Gediktepe’de Dikili Taş Olmak ve Devletin Çöküşü(!)

Görevim gereği 1990’lı yıllarda, karayolu ile olmak üzere Van üzerinden Hakkari’ye, Siirt üzerinden de Şırnak’a gitme durumunda kaldım. Her 15-20 km’de bir aracımızın durdurulduğunu ve kimlik sorgulamasından geçirildiğimizi hatırlıyorum. Bazen de askerlerin, silahlarını üstümüze doğrulttuktan sonra araçlardan indirip, “Arkanızı dönün ve ellerinizi araca yaslayın” komutuyla bizleri otomobilimizden indirip çok af edersiniz avret yerlerimize kadar arandığımızı! Hatta Eruh civarındaki bir kontrol noktasında bir assubayın “Hemşerim ne geziyorsun buralarda. Aklını peynir ekmekle mi yedin yoksa! Bu yol ulaşıma kapalıdır. Madem müfettişmişsin seni bırakmak zorundayım. Ancak çabuk gidin ve hava kararmadan ulaşın Şırnak’a. Eğer militanlar Ankara’dan geldiğini öğrenirlerse direk vururlar…” şeklindeki uyarısını asla unutmuyorum.

Tahmin edeceğiniz üzere; o dönemdeki olağanüstü hal uygulamalarından bahsediyorum. Zira o dönemde bölgede Olağanüstü Hal uygulaması vardı ve güvenlik görevlilerinin gözünde bölgedeki hemen bütün sivil kişi ve araçlar terörist ya da teröre hizmet ediyor idiler! Dolayısıyla o dönemde bu anlayışa bizler de yaşayarak şahit olduk! Bu itibarladır ki; olağanüstü hal uygulamasını ve sıkıyönetimi hiç kimse arzu etmez. Gerçi arzu edilen bir durum da değildir bu uygulamalar. Ancak adı üstünde; Olağanüstü Hal veya Sıkıyönetim. Bir devlet bu tür uygulamalara ne zaman ihtiyaç duyar? Olağan yönetim tarzının işe yaramadığı ve kapsamlı silahlı kalkışmaların ve ayaklanmaların baş gösterdiği durumlarda.

Hatırlanacağı gibi; 1980’lerin ikinci yarısından itibaren, bölgede toplu katliamlar yapılıyor, köyler ve yolcu otobüsleri basılıp yakılıyor, karakollar yerle bir ediliyor, dağıtıma ve tezkereye giden silahsız askerler topluca şehit ediliyordu. Bugünkü olaylar, elbette 1990’lı yıllar kadar şiddetli değil. Ancak yine de hemen her gün bölgeden çatışma, baskın ve şehit haberleri geliyor olması, insanların asabını fena bozuyor. Üstelik bugünlerde Karadeniz bölgesinde bile bazı terör olayları meydana gelmektedir. Onun için de insanlar artık, olayların bir an önce durmasını ve bunun için gerekirse Olağanüstü Hal, hatta Sıkıyönetim Uygulaması’na geçilmesini dillendirmeye başlamıştır. Gediktepe/Şemdinli ve Halkalı/İstanbul saldırıları, bu tür isteklerde bulunan insanlar için adeta bardağı taşıran son damlalar olmuştur.
Hükümet ve Genelkurmay, “Olağanüstü Hal Uygulamasına gerek yoktur” diyerek, olağanüstü hal isteyenlere gerekli cevabı vermiş bulunuyor. O zaman olağanüstü hal isteyenlerin hükümete ve Genelkurmay Başkanı’na şu sözü söyleme hakları vardır: “Madem, olağanüstü hal uygulamasına yanaşmıyorsunuz. O zaman bir an önce terörü durdurun. Yok eğer durduramıyorsanız, bulunduğunuz makamları terk edin, oturduğunuz koltukları bir an önce boşaltın. -Terör olayları eskiden de vardı- diyerek sorumluluktan kurtulamazsınız…”

Özetle; toplumun kahir ekseriyeti gibi bizim de Sayın Başbakana ve Sayın Genelkurmay Başkanı’na sözümüz şudur: Mevcut tedbirler yetersiz kaldığına göre, terörü bitirmek için ya kendinize yeni bir yol bulun, ya da yoldan çekilin. Bu milleti, öğrenilmiş çaresizlik içinde bırakmaya, terörle yaşamaya alıştırmaya, ayrıca, “Ağzı olan konuşuyor, eli olan yazıyor” diyerek ahraz ve çolak bir toplum yaratmaya hiç mi hiç hakkınız yoktur. Şunu iyi biliniz ki; “Kaka Mesut”a, “Kak Mesut” diyerek ve ABD’den yardım dilenerek bu iş asla bitirilemez. Bizim, kendi göbek bağımızı kendimizin kesmek zorunda olduğumuzu, eğer önümüzdeki düğüm çözülmüyorsa Büyük İskender gibi gerekirse bu düğümü keserek sonuca ulaşmamız gerektiğini bilmeniz gerekiyor.

Olağanüstü Hal Uygulaması’na karşı çıkanlara son bir noktayı daha hatırlatmak istiyorum. 24 Haziran 2010 tarihli Milliyet Gazetesi’nde bulunan “26 yılın kanlı bilançosu” başlıklı ve Nedim Şener imzalı haberden de görüyoruz ki; Olağanüstü Hal Uygulaması’nın geçerli olduğu son yıl olan 2002’de toplam şehit sayısı 7, hayatını kaybeden vatandaş sayısı 7, olay sayısı ise 164’tür. Yani terör neredeyse bitmek üzeredir. Olağanüstü Hal uygulamasının kaldırılmasından sonra ise şehit ve olay sayısının katlanarak arttığı gözlenmektedir. Sadece “Kürt Açılımı” denilen uygulamanın hayata geçtiği son bir yıldaki şehit sayımız ise 135’tir. Bu rakam katlanılacak, kabul edilebilecek ve sessiz kalınarak tahammül gösterilecek bir rakam değildir. Onun için de eli olanların yazması, dili olanların konuşmasını normal karşılamak gerekir. Lütfen, milleti susturarak olayları bastıracağınızı veya hiç olmamış gibi göstereceğinizi zannetmeyin. Zira bu durum, büsbütün kendinizi kandırmak olacaktır.

***

Şemdinli’nin Gediktepe bölgesindeki askeri birliğe yapılan terörist saldırıdan sonra Sayın Başbakan’ın, 21 Haziran günü yanına Genelkurmay Başkanını ve kuvvet komutanlarını da alarak ziyarette bulunması gerçekten yerinde bir davranıştır. Başbakan da dahil olmak üzere; devlet yönetiminin çatısını oluşturan kişilerin Gediktepe’deki mevzilerde çömelerek ve neredeyse alçak sürünme ile ilerlemek suretiyle kum torbalarının arkasında oradaki askerlerden bilgi almaya ve onlara moral vermeye çalışmaları, bazı çevrelerce tenkit konusu yapılmıştır. Görüntüler, devlet adamlarının çömelişi olarak değil de adeta devletin çöküşü olarak algılanmıştır. Ne yalan söyleyeyim, o görüntüler beni de son derece rahatsız etmiştir. Ancak olayı, devletin çöküşü olarak algılamanın yanlışlığı da ortadadır. Maazallah; eğer devlet adamlarımız o mevzilerde çömelme gereği duymayıp da ayakta gezinirken bir suikasta kurban gitselerdi, işte o zaman devletin çöküşüyle karşı karşıya kalırdık.

Başbakanın ve ordunun üst kademe komutanlarının Gediktepe mevzilerinde çömelerek ve kum torbalarının arkasına gizlenerek askerlerden bilgi almalarının tek çirkin, acı ve kabul edilemez yanı, devlet adamlarımızın kendi topraklarımızda, ülkemizin diğer bölgelerinden farklı olarak ilave güvenlik tedbirlerine ihtiyaç duymuş bulunmalarıdır. Osmanlı’nın meşhur Sadrazamlarından Halil Rıfat Paşa, “Gidemediğin yer senin değildir” demiştir. Doğrudur; gidemediğin yer elbette bizim değildir. Ancak, karayolundan gidemediğin, kum torbalarının arkasına gizlenerek ve çömelerek ancak ulaşabildiğin yerlerin de senin olduğu konusunda şüpheler oluşur. Başbakan ve kuvvet komutanlarının Gediktepe ziyaretlerine ilişkin görüntüler, Türk Milleti’ni işte bu bakımdan yaralamış bulunmaktadır. Konu, “Gitmesek de, görmesek de o köy bizim köyümüzdür” anlayışıyla görmezden gelinip, örtbas edilecek bir konu asla değildir.

Sayın Başbakan, bu konudaki tenkitleri, “Atatürk’ün mevzilerdeki fotoğraflarını görmüyorlar mı?”diyerek savuşturmaya çalışmaktadır. Sayın Başbakan’ın ihmal ettiği önemli bir nokta var: Mustafa Kemal Paşa Çanakkale’de o fotoğrafları verirken, karşısında Pkk terör örgütünün 100 kişilik militan grubu değil, tam 7 düvel vardı. Afyon Kocatepe’de ise karşısında sayısı birkaç yüz bin kişilik İngiliz destekli koskoca Yunan Ordusu duruyordu. Dolayısıyla; Gediktepe’deki hareket tarzı, her ne kadar halin icabına uygun davranışlar ise de milletimizi derinden yaraladığı kesindir. Başbakan’ın benzetmesi ise hem Atatürk’ü, hem de Bedir ile denk tutulan Çanakkale ve Dumlupınar’ı basite alma anlamı taşımaktadır…

Gediktepe ziyaretinden benim aklımda kalan tek önemli ayrıntı, söz konusu saldırıdan yaralı olarak kurtulan Giresun’lu Gazi Er Volkan Demir’in, Sayın Başbakan ve Sayın Genel Kurmay Başkanı ile konuşurken söylediği şu sözlerdir:

Takım komutanım yaralıydı. Seslendim izin istedim, kaçan teröristlerin peşine gitmek istedim. Yanımdaki mevziye roket düşmüştü, muhtemelen içindeki arkadaşların hepsi şehit olmuştu. Kaçanları izlemekle yetinmek istemedim, komutanımdan izin istedim. Mevziyi terk edip onların peşine gitmek istedim ama komutanım izin vermedi. Niye izin vermediğini anlıyorum ama yediremedim kendime. Benim de dört günüm kaldı, gerekirse bir ömür daha burada görevimi yerine getirmeye hazırım. Arkadaşlarımın kanının döküldüğü, şehit olduğu o tepede dikili taş olmaya razıyım.”

Giresunlu Gazi Volkan Demir’deki bu ruh hali ile Çanakkale’deki Bursalı Yahya Çavuş’un, Havranlı Seyit Onbaşı’nın, ya da ne bileyim Çankırılı Şehit Er Kara Mecit’in ruh hali, aynı ruh halidir. Nu mutlu bize ki; böyle yüksek ruhlu askerlerimiz hala varlar. Hem de haddinden fazla çoklar. Büyük Atatürk Türk askerindeki bu ruh halini şöyle tarif etmektedir:

“…Karşılıklı siperler arasındaki mesafe 8 metre, yani ölüm muhakkak. Birinci siperdekilerin hiç birisi kurtulamamacasına hepsi düşüyor. İkinci siperdekiler yıldırım gibi onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar imrenilecek bir soğukkanlılık ve tevekkülle biliyor musunuz? Bomba, şarapnel, kurşun yağmuru altında öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor ve en ufak bir çekinme bile göstermiyor. Sarsılma yok. Okuma bilenler Kur’an-ı Kerim okuyor ve Cennete gitmeye hazırlanıyor. Bilmeyenlerse Kelime-i Şahadet getiriyor ve ezan okuyarak yürüyorlar. Sıcak cehennem gibi kaynıyor. 20 düşmana karşı her siperde bir nefer süngüyle çarpışıyor. Ölüyor, öldürüyor. İşte bu Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren, dünyanın hiçbir askerinde bulunmayan tebrike değer bir örnektir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale Muharebeleri’ni kazandıran bu yüksek ruhtur.”

Netice olarak diyebiliriz ki; devletin zirvesindeki isimlerin, Gediktepe’ye yapmış oldukları ziyaret doğru, görüntülerin bazıları oldukça üzücü, Başbakan’ın kendi hareketlerini Arıburnu ve Kocatepe’deki Mustafa Kemal Paşa’nın hareketleriyle kıyaslaması son derece yanlıştır.

Umarım Gediktepe ziyaretçileri, özellikle de bol yıldızlı paşalarımız, Gediktepe’de dikili taş olmayı göze aldığını haykıran Giresunlu Gazi Er Volkan Demir’in sözlerinden gerekli hisseyi alarak dönmüşlerdir Ankara’daki konforlu odalarına…

27 Haziran 2010
Ömer Sağlam

Mustafa Kemal Atatürk

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir