Türkiye’nin Aldığı Risklerin Karşılığı

ABD’nin İsrail’i her durumda gözden çıkarmayacağı bilindiği halde, en yüksek dozda başlayan ve devam eden restleşmelerle girilen sürece, radikal açıklamalara “makul çoğunluk” ikna olmuş değil, olmamalı.

Türk-Yahudi ilişkileri uzunca bir süredir iyi ilişkiler ağına, dostluklara, işbirliklerine dönüşmüşken,  İsrail krizinin adım adım gelişine ve yansımalarına, ABD’de gittikçe açığa çıkan bir şekilde dostların düşmana dönüşmesine, en güçlü müttefikle gerilen ilişkilerle ileriye dönük olası sorunların artmasına “Türkiye makul çoğunluğu” ve Amerika’daki Türk kamuoyu onay vermiş değil.

Bu gidişatla ana hedef olan Ortadoğu’da arabuluculuk ve bölgesel rol sahibi ülke olmak hiç mümkün değil.

==============================================================================

Friday, 25 June 2010 08:17
Başbakan Erdoğan G-20 zirvesine katılmak için Kanada’ya gidecek ve bu vesileyle Başkan Obama ile görüşme imkanı bulacağı bu ortamda, ilişkilerin düzene girmesini sağlamak için adımların atılması fırsatı bulunuyor. İlişkileri asıl kırılganlaştıran Birleşmiş Milletler’de kullanılan hayır oyu sonrası, bu görüşme önem taşıyor. Tarihte İran-Turan mücadelesi denilen birbirine rakip iki devletin durumu, aslında rekabet ve bölgesel güç kapma yarışı iken, bütün bu olup bitenlerden sonra Batı dünyası ve siyasileri açısından işbirliği olarak algılanıyor. Bu karmaşık ilişkiler yumağında, aslında Türkiye ve İran, güncel çıkar ilişkileri ve komşuluk dışında, çatışma olmasa bile, birbirini kollayan iki büyük devlet durumundadır.Türkiye’nin yeni dış politika inisiyatifini ele alan siyasiler, gazeteciler ve uzmanlar, son zamanlarda yaptıkları açıklamalarda, Türkiye’yi eleştirmede çeşitli dozajlarda açıklamalarda bulunuyorlar. “Türkiye’ye bakış açısını” anlamamıza yardımcı olan bu görüşler, ileriye dönük neler olabileceğini tahminlerde de ipuçları veriyor.  Diğer yandan, Türkiye’de kamuoyunun kafası oldukça karışık durumda. “Makul çoğunluğun” tavrı İsrail krizinde tepki gösterenler gibi sokaklara yansımadığı için, saflara ayrılmış bakış açıları üzerinden “doğru olan”ı anlamaya çalışması, bir netlik kazanması da mümkün görünmüyor.

Batı’nın Türkiye’yi kaybedeceği yok ama, son krizin faturasının zamana yayılmış şekilde başta Ermeni soykırım tasarısı olmak üzere Türkiye’nin önüne geleceği bazı gelişmelerden anlaşılıyor. Ortaya çıkan yeni Türkiye imajı, ABD’e karşı duruş sergileyebilen ve sorun çıkaran bir ülke oluşunu yansıtıyor.  Amerika’dan yansıyanlarda ortak payda ise Türkiye’nin “kendi kararları ile merkezde bir güç” olması hedefi ile yalnız kalma yolunda ilerlediği. Avrupa, Amerika ve Ortadoğu’dan yansıyan görüşler arasında ise derin farklılıklar bulunuyor.

Gazze krizi ve İran hayırı sonrası olabilecekler- öngörülecek durumlar çok basit bir gözlemle de tahmin edilebiliyorken, merak edilen şey, bilinmeyen başka denklemlerin olup olmadığı ve ekilenin biçilmeyip neden bir gecede ateşe verildiğinde düğümleniyor! Yalnızlaşan İran’a barışçıl nükleer konusunda destek veren Türkiye’nin hayırına karşı, İran’ın barışçı ne adım atacağı merak ediliyor.  Örnek vermek gerekirse, dün itibariyle İstanbul’da yapılan “Gelişmiş Bölgesel İşbirliği” toplantısında, İran Dışişleri Bakanlığı Direktörü Büyükelçi Celaleddin Namini, konuşmasının tamamında Türkiye ile İran’ın işbirliğinden ve Türkiye’nin yükselen konumundan bahsetti fakat, atılacak adımlar hakkında sorulara rağmen elle tutulur bir bilgi vermedi.

Türkiye dış politikasının çoklu mercekleri;

Türkiye’nin İsrail ile tartışmasını reel olarak açıklayan bir bakış açısıyla, geleneksel olarak Türkiye, İsrail’i, savunma modernizasyonu için işbirliği yapacağı devlet ve Arap komşularına karşı bir önlem olarak faydalı buluyordu. Hatta tarihi süreç sadece bu iki devleti diğerlerinden farklı ve tek başına bırakmış durumdaydı. Ancak şimdi İsrail ile ilişkiler Türkiye’nin bölgede daha fazla nüfuz kazanmayı istemesi yüzünden değişime uğradı. Türkiye hem Batı hem de Doğu ile güçlü bağları olan büyük ölçüde Müslüman bir ülkenin, Orta Doğu jeopolitiğine anlamlı katkılar yapabileceğine dair bir model olabilme dinamiği ile hareket etmesi, bütün taşları yerinden oynatmış durumda.

Bu modelin anlamlı mı-anlamsız mı olduğu, ne ölçüde İslami ideolojiden beslendiği, Türkiye’nin bölgesel rolü ve liderliğinin hangi dinamikler üzerinden gerçekleştiği tartışılıyor bugünlerde hiç olmadığı kadar.

Türkiye Neden Kendisine Bu Rolü Hazırlıyor? sorusuna, The Christian Science Monitor gazetesinden Yigal Schleifer’ın cevabı, “Türkiye’nin liderleri aynı zamanda, ülkelerinin bölgesel ve hatta küresel sorunlarda daha fazla söz hakkı olması ve Müslüman dünyada öncü bir rol oynaması gerektiğine inanıyorlar. Türkiye kendisini “Batı”ya, veya “Doğu” ya bağlama konusuna daha az ilgi gösteriyor. Ülke, gücün merkezi olmak istiyor.” şeklinde. Ayrıca, Transatlantik Akademisinden bir grup bilim adamı son raporlarında, Türkiye’nin Batı için bir kazanım olduğunu, Türkiye’nin Orta Doğu politikasının, bölgede genellikle başarısız olan ABD ve Avrupa politikalarından uzak olduğu ve taklit olmadığı ifade etmişler.

ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Edelman, Politico yaptığı açıklamada, Obama yönetiminin içinde bulunduğu zor duruma işaret ederek, “şu ana kadar ele alınmayan temel sorun, Türklerin bu aşamada bizim onlara, onların bize ihtiyaç duyduğundan daha fazla ihtiyacımız olduğunu düşünüyor olmalarıdır. Ancak onların da birçok konuda bize ihtiyacı var” sözleriyle, bu hesabın “bir anlamda” yanlışlığına dikkat çekiyor. Orta Doğu boyunca bir Türk nüfuz alanı oluşturmak şeklinde ortaya konulan strateji, Washington merkezli Cato Enstitüsünün akademisyenlerinden Leon Hadar tarafından ele alınırken, Türkiye’nin stratejisinin Amerika’nın Irak, Lübnan ve İsrail-Filistin’deki politikalarının yol açtığı karmaşaya bir cevap niteliğinde olduğu iddia ediyor. Bu bakımdan Ankara’nın dış politikasını, daha az İslami ideolojiye yatkın ve daha çok reel politik faktörlere dayalı olarak tarif ediyor.

Neoconlara yakınlığıyla bilinen Washington Times gazetesi editörlerinden Arnaud de Borchgrave, Türkiye’nin dış politikasını eleştirdiği yazısında, İran’a yeni yaptırımlara karşı çıkan Türkiye’nin, konvansiyonel diplomasi ile bir kırılma olan yeni dış politikası için “BlackBerry diplomasisi” ifadesini kullanıyor. Küresel güç dengesinin doğuya yöneldiğini gören Türk yetkililerinin, Türkiye’nin rolünün de Ortadoğu’da liderliği üstlenmek olduğu konusunda kendi kendilerini ikna ettiklerini söyleyerek gerekçelerini anlatıyor. New York’ta bulunan Dış İlişkiler Konseyi uzmanlarından Steven Cook, Foreign Policy dergisinde,”Stratejik iş birliği, model ortaklık ve stratejik öneme dair tüm konuşmalar temeldeki değişikliği maskeleyemez…”  sözleriyle, sözde Washington ve Ankara aynı hedefi paylaşıyorlarken, gerçekte bu sorunların karşıt uçlarında yer aldıklarını, ABD ve Türkiye’nin düşman olmamakla birlikte hızla rakip haline geldiklerini vurguluyor.

Ortadoğu konusunda hedefler hatırlayacak olursak;

*İsrail ve Filistinliler arasında barışın sağlanması,

*Birleşmiş bir Irak,

*Nükleer silahları olmayan, uluslar arası hukuka uyan bir İran,

*Afganistan’da istikrar

*Batı’ya yönelmiş istikrarlı bir Suriye.

Bunların bir kısmında Türkiye mesafe aldı, bir kısmında kendi yaklaşımını ortaya koydu.

Bilindiği gibi ABD, önümüzdeki 18 ay içinde Irak’tan 92 bin askerini çekme sürecinde ve İran’a karşı denge oluşturmak için Türkiye’ye ihtiyaç duyuyor. Bu açıdan önümüzdeki aylar ilişkilerin nasıl yoluna konacağı açısından büyük önem taşımaktadır.

Bu sıralar Arap basını hiç olmadığı kadar Türk dış politikası övücülüğüne soyunmuş durumda. Bu övgülerin, ABD-Türkiye ilişkilerini gerginlikten kurtarmaya bir faydası var mı? Veya kontrollü gerginlikten olumlu sonuçlar çıkacak mı? bunu anlamak gerekiyor. FT’nin “Bölgenin rol modellere ihtiyacı var ancak bölge insanı tüm haklı sebeplerden Türkiye’ye benzemeyi istemeli.” görüşü doğru olmakla birlikte, rol model olunacak diye, sonu görülemeyen, istikrarı kuşkulu olan riskler almak da gerekmiyor. Le Figaro’nun ifadesiyle, Türk diplomasisinin bağımsızlaşmasının “ustabaşısı”olarak lanse edilen Davutoğlu’nun politikası, Türkiye’nin uluslararası sahnede ağırlığını artırabilmek için Brezilya ile yakınlaşmayı sağlanması, elçilik sayısının artırarak Afrika’ya özel önem verilmesi, Boşnaklarla Sırpların yakınlaşması ve Balkanlarda etkili sonuç alınabilen siyaset, Bosna’nın NATO adaylığını bizzat teklif etmesi ve Atlantik Birliğinin üyelerini ülkeyi desteklemeye ikna etmesi, Afganistan’ın güvenliği konusunda iş birliğinde bulunmalarını teşvik etmek için Afganistan ve Pakistan Devlet Başkanlarını İstanbul’da bir araya getirmesi gibi örneklerle, gerçekten de farklılık ortaya koydu. Fakat konu Ortadoğu olunca, Türkiye’nin Amerika ile ilişkilerini bozmadan ne kadar Ortadoğu ile ilişkileri geliştirebileceği durumu -olumsuzluklarla- ortaya çıkmaya başladı.

Sonuç olarak, BM oylaması, ABD’nin kendi çıkarlarını kollama açısından bölgesel politikasında Türkiye ile işbirliğinin sınırları olduğunu göstermiş oldu. Türkiye, yaptığı anlaşmanın arkasında durarak, bağımsız tavır koydu.  Bu konuda ABD’den farklı sesler de çıkmakta; New York Times gazetesinin eski Türkiye temsilcisi Kinzer, Washington’daki bazı düşünce kuruluşlarında, ABD’nin geçmişteki Soğuk Savaşa dayanan politikalarını halen devam ettirerek, geçmişin paradigmalarına takılıp kaldığını ve stratejik çevredeki hızlı değişime yavaş tepki verdiğini, ABD politikasının yeni düşüncelere ihtiyacı olduğunu söylüyor ve bölgeye ilişkin yaklaşımların yeniden şekillendirmesi üzerinde düşünülmesi gerekliliğine dikkat çekiyor.

TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner geçen hafta ABD’yi ziyaretinde izlenimlerini anlattığı TÜSİAD toplantısında konuşmasındaki uyarıları önemliydi.  Toplantının basına kapalı bölümde Boyner, Clinton’a, İsrail’in gemiye yaptığı saldırıdan dolayı özür dilemesi gerektiğini söyledikleri fakat Türkiye’nin İran konusundaki tavrı yüzünden ABD’yi bu konuda çalışmaya çok hevesli görmediklerine dikkat çekiyor ve Türkiye’nin gittiği yön ve üslubu konusunda tereddütleri bulunduğunu ifade ediyor.

Durum ve bakışlar bu çerçevede iken;

Obama yönetimi Türkiye’nin dış politikasını “İslamcı” veya “Batıcı” gibi kategorilerle mi değerlendiriyor, realist bir perspektifle mi ele alarak değerlendiriyor? Türkiye’nin de çıkarları olduğu konularda farklı davranacağına ikna oluyor mu? Sorunu bunun cevabı çözecektir. ABD yazar-çizerlerinin bir kesimi bunu makul buluyor fakat siyasi uygulamasında kritik aşama devam ediyor. Türkiye cephesinden ise bunun cevabı, “Türkiye’nin ne kadar çıkarına oldu bu gelişmeler, zayiat daha mı çok? sorusunda düğümleniyor.

Gazze gemileri, Türkiye’nin “makul çoğunluğun önceliği olmayan ve bütün dünyayı ilgilendiren bir sorun için” Türkiye’yi riske soktu ve bedelini o gemiyi oraya götürenler ve izin verenler değil, bütün Türkiye ödemekle karşı karşıya. Makul çoğunluk bunu konuşuyor, bunu söylüyor. İnsani yardım adına abluka delinmeliydi söylemlerle, kutsamalarıyla, yaşanan gerçekler ve riskler farklı şeyler.

Anlaşmada görünmez durumdaki bir önkoşul nedeniyle Ermeni normalleşme sürecinin askıya alınması, İsrail ile ilişkilerin bozulması ve üstüne İran “hayır”ının Türk-ABD ilişkilerini getirdiği nokta budur. Brezilya’nın çekilmesi sonrası, İran’ın ve İsrail-Filistin konusunda da Hamas’ın  savunucusu durumuna düşen Türkiye’nin uluslararası tek başına kalmasından ve Türk-ABD ilişkilerinin endişe verici bir hal almasından endişe duymamak mümkün görünmüyor.

Kamuoyu hala İHH filosunun, bütün bu risk görülmesine rağmen, neden oraya gitmesine engel olunmadığına ikna olmuş değil.

İnsani yardımın İslami yardım olarak okunacağı bir girişimin neden Türkiye’yi bu noktaya sürüklediğine ikna olmak mümkün değil.

ABD’nin İsrail’i her durumda gözden çıkarmayacağı bilindiği halde, en yüksek dozda başlayan ve devam eden restleşmelerle girilen sürece, radikal açıklamalara “makul çoğunluk” ikna olmuş değil, olmamalı.

Türk-Yahudi ilişkileri uzunca bir süredir iyi ilişkiler ağına, dostluklara, işbirliklerine dönüşmüşken,  İsrail krizinin adım adım gelişine ve yansımalarına, ABD’de gittikçe açığa çıkan bir şekilde dostların düşmana dönüşmesine, en güçlü müttefikle gerilen ilişkilerle ileriye dönük olası sorunların artmasına “Türkiye makul çoğunluğu” ve Amerika’daki Türk kamuoyu onay vermiş değil.

Bu gidişatla ana hedef olan Ortadoğu’da arabuluculuk ve bölgesel rol sahibi ülke olmak hiç mümkün değil.

ABD’nin İsrail’i her durumda gözden çıkarmayacağı bilindiği halde, en yüksek dozda başlayan ve devam eden restleşmelerle girilen sürece, radikal açıklamalara “makul çoğunluk” ikna olmuş değil, olmamalı. - TurkiyeHalki

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir