rekabeti anlatacağız. Bu rekabet akademisyenlerin kendi aralarında yaptıkları rekabettir. Çünkü Diyanet’teki önemli rekabet alanlarından biri de akademisyenlerin kendi aralarında yaptıkları rekabettir. Bu rekabet daha çok Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyeleri ile Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim üyeleri arasında yaşanmaktadır. Bu rekabetin ana üssü ise Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yönetimindeki Türkiye Diyanet Vakfı’dır.
Bilindiği gibi İstanbul’da, Türkiye Diyanet Vakfı’na bağlı olarak faaliyet gösteren “İSAM” isimli bir kuruluş vardır. Açık adı “İslam Araştırmaları Merkezi” olan ve en önemli faaliyeti tamamen bir telif eser olan “İslam Ansiklopedisi”ni yayına hazırlamak olan İSAM, daha çok Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerince işgal edilmiş bulunmaktadır. Bu durum, biraz da fiziki yakınlıktan kaynaklanmaktadır. Zaten İSAM ile Marmara İlahiyat Fakültesi mesafe olarak da birbirine çok yakındır. İSAM, Marmara İlahiyat Fakültesi’nin etkisinde olunca, tabiatıyla bu kuruluşça yayınlanan eserlerde egemen olan görüşler de Marmara İlahiyat Fakültesi’nde hâkim olan görüşü yansıtmaktadır. İşte bu durum, öteden beri Ankara İlahiyat Fakültesi’nde egemen olan görüşün mensuplarını rahatsız eden bir durumdur.
Bu rahatsızlığın en canlı örneği ise yine Türkiye Diyanet Vakfı’na bağlı olarak Ankara’da faaliyete geçirilen “DİYAM” isimli yapılanmadır. Açık adı “Diyanet Araştırma Merkezi” olan, kuruluş ve yönetiminde Ankara İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinin de görev aldığı bu yapılanma, muhtemelen İstanbul merkezli İSAM’a alternatif bir kurum olarak kurulmuş, ancak Marmara İlahiyat Fakültesi öğretim Üyesi Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nun Diyanet İşleri Başkanı olmasıyla tasfiye edilmiştir.
Ankara merkezli DİYAM’ın, İstanbul merkezli İSAM’dan önemli bir farkı da DİYAM’ın 28 Şubat sürecinde kurulmuş bir kurum olmasıdır. Bu birimin son sistem elektronik aygıt ve dinleme sistemleriyle donatılmış olması, ayrıca kadrolarında çeşitli rütbelerden emekli olmuş subayların bulunması ve bu insanlara dolar üzerinden yüksek miktarlı maaşların ödenmiş olması, bu kuruluşu son derece gizemli hale getiriyordu. Ki; bu kuruluşun dinleme hizmetlerini yerine getirmek üzere Kocatepe Camii’nin avlusuna devasa boyutlarda çanak antenler yerleştirilerek adı geçen caminin avlusu adeta bir NASA üssüne dönüştürülmüştür! Diyanet gibi din hizmeti sunan bir kamu kuruluşunun böyle Koca Kulak tabir edilen çanak antenlerle nasıl bir ilgisi vardı gerçekten de bilmiyoruz!
E.Tümg. Yaşar Karagöz, E.Tuğg. Yavuz Ölçen ve E.Kur. Alb. Mustafa Küçükçakır’ın çeşitli unvanlarla, Kurucu Başkanlığını Prof. Dr. Ümit Özdağ’ın yaptığı DİYAM’da görev almış olmaları, bana hep ilginç ve gizemli gelmiştir. İşte bu dönemde Ankara Ü. İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Mustafa Erdem, Prof. Dr. Cemal Tosun, Prof. Dr. Recep Kılıç, Doç. Dr. A.Hikmet Eroğlu ve Dr. Ali İsra Güngör gibi isimler, DİYAM’da grup başkanı unvanıyla görev almışlar ve kendilerine Amerikan doları üzerinden yüksek miktarlı maaşlar ödenmiştir…
Yeni Bir Rekabet Alanı: İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi
İSAM isimli kuruluşun, ana faaliyet alanının İslam Ansiklopedisi’ni çıkarmak olduğunu yukarıda belirtmiştik. Söz konusu eserin 38. cildi yayınlandığını ve ansiklopedinin toplam cilt sayısının 40 civarında olduğunu, ayrıca vakfın yayın işlerini yürüten bağımsız bir işletmesi olduğunu düşünürsek, İSAM’ın, varlık sebebinin yavaş yavaş ortadan kalkmakta olduğu sonucuna varırız. Bu durum, adı geçen kuruluşun hayata geçmesini sağlayan ve uzun süre yöneticiliğini yapmış olan (daha doğrusu elini bu kurumdan hiçbir zaman çekmeyen) Dr. Tayyar Altıkulaç’ın da dikkatini çekmiş olmalı ki; adı geçen ve onun emriyle hareket eden ekip, İSAM’a başka bir faaliyet alanı yaratma gayretine düşmüşlerdir. Bu gayretin adı “İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi”dir…
Evet, yanlış duymadınız; İSAM, Dr. Tayyar Altıkulaç’ın girişimleriyle hayat bulmuş bir kuruluştur. Hazret, 1980’li yılların ortalarında Diyanet İşleri Başkanlığı koltuğunu kaybedince boş vakitlerini değerlendirmek ve elbette Diyanet’ten elini çekmemek için gitmiş İstanbul’da evine yakın bir mesafede İSAM diye bir kuruluşu faaliyete geçirmiştir. Böylece, hem İSAM’ı, hem de İSAM’ın bağlı olduğu Türkiye Diyanet Vakfı’nı kullanarak Diyanet’in yönetiminde sürekli söz sahibi olmuştur. Öyle ki; Bay Altıkulaç’ın soluğu, görevde iken Başkanlığın ve Vakfın kritik noktalarına yerleştirdiği adamları vasıtasıyla sürekli olarak kendisinden sonra gelen Diyanet İşleri Başkanları olan M.Sait Yazıcıoğlu ve M.Nuri Yılmaz’ın ensesinde esip durmuştur. Daha doğrusu adı geçenlerin enselerinde sürekli boza pişirmiştir. Adı geçenlerin görev sürelerince Bay Altıkulaç, tamamen gölge Diyanet İşleri Başkanı olarak görev icra etmiştir. İstanbul merkezli İSAM’da üslenen Altıkulaç, bir ara Diyanet çevresinden uzaklaştırılır gibi olmuşsa da bu sefer parlamentoya girerek etkisini yine devam ettirme şansı bulmuş, hatta bu sırada Diyanet Vakfı adına “Türk Eğitim Sistemi-Alternatif Perspektif” adıyla bir rapor/kitap hazırlatarak 28 Şubat sürecinde vakfın sıkıntıya düşmesine sebep olmuştur(1).
İşte Bay Altıkulaç, İSAM’ın yavaş yavaş devre dışı kalmakta olduğunu ve bu kuruluşun iyiden iyiye bir kütüphane ve dokümantasyon merkezi haline gelerek etkisizleştiğini fark etmiş olacak ki; hemen bu kurum merkez olacak şekilde İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi’ni kurdurmuş ve üniversitenin mütevelli heyeti başkanlığı koltuğuna çöküvermiştir. Artık ölünceye kadar kendisini o koltuktan kaldırana aşk olsun!
İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi
Bahsetmiş olduğumuz gibi, İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi bir TDV kuruluşu olan İSAM merkez alınarak kurulmuştur. Zaten adı geçen üniversiteye ilişkin tanıtım yazılarında bu durum açıkça zikredilmektedir. Anlaşılacağı gibi; adı geçen üniversitenin arkasındaki kuruluş, yani finansör kurum Türkiye Diyanet Vakfı’dır. Bahsi geçen üniversitenin resmi internet sitesindeki bilgilerden anladığımız kadarıyla(2) üniversitede şimdilik 4 fakülte, bir yüksek okul ve iki enstitü bulunmaktadır. Üniversitenin bu sene alacağı toplam öğrenci sayısı 90 olup, bu sayının 60’ı burslu öğrencilerden oluşacakmış! Bu durumda umarım aklımıza gelen başımıza gelmez diyoruz.
Nedir aklımıza gelen? Aklımıza gelen, 60 kişilik burslu öğrenci kontenjanının hısım, akraba, eş, dost, hemşeri ve yakın çevre çocuklarına tahsis edilmesi ihtimalidir. Zira Diyanet çevrelerinde, Diyanet’in sahip olduğu maddi imkânların sürekli olarak hısım, akraba, eş, dost, yakın çevre ve hemşeri çocuklarına akıtıldığı gibi yaygın bir kanaat ve dedikodu bulunmaktadır. Hatta Diyanet’in sağlamış olduğu imkânlarla okuyan ve akademik kariyer yapıp profesörlüğe kadar yükselmiş bu kabil mahdumlara, prens ve prenseslere rastlandığı da bir gerçektir. Tıpkı 1993 yılından beri TDV tarafından verilen bursların, tamamıyla Diyanet mensuplarının çocuklarına verildiğinin ve bu amaçla her sene Türkiye çapındaki camilerden “Öğrencilere burs vereceğiz” denilerek yardım toplandığının gerçek olduğu gibi(3).
İşte bu noktada, tıpkı Bay Altıkulaç gibi TDV’nın kurucuları arasında yer alan ve aynı zamanda yine tıpkı kendisi gibi eski parlamenter olan Yakup Üstün’ün Diyanet çevrelerinde darbımesel haline gelmiş özlü bir sözü geliyor aklımıza: “Biz Türkiye Diyanet Vakfı’nı torunlarımız için kurduk!”
29 Mayıs Üniversitesi’ne Mutacı Rektör
29 Mayıs Üniversitesi piyasada tutunabilir mi ve başarılı olabilir mi? Bunu zaman gösterecektir. Ancak eski bir Diyanet çalışanı olarak bu üniversitenin başarılı olmasını gönülden isterim. Çünkü ben, Türkiye Diyanet Vakfı’nın elindeki mal varlığının Türk Milleti’nin bu vakfa bırakmış olduğu kutsal bir emanet olduğuna inanan birisiyim. O sebeple bu emanetin, beceriksiz ellerde heba olmasını ve israf edilmesini asla istemem. Diyanet çevresinden uzaklaştırılmamın yegâne sebebi de zaten benim çalışırken de bu doğrultuda hareket etmemdir. Evet; yanlış duymadınız ben, Türk Milleti’nin sahip çıkması ve koruması maksadıyla Türkiye Diyanet Vakfı’na emanet ettiği milli servetin heba edilmesine karşı çıktığım için Diyanet’ten aforoz edilmiş bir kişiyim. Bunu, her ortamda ve her zaman diliminde ispatlamaya hazır olduğumu belirtmek isterim.
29 Mayıs Üniversitesi’nin başarılı olacağı konusunda şahsen benim çok ciddi şüphelerim bulunmaktadır. Bu konudaki en büyük delilim, TDV tarafından kurulan birçok şirketin, zaman içinde kötü idare yüzünden, özellikle Bay Altıkulaç ve ekibinin, şirketlerin idaresini profesyonellere bırakmamaları yüzünden birer birer batırılmış olmasıdır. Bu konudaki ikinci önemli karine de Türkiye Diyanet Vakfı’nın tamamıyla, 29 Mayıs Üniversitesi’nin de büyük oranda ilahiyatçılar tarafından idare ediliyor olmasıdır. Oysa gerek vakıf, gerekse vakfa bağlı olarak kurulmuş olan üniversite, tamamıyla iktisadi ve ticari ilkelere göre yönetilmesi gereken kurumlardır. Bu konuda özellikle üniversitenin mütevelli heyetine üye olarak atanan ilahiyat dışı mesleklere mensup kişiler ne kadar başarılı olacak bunu zaman gösterecektir. Ancak biz şahsen, Mütevelli Heyeti Başkanlığını Dr. Tayyar Altıkulaç’ın yaptığı, heyet üyeliklerini ise ağırlıklı olarak yine ilahiyatçıların doldurduğu bir heyetin, fazla başarılı olacağını hiç tahmin etmiyoruz.
Bir kısmı Marmara İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi, ikisi de Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı olan ilahiyatçılardan müteşekkil 29 Mayıs Üniversitesi Mütevelli Heyeti üyelerinden en ilginç olanı, aynı zamanda adı geçen üniversitenin rektör vekilliğine atanan (muhtemelen yakın bir zamanda bu göreve asaleten ataması yapılacak olan) Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez’dir. Prof. Dönmez, Ali Bardakoğlu’ndan daha önce olmak üzere; AKP hükümetinin Diyanet İşleri Başkan adayı olarak gündeme gelmiş, ataması da yapılmış bir isimdir. Atama kararnamesi köşke gönderilmiş, ancak A.Necdet Sezer tarafından “Veto” yemiştir. Adı geçen, “Dünya İslam Birliği (RABITA)” adına Türkçe Kur’an meâli hazırlayan bir komisyonun da üyesidir. Bu meal, halen Suudi Arabistan’ın Medine şehrindeki bir kuruluşça bol miktarda yayınlanmakta ve Türkiye’den hacca gidenlere ücretsiz olarak dağıtılmaktadır.
Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, çok ilginç görüşleri olan bir ilahiyatçıdır. Onun bize çok enteresan gelen görüşlerinden birisi, “Geçici Nikâh” ya da “Anlaşmalı Nikâh” diyebileceğimiz “Muta Nikâhı”na destek veriyor olmasıdır!
Ben, adı geçenin bu tür nikâha destek verdiğini ve savunduğunu ilk olarak, 2008 yılında yayın hayatına başlayan “Türkiye Newsweek” isimli derginin 4. sayısından öğrendim. Bu sayıdaki yazı televizyon ekranlarında “Diyanet’ten geçici nikâha icazet” reklâmıyla tanıtılmıştır(4).
Adem Demir, Muta (Müt’a) Nikâhı hakkında, başta TDV İslam Ansiklopedisi olmak üzere; Diyanet’in muhtelif yayınlarından istifade ile bilgiler veriyor ve şöyle diyordu:
“…Türkiye’nin en yetkili dini otoritesi Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (DİB) bir grup ilahiyatçıya hazırlattığı ‘Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir’ adlı çalışma, mutayı yeniden tartışma konusu haline getirdi. Kitapta, ‘Ehl-i Sünnet’e mensup âlimlerden ve özellikle sahabeden bazılarına göre müt’a nikâhı caizdir, onu Hz. Peygamber değil ikinci halife yasaklamıştır’ (İlk baskının ikinci cildi, 32 ile 34’üncü sayfalar) denmesi mutaya izin verildiği yorumlarına yol açtı. Daha da ilginç olanı ise, bu ifadelerin 2. ve 3. baskılarda bulunmaması…”(5).
Yani yazara göre Diyanet, Mutanın caiz olduğu şeklindeki görüşünden çark etmiş, bir anlamda takıyye yapmıştı. Çünkü Adem Demir makalesine şöyle devam ediyordu;
“Din İşleri Yüksek Kurulu, Ocak 2001’de yeni ve daha anlaşılır bir Kuran meali ve tefsiri hazırlamaya karar verdi. Ardından tanınmış dört ilahiyatçı profesör Hayrettin Karaman, Mustafa Çağrıcı, İbrahim Kafi Dönmez ve Sadrettin Gümüş bu iş için görevlendirildi. Sonuçta beş ciltlik kitabın ilk baskısı DİB Dini Yayınlar Dairesi tarafından 2005’te yayımlandı ve kısa sürede tükendi. Bu ilk baskıda Nisa suresi 24’üncü ayetin geniş bir tefsirine (detaylı yorum) yer verildi. DİB’in internet sitesindeki Kuran-ı Kerim mealinde bu ayet ele alınırken ‘Savaş esiri olarak sahip olduklarınız hariç, evli kadınlar (da size) haram kılındı. (Bunlar) üzerinize Allah’ın emri olarak yazılmıştır. Bunların dışında kalanlar ise, iffetli yaşamak ve zina etmemek şartıyla mallarınızla (mehirlerini verip) istemeniz size helal kılındı. Onlardan (nikâhlanıp) faydalanmanıza karşılık sabit bir hak olarak kendilerine mehirlerini verin. Mehir belirlendikten sonra, onunla ilgili olarak uzlaştığınız şeyler konusunda size günah yoktur’ deniyor. Mehir, Türkçe’de ücret anlamına geliyor…”(6).
Şimdi gelelim asıl meseleye. Yani “Türkiye Newsweek” dergisinde yayınlanan habere konu olan “Diyanet’in başlangıçta müt’aya cevaz verirken, daha sonra bu görüşünden vazgeçmek zorunda kaldığı” şeklindeki iddianın doğru olup olmadığına. Bahse konu tefsirde;
“… Çünkü kişinin kendi câriyesiyle nikâh yapma mecburiyeti yoktur. Ayrıca ‘gayra müsâfihîn’ (zinaya sapmaksızın) kaydı da mânaya karîne olmaktadır. ‘Onlardan faydalanmanıza karşılık…’ cümlesinde kullanılan istimtâ‘ kelimesi müt‘a kökünden gelmektedir. En azından İslâm’ın ilk yıllarında uygulanmış bazı ictihadlara dayanılarak bazı mezheblere göre halen câri olan bir nikâhın, yani belli bir süre ile sınırlı evlenmenin adı da ‘müt‘a nikâhı’dır”(7) denildikten sonra “… İmâmî-Şiiler’den başka İbn Abbas, İbn Mes’ûd, Übey b. Kâb, Katâde, Mücâhid, Süddî, İbn Cübeyr gibi sahâbe ve tâbiîn müfessir ve müctehidleri bunu (âyetin müt‘a nikâhı konusunda olduğunu) savunmuşlardır.”(8) denilerek, görüş ve rivayetleri Sünnî İslam Fıkhı’nın teşekkülünde de etkili olan bir kısım büyük sahabî ve Tabiîn fıkıhçısının, müt‘a nikâhına cevaz verdikleri ifade edilmiştir. Aynı yerde bulunan şu bilgiler ise çok daha ilginçtir:
“İhtiyaç bulunduğu için müt‘a nikâhının bir müddet mubah kılındığı konusunda ittifak vardır. Müslümanların devamlı evlilik imkânı bulmaları ve geçici nikâha ihtiyacın ortadan kalkması sonucu yasaklanmış olduğu konusunda ise ihtilâf vardır. Ehl-i sünnet çoğunluğu, nihaî yasaklama yılında ve yasaklayan nas konusunda ihtilâf etmekle beraber bu nikâhın, ebedî olarak yasaklandığı hükmünü benimsemişlerdir… İmâmî-Şiîler’e göre ihtiyaç ve zaruret şartı bulunmaksızın müt‘a nikâhı câizdir, onu Hz. Peygamber değil halife yasaklamıştır. İmrân b. Husayn bunu söylerken İbn Abbas da ‘Ömer müt‘a nikâhını yasaklamasaydı çok az kişi zina ederdi’ demiştir. İbn Mes‘ûd, Câbir gibi sahâbeden de bu nikâhın câiz olduğu rivayet edilmiş, aynı zamanda bu sahâbenin görüş değiştirdikleri ve sonunda müt‘a nikâhının câiz olmadığına kani oldukları da rivayet edilmiştir…”(9).
Benim, şahsen Diyanet’in tefsirinde bulunan bu bilgilerden çıkaracağım netice şudur: İhtiyaç bulunduğu zamanlarda, yani sürekli evli olunan eş ile cinsel ilişkide bulunma imkânı bulunmayan hallerde, örneğin eşlerden birisinin muhtelif sebeplerle seferde bulunması veya evli bulunan kadının, geçici bir sebeple kocasının cinsel arzularını gideremeyeceği durumlarda Müslüman erkek kısa süreli nikâh (müt‘a) yapabilir ve müt‘a yaptığı bu kadınla cinsel ilişkiye girebilir. Böyle bir nikâh câiz olduğu için, yapılan bu nikâha istinaden cinsel ilişkiye girmiş olan Müslüman erkek ve kadın zina işlemiş olmaz! Bu konuda Sünni ve Şii âlimleri arasında ittifak vardır.
Ancak, “İhtiyaç bulunduğu için müt‘a nikâhının bir müddet mubah kılındığı” cümlesinden, “Bu nikâh türü, İslam’ın ilk dönemlerinde bir süre geçerliliğini korumuştur” şeklinde bir anlam da çıkmaktadır. Esasen bu cümlenin devamında söylenen; “Müslümanların devamlı evlilik imkânı bulmaları ve geçici nikâha ihtiyacın ortadan kalkması sonucu yasaklanmış olduğu konusunda ise ihtilâf vardır.” cümlesi, buna işaret etmektedir. “Ehl-i sünnet çoğunluğu, nihaî yasaklama yılında ve yasaklayan nas konusunda ihtilâf etmekle beraber bu nikâhın, ebedî olarak yasaklandığı hükmünü benimsemişlerdir…” cümlesini ise herhalde, müt‘a konusunda Ehl-i Sünnet âlimlerinin bir bölümü, tıpkı Ehl-i Şiâ alimleri gibi düşünseler de, yani bunlardan bir bölümü tıpkı Şiî âlimleri gibi, müt‘anın, hiçbir şarta bağlı olmaksızın caiz olduğunu savunsalar da, büyük çoğunluk bu nikâh türünün sürekli olarak yasaklandığını benimsemişlerdir. Bununla birlikte bunlar da yasak hükmünün ne zaman ve kim tarafından getirildiği konusunda ihtilaf halindedirler. Buradaki “benimsemişlerdir” lafını iyi algılamak gerekir. Bu laftan, sanki kerhen kabul etme, kerhen bu görüşü savunma gibi bir anlam da çıkmaktadır. Yani bu laf “kesin kabul”, dolayısıyla “Kesin hüküm” ifade etmemektedir. Sanki değişen şartlara, kadınların elde etmiş olduğu haklara, kadınların toplumda kazanmış oldukları statüye ve insanlığın ulaştığı medeniyet seviyesine bağlı olarak mecbûri bir kabul ifade etmektedir. Bu “benimsemişlerdir” lafı, örneğin, “İcmâen sabittir” gibi bir hüküm değeri taşımamaktadır.
Bazı kayıtlara göre M.628 yılında gerçekleştirilen Hayber’in fethi ile birlikte Müslüman olan İmrân b. Husayn ve aynı zamanda Hz. Peygamber’in Amca Zâdesi de olan Abdullah İbn Abbas’ın “müt‘a nikâhını yasaklayanın Hz. Peygamber değil, 2. İslam Halifesi Hz. Ömer olduğunu” söylemeleri de üzerinde durulması gereken başka bir husustur. Öncelikle söylemek gerekirse; bu iki sahâbî muhtemelen hem Hz. Peygamber’in, hem de Halife Hz. Ömer’in yakınında bulunan iki kişidir. Dolayısıyla söylediklerinin doğru olma ihtimali çok yüksektir. O zaman şöyle bir sorunun akla gelmesi gayet tabiîdir:
Halife Hz. Ömer’in belki de idari kaygılarla ve politik maksatlarla koyduğu bir yasak, acaba günümüzde dini hüküm olarak kabul edilebilir mi? Üstelik Hz. Ömer’in, bırakın Hz. Peygamber’in bazı hadislerinin hükmünü ortadan kaldırmayı, bazı Kur’an ayetlerinin hükümlerini de geçici olarak rafa kaldırıp kendisinin bizzat hüküm tesis ettiği bilinmekte iken?(10).
İmrân b. Husayn ve İbn Abbas gibi önemli sahabîlerin yanı sıra, Diyanet’in tefsirinden Abdullah b. Mes’ûd ve Câbir b. Abdullah gibi, görüşleri ve Hz. Peygamber’den yapmış oldukları rivayetler, gerçekten de İslam Fıkhı’na temel teşkil eden bilgin sahabîlerin de aynı görüşte olduklarını öğreniyoruz. Tefsirde geçen “İbn Mes‘ûd, Câbir gibi sahâbeden de bu nikâhın câiz olduğu rivayet edilmiş…” cümlesi buna işaret etmektedir. Aynı yer de Abdullah b. Mesûd ve Cabir b. Abdullah hakkında söylenen “…aynı zamanda bu sahâbenin görüş değiştirdikleri ve sonunda müt‘a nikâhının câiz olmadığına kâni oldukları da rivayet edilmiştir…” şeklindeki bir rivayetin kabulü ise çok daha büyük risk taşımaktadır. Çünkü bu durumda bu iki büyük sahabî birer yalancı durumuna düşerler ki; bu durumu herhalde hiçbir İslâm âlimi iddia edemez. Böyle bir kabul, adı geçen iki sahabîye dayandırılan ve bu güne kadar sahih olarak kabul edilen diğer rivayetlerin sıhhatini de tartışmaya açar ki; bu durum, beraberinde pek çok dini hükmün yeniden tartışmaya açılması sonucunu doğurur.
Dolayısıyla; büyük iddialarla hazırlanan tefsirinde yukarıdaki görüş ve rivayetlere yer veren Diyanet’in, bütün bu görüşler ışığında karşılıklı anlaşmaya dayanan kısa süreli birliktelikleri, yani müt‘a’yı caiz gördüğü sonucuna rahatlıkla varabiliriz! Zaten söz konusu eserde bulunan şu bilgiler, bu konuda şüpheye ve te’vile mahal bırakmayacak niteliktedir:
“… Sonuç olarak yolculukta ve savaşta kişinin eşinden ayrı düştüğü zamanlarda olduğu gibi ‘hadislerdeki yasaklama süresini geciktirmeyi gerektiren’ zaruretler bulunduğunda bu nikâh câizdir. Normal (süresiz) nikâhta şart koşulan mehir, şahit, veli gibi hususlar bunda da şarttır. Süre bitince evlilik ilişkisi de sona erer, müt‘a devam ederken taraflardan biri ölürse arada miras hukuku doğmaz, nikâh süresi sona erince kadın bir hayız görecek kadar bekler (iddet tutar), çocukların nesebi babalarına ait olur(Şîa adına savunma ve delillendirme için bk. Tabâtabâî, IV, 290 vd).
İslâm’da evliliğin gerekçesi fert ve toplumun temel ihtiyaçlarından biri olan aileyi kurmak ve yaşatmaktır. Bu gerekçe evliliğin devamlı olmasını ve cinsî tatmin amacının ikinci planda kalmasını gerektirir. Ancak zina büyük bir günah ve suç kabul edilerek şiddetle yasaklandığından, devamlı evlilik kurma imkânından mahrum bulunan, fakat cinsî tatmin ihtiyacı içinde bunalıma düşen müminler için, böyle bir zarurete dayalı müt‘a nikâhına ruhsat verildiği ve bunun da istisnaî olduğu anlaşılmaktadır.”(11).
Bu bilgilerden de anlaşılacağı üzere; Diyanet, özellikle 1979’daki İran İslam devriminden sonra ülkemizde de sıklıkla duyulmaya başlayan, yine iddialara göre; sözde dindar (aslında din bezirgânı olan) toplum kesimlerinde, özellikle de bu kesimin sözde aydın ve entelektüelleri arasında büyük rağbet gören müt‘a’ya çanak tutan bir görüş ortaya koymuş durumdadır. Bir anlamda Diyanet, sözde İslamî entelektüellerin yapmış oldukları fuhuş ve işledikleri zinaya bir perde ve kılıf olarak kullandıkları müt‘a’yı teşvik eder duruma düşmüştür. Kanaatimize göre; yukarıda iki paragraf halinde verilen bilgilerden sonra Diyanet, açıkça “Bu nikâh türü, İslam öncesi devirlere ve cahiliye dönemi Araplarına aittir. Sünnî İslam, böyle bir nikâh türünü kabul etmez. Müt‘a’ya, yani saatlik, günlük ve hatta aylık ve yıllık olsa dahi, sürenin bitiminde ayrılmanın söz konusu edildiği anlaşmalı ve süreli bir nikâh işlemine istinaden girişilen cinsel ilişkiler, düpedüz fuhuştur, bu türlü cinsel ilişkilerde bulunanlar dinen zina suçu işlemiştir” diyemediği için, vermiş olduğu fetvalar tartışmalı hale gelen bur kurum haline gelmiştir. Zira Diyanet adına ortaya konulan yukarıdaki düşünce, en azından özellikle Vakit Gazetesi Yazarı Hüseyin Üzmez olayı ile bir kez daha gündeme gelen cinsel istismara bir nev’i cevaz verir niteliktedir. “Kur’an Yolu Türkçe Meâl ve Tefsir” isimli Diyanet yayınında geçen şu cümlelere bir kez daha dikkat ediniz lütfen;
“Süre bitince evlilik ilişkisi de sona erer, müt‘a devam ederken taraflardan biri ölürse arada miras hukuku doğmaz, nikâh süresi sona erince kadın bir hayız görecek kadar bekler (iddet tutar), çocukların nesebi babalarına ait olur…”(12). Açık söylemek gerekirse; bu şekildeki bir birlikteliğin adı evlilik değil, olsa olsa ancak fuhuş veya zina olur. Böyle bir geçici evlilikteki nikâh ise, sadece bir hileyi şeriye ve üzeri din ile cilalanmış bir kılıftan ibarettir. Diyanet’in yayını olan “Kur’an Yolu Meâl ve Tefsir” isimli tefsirin, ilk baskılarında, en azından bizim istifade ettiğimiz 2003 yılı baskısında II. Ciltte yer alan Nisâ Sûresi’nin 24. ayetinin tefsirini kim yaptı bilemiyoruz. Ancak tahminimiz bu ayetin tefsirini Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez’in yaptığı yönündedir. Zira adı geçen bu konuda uzman gözüküyor. En azından TDV. İslam Ansiklopedisi’nin 32. cildinde Müt‘a hakkında dolu dolu tam 7 sayfa yazı yazması(13) ve Türkiye Newsweek isimli dergiye açıkça “Dört kişilik yazar heyeti adına açıklamada bulunduğunu” söylemesi(14), bizde bu yönde bir kanaat uyandırmıştır. Bir ara Malezya’da da görev yapan Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez’in, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından Diyanet İşleri Başkanı olarak tercih edilmemesini şimdi biraz daha iyi anlıyoruz!
Yukarıda da ifade edildiği gibi İmrân Bin Husayn “İhtiyaç ve zaruret şartı bulunmaksızın müt‘a nikâhı câizdir, onu Hz. Peygamber değil halife yasaklamıştır” derken, İbn Abbas ise “Ömer müt‘a nikâhını yasaklamasaydı çok az kişi zina ederdi” demiştir. Diyanet çevrelerinde görüşleri itibar gören ve günümüz ilahiyatçılarının ağa babalarından birisi olan Prof. Dr. Hayrettin Karaman da hemen hemen aynı görüşlere sahiptir. Yazdıklarından, Hayrettin Karaman’ın da cariye özlemi çektiği ve çok evlilik taraftarı olduğu anlaşılıyor. Hayrettin Karaman “Müslüman cariyelerin örtünmemeleri gerektiğini, buna karşılık özgür kadınların örtünmeleri gerektiğini” yazdıktan sonra bakın başka neler diyor:
“Çamaşır yıkatacaksın, evi temizleteceksin bunların hepsi cariye ile karşılanmış. Bugün cemiyetimizde cariye yok. O zamanlarda cariye bu hizmetleri karşıladığı için hür kadınlar bu gibi işlerde çalışmamışlar. Çamaşır yıkamamış, ev işleri yapmamışlar. Başkasına hizmet etmek durumunda olmamışlar. Ama bugün cariye diye bir şey yok. Cariyelerin olmaması, bekârları ve tek evlileri de [tek eşlileri] ilgilendiriyor. Bekârlar bugün cariyesizlik yüzünden, tek evliler de tatminsizlik yüzünden zinaya düşebiliyor. Bunu geçiyor hizmetlilere geliyorum. Hizmetliler açısından bugün, hür mümin kadınları kullanıyoruz. Evimize geliyor, camımızı siliyor, ev işlerini görüyor, temizlik yapıyor. Camımızı silerken bunu çarşafla yapamaz. Kolu da açılıyor. Ötesi berisi açılıyor. Şüpheli söylüyorum. Acaba diyorum, bu müctehidler olsaydı -bugün cariyenin de tamamı ortadan kalkınca- burada ihtiyaç bulunduğundan dolayı, açmaya müptela olduklarından dolayı… diyerek -çalışan kadınlara ve çalışması zaruri olan kadınlara- cevaz getirirler miydi?”(15).
Bütün okuyucularımın mübarek Berat Kandili’ni tebrik eder, beratlarına vesile olmasını dilerim.
26 Temmuz 2010
Ömer Sağlam
Dipnotlar:
1- Yeri gelmişken “Türk Eğitim Sistemi-Alternatif Perspektif” isimli eserin, Prof. Dr. Süleyman Hayri BOLAY, Prof. Dr. Mustafa İSEN, Doç. Dr. Mümtaz’er TÜRKÖNE, Doç. Dr. Zuhal CAFOĞLU, Yrd. Doç. Dr. İrfan ERDOĞAN, Dr. Öner KABASAKAL ve Alparslan YASA’dan oluşan bir komisyon tarafından hazırlandığını da belirtmiş olalım. Bu isimlerden çoğunun AKP hükümetleri tarafından çeşitli şekillerde ödüllendirildiği bilinmektedir. Bu isimlerden M.İsen, halen Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri, M.Türköne ise Zaman Gazetesi yazarı olarak görev yapmaktadır. İ. Erdoğan ise uzun süre AKP hükümetlerinin Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığını yapmıştır. Ö.Kabasakal ise TİKA ve TOBB üniversitesinde muhtelif görevlerde bulunmuştur.
2-bkz.
3- TDV Mütevelli Heyeti tarafından 1993 yılında alınan bir prensip kararı gereğince bu seneden itibaren sadece Diyanet mensuplarının yüksekokullarda okuyan çocuklarına istisnasız (zengin-fakir ayrımı gözetilmeksizin)burs verilmeye başlanmıştır. Yanlış hatırlamıyorsam 2001-2002 eğitim sezonunda bu usulün terk edilmesi ve bursların maddi durumu zayıf olan öğrencilere olmak üzere Diyanet mensubu olmayan ailelerin çocuklarına da verilmesi yönünde çabalarım oldu. Ancak bunu bir türlü başaramadım! Ancak duyduğuma göre; son birkaç yıldır şehit ve gazi çocukları adı altında kurum mensubu olmayan birkaç yüz çocuğa da burs verilmektedir. O bakımdan TDV tarafından bugüne kadar burs verilen ve 2008-2009 eğitim sezonu itibarıyla sayıları Bay Altıkulaç tarafından 111.010 olarak açıklanan öğrencilerin büyük çoğunluğunu kurum personelinin çocuklarının teşkil ettiğinde şüphe yoktur(bkz.http://www.29mayis.edu.tr/?bolum=universitemiz#mutevelli).
4- Bkz. Adem Demir, “Geçici Evlilik” başlıklı yazısı, Türkiye Newsweek, Sayı: 4, 23 Kasım 2008, Sayfa: 44-46.
5- Adem Demir, agm, s.45.
6- Agm, s. 45.
7- bkz. Prof. Dr. Hayreddin Karaman ve arkadaşları, Kur’an Yolu Meâl ve Tefsir, c.II, s. 33, 1. Baskı, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayını, Ankara-2003.
8- Age, s. 33.
9- Age, s. 33.
10- Hz. Ömer’in, halifeliği sırasında önüne gelen bazı meselelerin çözümünde yetersiz kaldığını düşündüğü bazı Kur’an ayetlerinin getirmiş olduğu hükümleri uygulamayıp, diğer sahabîlere de danışarak (yani onlarla meseleyi müşavere ederek) meseleye çözüm ürettiği konusunda bazı rivayetler vardır. Örneğin, Hz. Ömer’in cariyelerin cilbab (dış örtü kullanmalarını) önce yasakladığı, sonra da bu yasağı kaldırdığı(bkz. Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu Türkçe Meâl ve Tefsir, c.IV, s.360, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayını, Ankara, 2004), başını örten bir cariyenin başındaki örtüyü zorla çıkarttırdığı (bkz. Prof. Dr. İsmail Hakkı Ünal, “Hadislere Göre Kadının Örtünmesi” başlıklı makalesi, İslâmiyât, c.4, sayı: 22, Nisan-Haziran 2001, 2. Baskı, s.61) şeklindeki rivayetler pek meşhurdur.
11- Kur’an Yolu Meâl ve Tefsir, c.II, s. 34, 1. Baskı, DİB. Yayını, Ankara, 2003.
12- Age, s. 34.
13- Bkz. TDV. İslâm Ansiklopedisi, c, 32, s.174-180, TDV. Yayını, İstanbul-2006.
14- Adem Demir, “Geçici Evlilik” başlıklı yazısı, Türkiye Newsweek, sayı: 4, 23.11.2008, s. 45.
15- Prof. Dr. Çetin Yetkin, “Türban: ‘Türk Kimliği’ne indirilen darbe” başlıklı makalesi, Halka ve Olaylara Tercüman, 27.02.2008 (Çetin Yetkin, söz konusu alıntıyı, Hayrettin Karaman’ın, 2005 yılında Ensar Yayınları arasından çıkan “Giyim Kuşam İle İlgili Sorular Ve Cevaplar-İslam’da Kılık Kıyafet Ve Örtünme” isimli eserinin 166. sayfasından yapmıştır).
Bir yanıt yazın