Doç. Dr. Mehmet Seyfettin EROL
Dünya yeniden inşa ediliyor. Bu inşa sürecinin sonunda karşımıza nasıl bir uluslararası yapının çıkacağı ise halen netlik kazanabilmiş değil.
Net olan husus, kendini yenileyemeyen ülkelerin ve hatta güçlerin bu yeni dönemde yerlerini alamayacağı ve belki de tarihten silinecek olması.
Dolayısıyla oyun büyük ve yeni, bir o kadar da acımasız. Bunun için Afganistan ve Irak’a bakmak yeterli…
Yeniden inşa edilen bu dünyanın büyük ölçüde şekillendirilmeye çalışıldığı ve süreç açısından belirleyici bölgesi ise, Ortadoğu ve Afrika’yı da içine alan Büyük Avrasya coğrafyası. Kuzeyden güneye bir kama gibi uzanan bu geniş coğrafya, doğudan batıya Çin ile Batı arasında da adeta bir tampon bölge gibi duruyor.
Dolayısıyla bölgeye hâkim olan güç, dünyanın yeni efendisi olacak.
Fakat burada küçük bir sorun var, o da Türkiye…
Türkiye adeta bu şantiyenin merkezinde yer alıyor ve tarihsel, coğrafi, psikolojik arka planı ile de bölgenin pasif ama her an harekete geçebilecek gerçek potansiyel gücü olarak ön plana çıkıyor. Bir diğer ifadeyle, bölgede Türk-İslam dünyasını harekete geçirebilecek ve ona yön verebilecek yegâne güç olarak duruyor Türkiye…
Bu ise bizi farklı bir noktaya taşıyor hatta zorluyor!
Dolayısıyla Ankara açısından önünde iki seçenek var: ya bu yeniden yapılanma sürecinde kendisi de aktif ve bağımsız bir şekilde yer alacak, büyük bir güç olacak ya da tarihteki yerini alacak…
Ne yazık ki üçüncü bir seçenek yok. Statükoyu korumak artık mümkün değil. O, Soğuk Savaş’ın sonu ile birlikte tarih oldu, 11 Eylül ile de birlikte duası okundu…
1 Mart ile de sürece ve sürecin mimarına milli güçler ile meydan okundu!
Dolayısıyla Türkiye’nin A’dan Z’ye yeni döneme uyarlanması bir beka meselesi olarak karşımıza çıkıyor.
Aslında, “değişim” ve “açılım” kavramlarının gerçek anlamda çıkış noktasını da bu temel endişeden kaynaklanan ve buna bir çare olarak görülen “Büyük Türkiye Vizyonu” oluşturuyordu. Ve kavramların gerçek yerini bulduğu nokta da burasıydı.
Fakat ne yazık ki süreç bunu anlamaktan uzak amatör ruhlar ve bir takım çakma aydın ve uzmanlarla yürütülmeye çalışıldığı için, açıkçası toplumsal bazda geniş bir yer bulamadı.
Hatta AKP’nin bu yeni süreci başlı başına kendisine mal etmeye çalışması ve bunu aynen CHP gibi bir parti ideolojisi olarak sunmasından dolayı da şüphe ile karşılanmaya başlandı. Bu şüphe boyutu, gelinen aşamada yapılan bir takım çalışmalardaki keyfilik, emrivakilik ve mutabakat noktasındaki kaçmalar sonucunda ciddi bir tepkisel nitelik kazanmaya ve sisteme yönelik meşruiyet temelli bir güven sorunu oluşturmaya başladı.
Dolayısıyla Türkiye bir kez daha kritik bir eşikte ve yine zaman kaybediyor.
Oysa yeni süreç ve arkasındaki irade ile birlikte mevcut siyasi iradeler ve uygulayıcılar arasında bir uyum yakalanabilmiş olsaydı, Türkiye hedefleri noktasında bugün çok daha farklı bir gündemin içinde olacaktı. Ama ne yazık ki olmadı, olamadı….
Fakat bundan sonrası için artık Türkiye’nin yanlış yapma lüksü yok!
Burada yeni bir durum değerlendirmesinin yapılması artık kaçınılmaz bir hal almıştır. Bu noktada temel mesele ise, Türkiye’yi bu kısır döngü içine sokan esas sorunun tespiti olacaktır.
Artık şu husus netlik kazanmaya başlamıştır. Mesele, yeni sürece uygun düşmeyen eski sistem ve onun uzantısı konumundaki birçok yan unsurdur.
Bunun başında da hiç kuşkusuz siyasi partiler gelmektedir.
Türkiye’deki mevcut siyasi partilerin önemli bir kısmı yeni dönemi anlamaktan oldukça uzaktır. Dolayısıyla ülkenin yeni bir siyasi yapıya, siyasi bir anlayışa ve siyasetçi profiline ihtiyacı vardır.
Yeniden inşa sürecinde olan Türkiye’de nasıl tüm kurumlar yeniden bir yapılandırma sürecinde ise, siyasetin de böyle bir yapılandırma sürecine girmesi kaçınılmazdır. Onu bu sürecin dışında tutmak, plana olan güveni derinden sarsacak ve daha da ötesinde bu büyük projenin ruhuna ve hedefine yönelik en büyük ihanet olacaktır.
Yeni sürecin mimarları bunun farkındadır.
Nitekim son dönemde yaşanılan bir takım gelişmeler, bu hassasiyetin bir sonucu olarak da değerlendirilebilir. Tüm engellemelere ve provokasyonlara rağmen milli program yürütülmeye çalışılmaktadır.
Bu süreçte hataya ve şahsi hırslara yer yoktur.
Dolayısıyla yeni bir Türkiye’ye yönelik yürütülen projenin ikinci aşamasında belli bir noktaya gelen Ankara’nın bundan sonrası için önündeki temel sorun, ülkedeki mevcut siyasi anlayışın ve yapının tasfiyesi ya da büyük ölçüde revizyonu olacaktır.
Bir sonraki yazımızda bu yeni süreci daha derinlemesine ele alacak ve Yeni Türkiye için gerekli olan siyasi yapı, düşünce ve siyasetçi profili üzerinde duracağız.
Bir yanıt yazın